Hırkamı getirdin mi Mehmet?

Mehmet, paltosunu giyip çarşıyı dolanmaya başladı. Esnafı tek tek inceleyecekti.
Mehmet, paltosunu giyip çarşıyı dolanmaya başladı. Esnafı tek tek inceleyecekti.

Çayı koydu, toz bezlerini elini aldı. Uzunca bir süre aynı kitabı temizledi. Ustası göründü kapıda, yine ardında su izleri vardı. Görmezden geldi Mehmet. Akşama kadar kitaplarla ve müşterilerle ilgilendi. Hiç konuşmadı. Usta, akşam olunca çırağı Allah’a emanet edip çıktı kapıdan.

Esneyerek açtı kapıyı. Paltosunu çıkarıp portmantoya astı. Rafların arasından arka bölmeye geçti. Tezgâhın köşesindeki çaydanlığa su koyup altını açtı. Köşedeki bezi alıp içeri girdi ve kitapları silmeye başladı. Her şey her sabahki gibiydi. Rüzgâr bile aynı vakitte esiyordu. Ustası da her sabah olduğu gibi girecekti şu kapıdan ama günün devamı eskisi gibi olmayacaktı. Gece kesin kararını vermişti. Günlerdir içini kemiren o soruyu bugün soracak ve ne olursa olsun cevabını alacaktı. Mehmet ahdinin düşüncesiyle kitaplara dalmışken ustası göründü. Ardında bıraktığı su izleriyle geldi kapının önüne. “ Selamünaleyküm.” dedi. Kolundan birkaç damla aktı, içeri girdi. Kupkuru oldu. Hiç ıslanmamış gibiydi.

  • Mehmet selamını almadı, usta umursamadan oturdu yerine. Başını öne eğip mırıldanmaya başladı. Elinde toz beziyle kalakalan çırak, bir iki adım atıp geri çekildi. Sonra soracaktı. En iyisi böyleydi. Sonra kesin soracaktı.

İçeri geçip çayı demledi. Öğlene kadar dükkân sakindi. Çok gelen giden olmadı. Üç beş öğrenci, bir kaç kitap sordu ve çıktı. Aradıkları yine yoktu. Az kitaplı bir dükkândı burası. Birinci el ve ikinci el hatta beşinci ele kadar kitap vardı dükkânda. En kalabalık raf ise tarih bölümüydü. Ustası her akşam eli arkasında bağlı, tarih bölümünün önünde volta atardı. Sonra da çıkıp giderdi. Mehmet de öğle yemeğinden sonra tarih bölümünün önüne geçip aynısını yapmaya karar verdi. Böylece muhabbetin zeminini hazırlar sonra da sorusunu sorardı. Ayaklarını sürüyerek geçti rafların önüne.

Gözünü kitaplara dikip volta atmaya başladı. Ustası bakmıyor, görmezlikten geliyordu. Belki de gerçekten görmüyordu. Sabırsızlanıyordu, bir kaç defa öksürdü ama usta oralı olmadı. Dayanamayacaktı artık. Ne olursa olsun, ister in çıksın ister cin. Konuşmalıydı. Derin bir nefes alıp hiç duraksamadan

Usta sen her sabah sırılsıklam çıkıyorsun evden, yürüdükçe su damlıyor ama dükkândan içeri girer girmez kupkurusun.

Mehmet “Oh be!” dedi. Sonunda söylemişti. Nefesini tutup bekledi. Ustası bir cevap vermeden önündeki kitaba bakmaya devam etti. “Usta niye bir cevap vermiyorsun?” dedi. Adam başını kitaptan kaldırıp gülümsedi. “Bir soru mu sordun ki?” dedi. Çırak düşündü, sahiden de soru yoktu. Daha çok “İşte gördüm seni, saklanamazsın benden.” der gibiydi ya da bir sırrı aşikâr eder gibi. “Haklısın ustam.” dedi. “Soruyorum o zaman. Sen her sabah evden buraya ıslak geliyor adım attıkça kuruyorsun nasıl oluyor?” -“Keramet” dedi usta. Bu cevabı beklemiyordu. Oldu deyip geçemezdi ya devam etti Mehmet “Kimsin ki sen?” Usta gülümseyip kitabını okumaya devam etti. “Ustam, bir şey demeyecek misin?” dedi.

Adam çırağa dönüp “Senin gördüğünü başka kimler görüyor? Bul. O zaman alacaksın cevabını” dedi. Sahiden de neden kimse bir şey sormadı bu zamana kadar? Burası küçük bir çarşıydı, esnaf da azdı ama yine de birilerinin görmesi, şaşırması lazımdı. Gidip sorsa muhabbetleri yok. Kimseyi doğru düzgün görmüyordu. O geldiğinde herkes dükkânındaydı. Erkenden geliyor ve geç çıkıyorlardı, gelişini gidişini gördüğü tek kişi ustası. Bir şey demeden gitti Mehmet. Sorusuna cevap alamamış yetmezmiş gibi yeni sorular çıkmıştı. Bir gariplik vardı o kesin. Dükkâna çekilip kendi halinde işine bakan bir saf mıydı bunca zaman! Akşam olunca ustası “Eyvallah.” deyip gitti. O da yarım saat sonra dükkânı kapatıp giderdi ama bu sefer bekledi. Görmek istiyordu.

  • Dükkânlar ne zaman kapanıyor, öğrenecekti. Küçük bölmeye geçip demlediği çaydan bir bardak aldı, kapının önüne sandalye çekti. İzlemeye başladı. Tam karşılarında bir antikacı vardı. Oranın ustası da kendi ustası gibi bir garipti. Adı, Mansur. Selam verip selam alıyor bir şeyler okuyordu. Çırak da kendi gibi bir delikanlı. Düşündü ama adını hatırlamadı.

Dükkânın işi bitince bir tabure çekip geçti ustasının karşısına. Ustası anlattı, o dinledi. Belli ki araları iyiydi. Bardağı ağzına götürdü, baktı ki çayı bitmiş. İçeri geçti ama çaydanlıkta da çay bitmiş. Hangi ara içmişti bir demlik çayı bilemedi. Geri döndü, saate baktı gece bir. Esnaf hala dükkândaydı. “Olacak iş değil.” dedi esneyerek. Seyretmek istiyordu ama gözlerine söz geçiremedi Mehmet. Uyandığında karşı dükkânın önünü süpürüyordu çırak. Mansur Usta yoktu. “Konuşmak için tam sırası.” dedi. Hızlıca çıktı kapıdan. Aniden esen rüzgârla oluşan toz bulutunun içinde kaldı Mehmet. Ortalık yatışınca bir adım daha atıp antikacının önüne geldi. Mansur Usta masasındaydı. Hangi ara gelmişti de oturmuştu yerine, sadece yarım dakikalık bir zaman geçmişti. Üstelik o tozların arasında kapıyı açıp yerine geçecek. Olur, şey değildi. Çırağın kendisine gülümsediğini geç fark etti. Zoraki bir karşılık verip dükkâna geçti. Artık sadece ustasının gizemini değil, büsbütün çarşıyı düşünüyordu.

Çay koymak için arka tarafa geçti. Demliğin yanında eski bir kitap vardı.
Çay koymak için arka tarafa geçti. Demliğin yanında eski bir kitap vardı.

Çayı koydu, toz bezlerini elini aldı. Uzunca bir süre aynı kitabı temizledi. Ustası göründü kapıda, yine ardında su izleri vardı. Görmezden geldi Mehmet. Akşama kadar kitaplarla ve müşterilerle ilgilendi. Hiç konuşmadı. Usta, akşam olunca çırağı Allah’a emanet edip çıktı kapıdan. Mehmet üç bardak kahve içmiş, dördüncüsünü de elinde tutuyordu. Bu gece kapının önünde durmak yoktu. Paltosunu giyip çarşıyı dolanmaya başladı. Esnafı tek tek inceleyecekti. Çarşının başıyla sonunu yürümek beş dakika sürüyordu. Ustaların birbirine benzediği az dükkânlı bir handı burası. Dükkânlarda eşya da azdı, haliyle müşteri de azdı. Etrafına bakarken zihni bulandı Mehmet’in. Uzun zamandır buradaydı ama ne kadar zamandır bilemiyordu. Bir şeyler vardı, kendisiyle ve ustasıyla ilgili. Dahası kendisinin dışında herkesin bildiği şeyler. Bir aşağı bir yukarı düşünerek yürürken saat gece iki oldu. Çarşı esnafı ağız birliği etmiş gibi dışarı adım atmıyordu. Pes edip gidiyordu ki antikacının çırağı çıktı dükkândan. Mansur Usta yoktu, çıktığını görmemişti. Acele bir kararla çırağı takip etti. Hızla yürüyor bir o köşeden bir bu köşeye dönüyordu. Döndüğü son sokakta gözden kayboldu.

Biraz gezinip aradı ama bulamayınca söylenerek çarşıya döndü. Herkes gitmişti. “bu kadarı da fazla” dedi. Ağlamak istedi, tuttu kendini. Elini yüzünde gezdirdikten sonra derin bir iç çekip dükkâna girdi. Uyandığında ustası çoktan gelmişti. Özür dileyip kalktı. Aldırış etmedi usta. “dinlenebildin mi Mehmet?” dedi tebessümle. “dinlendim usta” dedi. Çay koymak için arka tarafa geçti. Demliğin yanında eski bir kitap vardı. Suyun kaynamasını beklerken öylesine açtığı sayfadan bir yer okudu. “Abdal, toz bulutuyla beraber kayboldu. Bunu gören askerler medet dileyerek oldukları yere yığıldı. Bir daha kendisini gören olmadı.” Kapatıp tezgâha attı kitabı, çay kavanozuna uzanacaktı ki birden durdu. Açıp aynı sayfayı tekrar okudu. “tabi ya, antikacı usta,” dedi. Bir hışımla çıktı arkadan. Ustası “Mehmet, hırkamı getirdin mi?” diye seslenince durdu. “ Ne hırkası usta?” dedi. Usta, “ Hatırlarsın elbet.” deyip göz ucuyla baktı çırağına. Bu soruyla uğraşacak değildi şimdi “Ben bir karşıya uğrayacağım.” deyip çıktı Mehmet. Selam verip Mansur Ustanın karşısına geçti “Sen toz bulutuyla kayboldun.” Dedi.

Usta elindeki kalemi bıraktı, sandalyeyi işaret ederek gülümsedi. “ Otur anlat bakalım. Ben kimmişim, toz neymiş?” dedi. Mehmet oturdu. Lafı uzatmaya niyeti yoktu.

Toz bulutuyla gelip toz bulutuyla gidiyorsun işte. Şu çırak da biliyor bir ben bilmiyorum. dedi.

Elindeki kitabı masaya attı. Bak işte yazıyor burada. Bu sensin” dedi. Paragrafı sonuna kadar okudu. “Askerlerden biri dilini yutmuş, köyüne dönmüş. Bir daha onu da gören olmamış.” Sustu Mehmet. Herkes sessizdi. Çırağa dönüp “Sen de bir şey desene!” dedi. Çırak gülümsedi. “O konuşamaz, lal o,” dedi usta. Ayağa kalktı “ En iyisi ustana sor, o bilir.” dedi. Mehmet kitabı alıp çırağı süzerek çıktı dükkândan. Rafları temizlerken tekrar edip durdu. “Toz bulutu, ortadan kaybolmak, lal asker, lal çırak...” Zihninde asla birleşmiyordu. Bir de ustanın sorduğu hırka vardı. Biraz sakinleşmek için arka tarafa geçti. Elini yüzünü yıkadı. Bir bardak su alıp, geri döndü. Sandalyeye oturup, açtı kitabı. En baştan okumaya başladı.

Bütün bunlar ne demekse ancak bu kitap sayesinde bilebilirdi. İki- üç saat içinde bitirdi kitabı ama bir şey bulamadı. Ustası kalktı, dükkândan çıkacaktı ki Mehmet’e dönüp “ Hırkamı buldun mu?” dedi. Ne hırkasıydı bu gelip gidip soruyordu. Hatırlayamadı. “Hangi hırka usta?” dedi. “Hani ağaçta bıraktığım hırka.” dedi ustası. Mehmet sustu. Delirdiğini düşündü, ya ustası bir manyaktı ya da o. “ Bilemedim usta,” dedi. “Peki, beni görenleri buldun mu?” dedi. Çırak yine sessiz kaldı. Ustası gülerek “Ne zaman geldiğini hatırladın mı?” dedi. Cevabını beklemeden çıktı dükkândan. Verilecek bir cevap da yoktu zaten. Zihninde parça parça beliren sahneler vardı o kadar. Hiçbiri sorularına cevap değildi. Ustanın arkasından biraz baktıktan sonra kapattı dükkânı. Çarşıdan ne kadar uzağa giderse o kadar iyiydi. Bir banka geçip oturdu. Ustasının söylediklerini düşündü. Sahi ne zaman gelmişti yanına, sanki bu kitapçıdan öncesi yok gibiydi. Saçmalıktı bu. Hafızasını kaybetmiş olsa kaybettiğini bilirdi ama bu daha da vahim. Delirecek gidi oldu, saatlerce yürüdü.

Nefes nefese koştu Mehmet, yer ayaklarının altından kayıyordu. Ne kadar uğraşsa da yetişemedi.
Nefes nefese koştu Mehmet, yer ayaklarının altından kayıyordu. Ne kadar uğraşsa da yetişemedi.

Tepeye vardığında hava kararmıştı. Evler azalmış, bir bozkır çıkıvermişti karşısına. Uzakta tek başına bir çınar ağacı vardı. Yakınlaştı, ağaca yaslanıp gözlerini kapadı. Çınar ağacına doğru koşuyordu, dalda asılı hırkayı gördüler, az ilerde yürüyen Piri. “Buradan.” diye bağırdı arkadaşı. Nefes nefese koştu Mehmet, yer ayaklarının altından kayıyordu. Ne kadar uğraşsa da yetişemedi. Pir köprüye vardı, üstüne çıkıp “Eğil köprü” dedi. Dalgalandı nehir, bir rüzgâr çıktı. Eğilmeye başladı köprü. Kısacık bir andı Pirin batışı. Suda kaybolup gitti. “Rüya bu” dedi Mehmet. Bağırmaya başladı. Kendine bakan göz oldu. Askerdi. Elinde tüfekle kalakaldı Biraz sonra dereden biri çıktı. Yaklaştı, yaklaştı. Ustasıydı, Pir’di. Ustası Pir miydi? “Hırka mı getirdin mi Mehmet?” dedi. Sıçradı, nefes nefeseydi. Etrafına bakındı. Üstüne başına baktı. “Gerçek olamaz.” dedi. “Ben o asker olamam.” Ter içinde kalmıştı. Uyumamış gibiydi. Ağaca baktı, o ağaç gibi. “Aman be” dedi. Yürüdü, Pir de kendisi de gitmedi gözünün önünden.

  • Koştu, suya girdiği an geldi gözünün önüne. Daha hızlı koştu. Hanın girişinde durdu, “Rüya değil.” dedi. Gerçek gibiydi hepsi. Elinde tüfek koşuşu, pişman olup geri dönüşü. En gerçeği de, hırkayı daldan alıp nehre koştuğu o andı. “Buldum hırkayı.” Dedi. Handan içeri girdi. Üstüne baktı sırılsıklam, elleri ayakları her yanı ıslak. Korkmuyordu, şaşkın da değildi.

Anlaması gerekmiyordu, teslim olmuştu. Dükkâna geldi, ışıklar yanıktı. İçeri girince karşı karşıya geldiler. “ Hırkamı getirdin mi Mehmet?” dedi. Mehmet’in eli portmantoya uzandı. Onu oraya ne zaman astığını bilmiyordu ama hırkanın o olduğunu iyi biliyordu. “Getirdim.” dedi. Hırkayı Pire uzatırken kolundaki son damlalar düştü yere. Kupkuru oldu Mehmet. “Suyun içinde, kuru kalmak keramet mi?” dedi. Güldü ustası. “ Su nerede evladım?” deyip masaya geçti. Gece bitmiş yeni bir gün doğmuştu. “ zaman nasıl geçti?” dedi Mehmet. Bir cevap almak için sormamıştı. Yine de bekledi, ustası konuşmayınca işe başlamak için arka tarafa geçti. Bezleri alıp döndüğünde kapıda bir genç vardı.

“Burada sizden başka sahaf var mı? Hacı Emmi diye birini arıyorum.” Dedi. Mehmet “Yok.” demek için nefes almıştı ki, ustası girdi araya “ Var, yolun sonunda evladım.” Dedi. Genç adam selam edip gitti. Mehmet kapıya yaklaştı, önce kafasını uzatıp süzdü etrafı sonra bir adım atıp çıktı dışarı. Burası dükkânın bol olduğu, kalabalık bir handı. Karşıdan gelen gözleme kokusuyla, antikacının yokluğunu fark etti. Gözlemeciyi süzerken sacın başındaki adama takıldı gözü. Tanıdık gibiydi, gelip gidenlerin arasından, gözlerini kısarak baktı adama. Hatırladı, çarşıya geldiği ilk gün sahafı sorduğu adamdı bu. Ustasının sesiyle döndü dükkâna, gözleme kokusu içeri kadar gelmişti. Alışmak lazımdı, biri daha hatırlayana kadar her şey bu sabahki gibi devam edecekti.