Öykücünün günlüğü

Necip Tosun
Necip Tosun

Şu sıralar Rahmi Kaya’nın hediye ettiği Edebiyat dergisi cildi elimden hiç düşmüyor. Özellikle herkes uyurken okumaya doyum olmuyor. İbrahim Demirci’nin şiiri ne hoş: “Başlarına garip sevdalar düşer / ya taşar testileri ya dolmaz / kırılanın haddi hesabı olmaz.”

19.06.1982

Hep akşamın geç vakitlerinde bu satırları yazarım. Genellikle bu iş yatmadan biraz önce olur. Bakarım bugünü nasıl geçirdim diye. Yüzümün kızardığı bile olur. Ziyan günlere üzülürüm. Bu defter bu yüzden bir muhasebedir benim için. Ama insan her gün yüzleşmek istemiyor kendisiyle.

20.06.1982

Mevlüt ortaokulda sınıf arkadaşımdı. Hep arkada otururdu, okula köyden dolmuşla geliyorlardı, konuşmazdı, suskundu. Ortaokul ikide müzik dersinde not alabilmek için türkü söylemek zorunda kaldı. Utancından söyleyemeyecek sandık. Zaten sesi yoktu, konuştuğunu görmemiştik. Ama “Yeşil Ördek Gibi Daldım Göllere” türküsüne başladığında öğretmen de dâhil tüm sınıf donup kalmıştık. O güne kadar böyle güzel bir ses duymamıştım. Türkü bittikten sonra sınıfta derin bir sessizlik oldu. Şaşkındık. Hayattaki ilk çarpılmalarımdan biri bu oldu ve insanlar hakkında peşin hükümlü olmamayı orada, o gün Mevlüt’ten öğrendim.

Sonra o sesle Mevlüt ne yaptı bilmiyorum. Kullanabildi mi, bir işine yaradı mı, yoksa içine gömüp öldürdü mü?

Kim bilir.

23.06.1982

Şu sıralar Rahmi Kaya’nın hediye ettiği Edebiyat dergisi cildi elimden hiç düşmüyor. Özellikle herkes uyurken okumaya doyum olmuyor. İbrahim Demirci’nin şiiri ne hoş: “Başlarına garip sevdalar düşer / ya taşar testileri ya dolmaz / kırılanın haddi hesabı olmaz.”

Necip Tosun
Necip Tosun

Maddi durumum oldukça bozuk. Edebiyat dergisinin de maddi durumu kötüymüş. Beş yüz liralık bir çek geldi dergiden, yatırmam lazım. Şu sıralar bu parayı nereden bulacağım bilmiyorum.

10.11.1982

Alaz: Ali Kemal Nacaroğlu.Yaşar Kaplan bu öykü kitabını mutlaka oku demişti. Bugün bitirdim. Kitap Haziran 1978’de yayınlanmış, Dört yıl sonra okumuşum. Artık yazmıyor Nacaroğlu… Neden acaba? Bu söz Ali Kemal Temizer için de geçerli, Feveran’dan sonra durdu o da. Peki, ama niçin?

30.11.1982

Mehmet ile birlikte Cebeci’deyiz. Sırtımda parkam, hava soğuk. Daha sonra Necati Bey’e geliyoruz. Sanat Evi’ne doğru yürüyoruz. 15.30 matinesine Yolcu filmine bilet alıyoruz. Hava karardı. Cemal’in bugün 17.00’de sınavı var. Sinemadan çıkıp doğru okulun önüne gidiyoruz. Cemal imtihanda. Biz dışarıdan el kol hareketi yapıyoruz. İmtihan sonrası kimler yok ki. Cemal, Hamit, Kamil, Adnan… Hep birlikte Bakanlık’a doğru yürüyoruz. Hamit’ten hiç bahsetmedim galiba. Eski bakanlardan Fehim Adak’ın oğlu. Akabe’ye geliyoruz. Mevlüt Ceylan’ın kitabı çıkmış: Kayıtlarda Zulum Vardı. Kitabın girişinde, “Bu kitabın isim babası Necati Polat” yazıyor. Akabe’de Üzeyir Sali var. Cemal’i bekliyormuş, birlikte Mehmet Ali Tümer’lere gideceklermiş.

Benim Mehmet Çetin’i Samsun’a göndermem gerek. Saat 23’ten sonra Emek’te buluşmayı kararlaştırıyoruz. Ve biz Mehmet’le Keçiören’e gidiyoruz. 20 sularında yeniden Ulus’a. Mehmet Samsun’a bilet aldı. Ve ben Mehmet ile Emek’e gitmek üzere vedalaştım. Durak buz gibi. Emek’teyim. Ancak Üzeyir ve Cemal çıkmışlar. Mehmet Ali de onları geçirmeye çıkmış. Yolda karşılaştık. Ben de Cemallerin peşinden gidiyorum. Demetevler’de birkaç apartmana girip çıkıyorum, yine evi kaybettim. Bu saatten sonra dönemem Keçiören’e. O da ne? Cemal’in odasının kırmızı perdelerini görüyorum. Evi ilginç bir şekilde buluyorum. Kapıyı vuruyorum, Hüseyin Bektaş açıyor kapıyı. Evde Ramazan Dikmen, Cemal Şakar ve Üzeyir Sali var. 04’e kadar oturuyoruz.

02.05.1983

Burası ıssızlığı, soğuğu çoğaltıyor. İnsanı yüzleşmeyle, kendisiyle baş başa bırakırken; insan üşüyor, üşüyor. Kitaplara ve müziğe sığınıyor, insanlardan git gide uzaklaşıyor, onlardan soğuyor. Zamandan ve mekandan soyutlanıyor, acılar ve yalnızlıklar normalleşiyor. İnsan bu havasız, renksiz, şekilsiz dünyanın içinde nefes alamıyor.

Necip Tosun
Necip Tosun

Bütün gece yan tarafımda uyumaya çalışan ev sahibem kadının hastalıktan inlemelerini duyuyorum. Bazen ağlamalarını. Şişmanlamış ve artık hiçbir yere götürmeyen hastalıklı vücuduyla baş edemiyor. Hiçbir yere çıkamıyor. Evde mukadder anı bekliyor. Kimsesi yok. Benden alacağı kira ile ekmeğini, sebzesini alıyor. Şimdi o mu yalnız, ben mi? Onunki kaçınılmaz bir, bir başınalık. Benimki ise seçilmiş bir yalnızlık. Ama sonuç değişmiyor. İkimiz de buraya mahkumuz.

Mamak’ın en yüksek tepesinde bir ev. Üşümek ve yalnızlık. Başka ne olacaktı ki?

04.05.1983

Yaşar Kaplan’la birlikte dergideyiz. Derginin Mayıs-Haziran sayılarının birlikte çıkacağını söylüyor.

Bir süredir Yaşar Kaplan’ı anlamaya çalışıyorum. Kudretli, sert ve dik bakışlı. Neredeyse gülse günah olacakmış gibi. Bu ülkeyi kurtarmaya yazgılı bir büyük adam. Oturuşu, çay içişi, konuşuşu, ben büyük adamım diyor. Karşısındakine bunu hiç unutturmuyor. Ama bütün bir ömrü böyle nasıl geçirecek, kendi kendisiyle nasıl baş edecek. Bu gerilimli ruh hâlini daha ne kadar sürdürecek. İnsan karşısındakinin davranışlarındaki sahicilik ve yapmacıklığı hemen kavrıyor. Bunu yapanların bu temel gerçeği fark etmemesi ilginç.

26.05.1983

Ne talihsiz bir gün. Bütün gün evdeyim. Ders çalışıyorum, öyküyü daktilo ediyorum. Sıkıldım, dışarı çıkmam gerek. Tam akşam arkadaşların yanına çıkacağım sırada müthiş bir yağmur başlıyor, korkunç bir gök gürlemesi. Malum düşünce kafamda: Tanrım yık şunların başına dünyayı. Sonra yağmur kesildi ve ben evden çıktım. Mahallemizin elektrikleri kesilmiş her yer çamur, su birikintisi. Ayağımdaki çaput ayakkabı sırılsıklam oldu. Eve vardım ama Abidinpaşa’da kimse yok. Ama Mamak’a nasıl dönebilirim mutlaka biriyle konuşmam gerek. Aklıma Emek 44/8’deki arkadaşlar geliyor. Oraya gidiyorum. Yok yok, kimse evde yok. Saat 22.30. Artık hangi kapıyı çalabilirim ki? Evet, bugün dünyada kimse evde değil. Eve dönüyorum.

Ben evde miyim?