Hüzünlü bir gülümseme

Öykülerin hepsinde gerçek dünyada yarım kalmış hayatlar yer alıyor, ama bunlar okuyucunun yüreğini sıkmıyor.
Öykülerin hepsinde gerçek dünyada yarım kalmış hayatlar yer alıyor, ama bunlar okuyucunun yüreğini sıkmıyor.

En çok da yazar herkesin her şeyi yapmasında özgür olmadığını hatırlatıyor ya, o yüzden “Yaratılmışların dertlerinden yaratıcıya sığınırken” varolduğunuzu hissetmek tebessüm ettiriyor.

Betül Ok’un geçen zamanın yaşantılarını anlattığı 15 öyküyü barındıran Olmayan Şeyler Yüzünden adlı kitabı yayımlandı.

Betül Ok’un geçen zamanın yaşantılarını anlattığı 15 öyküyü barındıran Olmayan Şeyler Yüzünden adlı kitabı yayımlandı. Öykülerin hepsinde gerçek dünyada yarım kalmış hayatlar yer alıyor, ama bunlar okuyucunun yüreğini sıkmıyor. Çünkü yazıya geçirilen hayatlar her ne kadar fiziksel ve duygusal yönden eksik olsa da, ellerini kalplerinin üzerinden çekmeden yaşamaya devam ediyorlar. Umutsuzluğa ve pişman olacağı şeyler yapmaya itilmeyen karakterleri tanımak, okuyucuyu başka bir cinin şişesinin içinden çıkan sözleri okumaya devam ettiriyor. Peki karakterler nasıl yarım kalmış? İlk olarak fiziksel yönden eksik yanı bulunan temel ya da yan karakterlerle çoğu öyküde tanışmak mümkün. “Solgun Atlar Ülkesi”nde bir kaza sonucu bacaklarını ve dilini kaybetmiş bir hastayla, “Tanık Kalp”te konuşamayan, yürüyemeyen ve yatağa bağlı Melahat Hanımla muhatap oluyorsunuz. Ve dahası da var tabii. Yarım kalmışlar ülkesindeki insanların hayatından sunulan sahneleri okumak kalbinizi yormuyor. Çünkü tüm öykülerde enerjisi düşmeyen dilin ritmi, gözlerinizin rahat bir şekilde sayfalar arasında gezinti yapmasına devam ettiriyor.

En çok da yazar herkesin her şeyi yapmasında özgür olmadığını hatırlatıyor ya, o yüzden “Yaratılmışların dertlerinden yaratıcıya sığınırken” varolduğunuzu hissetmek tebessüm ettiriyor. İkinci olarak yaşadıkları toplumsal zorluklar ve savaşlar nedeniyle bir yanı her an eksilebilecek insanların hayatları okuyucuyu savaş, göç gibi evrensel sorunlarla karşı karşıya getiriyor. Yazar bu problemler üzerinden tanıttığı hayatları tahkiye etmeyi neden istedi bilinmez. Ama her parkın masalının başka mecralarda da dile gelmesini istediği düşünülebilir. “Bu coğrafyanın kaderinde ölüm çok etkileyici bir şey değil gibi geliyormuş”, cümlesi geçiyor bir öyküde. Bir başka anlatıda da “Sonu gelen bir tarih değil, sonu gelen bir acı söylemelisin bana diyeceğim. ... Suriyeli bir Türkmen olmak.” İşte bu satırları okuduğunuz cümlelerin önünde ya da arkasında mesela bir bomba düşüp, şiirsel dilin lirikliğine trajik bir hava katabiliyor. Bu noktadan sonra öncelikle yarım kalmış hayatların ne şekilde tedavi edilebileceği ve lirik dil ifadesini açmak öncelikli hedef olsun.

Yazar, gerek şifahi gerek modern tıp ile nasıl düşen bir bedeni yattığı yerden kaldırabilecek el olunurun reçetesini de veriyor.

Hüzünlü öykülerden bahsediliyor, ama onları bırakan ellerin olduğundan söz edilmiyor. Zannedilirse bu nokta fark edildi. Yazar, gerek şifahi gerek modern tıp ile nasıl düşen bir bedeni yattığı yerden kaldırabilecek el olunurun reçetesini de veriyor. “Cezayir Menekşesi” adlı öyküde Lavinia adlı tatlı bir hanım kızla tanışıyorsunuz. Karakter ve babaannesi, taşın suyunun, otun kökünün nasıl şifa vereceğini öğretirken, çiçeğin de kimi zaman ayrılık nişanesi olduğunu hatırlatıyor. “Lavinia da babaannesinden el almak üzereydi. Bir bitkiye dokunacağı zaman “Şifa Allah’tan dert dünyadan, kurtar bizi düştüğümüz kuyudan” derdi.” Ya da şifa doğrudan bir ayetin yürek yakan sıcaklığı içerisinde okuyucuya sunuluyor. Bu şekilde hem maddi hem de manevi elin gücünün aslında oralarda bir yerlerde olduğu bir kez daha anımsatılıyor. “Geçen sefer camiden gelen ses öyle diyordu, biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?” Bunlar ne mi hissettiriyor?

Sevmek ve istemek zor değil, yazar sanki bunu söylüyor. Buradan hemen lirik havaya geçilebilir. Amaç konudan konuya atlamak değil, belirtilen yönlerin nasıl gemici düğümü gibi birbirine bağlı olduğu ve birbirini tuttuğunu göstermeye çalışmak. Öykü kitabında lirik hava nasıl fark edilebilir? Bu muhtemelen yazarın dili ile alakalı bir şey, öyle düşünülebilir. Tek kelimelik cümlelerin ard arda geldiği paragraflarda, hareketli bir ritim oluşuyor. Omuzlarınızı hafiften sağa sola getirip götürüyorsunuz ve ritmin ahenginde sarsılıyorsunuz. Hüznün de dansı olur mu diye sormayın, Meşhur filmdeki batmak üzere olan geminin müzisyenlerini ve son sahnesini hatırlayın. İşte onun gibi bir şey. Bu ritmik küçük cümleleri burada vermekten ziyade okuyucunun bulması daha hoş olur, gibi. Farklı öykülerden küçük satırları bir araya getirerek, öyküler içinde şiir bağlamı kurmak da hadi burada olsun.

“Gecenin elleri büyümüş, dağların üzerinde sallanıyor. ...

Yalnız aşılan bir dağı ne bilsin kalabalıklar. ...

Dağ seslerine karışan ince bir ıslık duydu. ...

Hangi şehri dolaşan kuş gelip dinlendi dalında.”

Sona yaklaşırken bir husus daha... Bu noktayı belirtmeden önce Walter Benjamin’den küçük bir alıntı: “Kenti yeniden bulabilmek için kaybolması gerektiğini bilir.” Bu ifadeye yer vermekteki amaç, mekânın önemli olduğuna işaret etmek. Öyküleri okurken farklı yerlere girip çıktığınızı hissediyor, ama bu yerin tam olarak nasıl bir görünüme sahip olduğunu zihninizde görselleştiremiyorsunuz. Yani mekânın fotoğrafının gözde canlandırılamadığı bilinsin. Belki mekân var ama belirtildiği üzere görülemedi. Bunu bir eksiklik olarak işaret etmiyorum. Şehir, kasaba ya da mahallenin belli bir siluetinin olmamasını, karakterlerin her an bulundukları yeri terk edebilir tavırda olduklarından dolayı verilmediği düşünüldüğü için belirtildi. Ya da tam tersi, yaşadığınız mekân sizi her an terk edebilir. Peki bu terk etme ya da arkada bırakılma, yeni bir buluş mu yoksa gerçekten kaybediş mi?

“Gözlerimi duvardaki deliklere diktiğim, onları saydığım, onlardan koca bir ev oluşturduğum anda uykuya dalmışım.” cümlesini içinden döken karakteri kucağınıza almak istediğinizde sorunun cevabını verebilirsiniz. Çünkü aslında i n s a n l ı k “Coğrafyanın farklı yerlerine serpiştirilmiş birer tohumdan ibaretti”, önemli olan kaybedilen bu değeri bulabilmekti, sanki. Yazar bize unuttuklarını hatırla diyor, gibi. Son olarak kitabı bitirip de öykülere bütünlüklü bakınca karşılaşılan manzaranın sunduğu; öyküler hüznü barındıran bir atmosfere sahip olmasına rağmen, yürek yakıcı değil. Okuduğunuz şu; tebessümleri barındıran, hüzne ve acıya farklı isimler ve duygular yükleyen bir anlatı kitabı. Yazar bir öyküde “Bana dünyanın gizli kalmış köşelerinden şarkılar söylüyordu” cümlelerini sarf ettiriyor karakterine. İşte öyküler şarkı söyleyerek hüznü gülümsettiriyor (mu?)