Pinokyo’nun kalbi

Artık insan olduğum için yalan söylediğimde burnum uzamıyor, dedi.
Artık insan olduğum için yalan söylediğimde burnum uzamıyor, dedi.

Yürümeye başladığımızda kalbim de hızlanmaya başlamıştı. Eklemlerini zorlamadan ilerleyen uyumsuz bir yürüyüşü vardı. Burnu ucundan defalarca kesilmiş gibi yassıydı. Görünüşü kafamı karıştırmıştı. Bu şehirde tuhaf adımlarla yürüdüğüm ilk adamdı. Burnun, dedim.

Carlo Collodi’ye

Bir gün saçları kahverengi ipliklere benzeyen bir adamla tanıştım. İsminin “Pinokyo” olduğunu söyledi. Burnuna baktım, uzamadı. Ya doğruyu söylüyordu. Ya da Pinokyo değildi. Yanından geçenlere “Beni ormana götürür müsün?” diye soruyordu. “Ben götürebilirim.” dedim. Ama bu şehirde orman mı vardı? Varsa da ben bilmiyordum. Çekirdek ailelerin hafta sonlarını renklendirmek için gittikleri parklardan başka bir ormana yolum düşmedi ki hiç.

Yürümeye başladığımızda kalbim de hızlanmaya başlamıştı. Eklemlerini zorlamadan ilerleyen uyumsuz bir yürüyüşü vardı. Burnu ucundan defalarca kesilmiş gibi yassıydı. Görünüşü kafamı karıştırmıştı. Bu şehirde tuhaf adımlarla yürüdüğüm ilk adamdı. Onun diğerlerinden farklı olması, özel olduğu anlamına mı geliyordu? Daha neler! Konuşmuyorduk. Bu sessizliği bozmak için bir şeyler söylemeliydim. Burnun, dedim. Yalan, dedim. Geveledim.

Artık insan olduğum için yalan söylediğimde burnum uzamıyor, dedi.

  • Doğru ya! Biraz aşağılanmıştım.
  • Ben de, dedim. Hiç yalan söylemem.
  • Gülmüştü. Bu alaycı gülüşünü sevdim.
  • Yolu biliyor musun, diye sordu.
  • Elbette biliyorum! Yoksa niye seninle yürümek isteyeyim?
  • Biz iki yalancı, iyi anlaşacak gibiydik.

Şehrin ucuz varoşlarını güzel gösteren toprak yığınlarının önünden geçerken daha önce böyle dağa benzeyen bir yoldan geçmiş miydin, diye sordum.

Ben, dedi bu dünyada herhangi bir şeye benzeyen bir diğer şeyin önünden mutlaka geçmişimdir.

  • Mümkün değil!
  • Uzun zamandır hayattayım.
  • Ne kadar uzun?
  • Yüz yıldan sonrasını saymadım.

Bütün dünyayı dolaştığını söyledi. Milyonlarca insanla tanıştığını, çeşit çeşit sofralarda oturduğunu, tuhaf yataklarda uyuduğunu, gözlerini dolduracak kadar manzara seyrettiğini...Fakat doymadığını, hep bir şeylerin eksik kaldığını, ağaçlar gibi uzun yaşadığını, insan olmayı başaramadığını, kalbinin hiç kırılmadığını söyledi...

Bunu söylediğinde dünyaya bu kukladan bozma adamın kalbini kırmak için gelmişim gibi hissettim.

Bütün dünyada, dedi. Eğer gördüğüm bir şey varsa insanların aynı hayatı yaşamak için çırpındığıdır. İnsanlar gri bulutların yağmuru haber vermesi gibi bilindik bir hayatı yaşıyorlar. Deli çağların ne zaman geleceğini bilirsin, uslanmanın vaktini de...Bütün duyguların zamanı, dünyanın en ücra yerlerinde bile aynıdır. Gece ve gündüzün farklı olduğu ülkelerde bile. Dostluk, düşmanlık, şefkat, öfke, özlem, umut...

  • Peki ya aşk?
  • Aşk da ölüm gibi zamansızdır. Onu kim bilebilir ki?

Düşüncesizlik etme, dedim. Konuşurken nelere sebep olabileceğini bilmediğin belli!

Ve büyülü kelimelerin benim ayaklarımı yerden kesebileceğinden haberi yok. Ayakları yere basan biri gibi davranmalıydım. Yüzüme bakıp o tatlı gülümsemesiyle bana bir şeyler anlatırken içimden hep aynı şeyi tekrarladım: Sakın inanma, sakın inanma, sakın inanma!

Sana inanmıyorum, dedim. Sana neden inanayım ki? Pinokyo’sun sen.

Gülümsedi.

İnanmışsın işte, dedi.

Hâlbuki bir şeyin varlığına inanmak onun gerçek olduğu anlamına gelmez, diyordu. Üstelik gerçek, bir beton kadar güçlüdür, gözünün gördüğü her şey gibi apaçık...Onu inkâr edemezsin, onunla baş edemezsin. Yıllar önce, küçük bir çocukken sadece mutluluğun mümkün olduğu ülkeler aradım. Ne safmışım! Bir yalana inanmaktan başka nedir ki bu? Doğrular vardır hayatta! Yani senin hiç ait olmadığın bir yere özlem duymaman doğru olandır. Her akşam evine dönerken yüreğine çöken o hüznü umursamaman, ne aradığını bilmeden ülke ülke dolaşmaman, herkesin bildiği gerçek bir hayat akıp giderken sadece ihtimallerle bütün bir ömrünü harcamamandır doğru olan...

Yaprakların hüzünlü hışırtısını gözlerini kapatmış dinlerken ay ışığı Pinokyo’nun yüzüne vuruyordu.
Yaprakların hüzünlü hışırtısını gözlerini kapatmış dinlerken ay ışığı Pinokyo’nun yüzüne vuruyordu.

Doğrular, diyordu.

Doğrular, şehrin boşluklarında yankılanıyor ve Pinokyo’nun burnuna çarpıp yere düşüyordu.

Akşam olmuştu.

Şehir artık arkada ve çok uzaktaydı.

Bilmediğimiz bir yoldan etrafı dikenli tellerle çevrili bir ormanın önüne gelmiştik. İlerde yeşilliğini hayal edebildiğimiz koca ağaçlar uzanıyordu. Tellerin üzerinde bir levha asılıydı ve şöyle yazıyordu: “Sınırı geçmek tehlikeli ve yasaktır.”

  • Geçmeyelim, dedi.
  • Geçmeyelim, dedim.
  • Geçtik.
  • Ormanın içindeydik.

Bu, düşünmekten ve hayal kurmaktan başka hiçbir şeye cesaret edemeyen iki yalancının hayata doğru attığı ilk gerçek adımdı.

Ormanda hiç tatmadığım bir koku, dizlerimi titreten bir korku ve ummadığım bir cesaret duyuyordum. Yaprakların hüzünlü hışırtısını gözlerini kapatmış dinlerken ay ışığı Pinokyo’nun yüzüne vuruyordu. Öyle durma, demek geçmişti içimden. Bir bilsen insana neler yapar öyle durman!

Duyuyor musun?

Neyi?

İnlemelerini. Her rüzgâr vurduğunda ah ediyorlar. İncecik dalları “çıt” diye kırılıyor.

Her “çıt” sesinde Pinokyo’nun dizleri titriyordu.

Bir kez bile, dedi. Bir kez bile duymadım kalbimin sesini.

Karşımda yüzyıllardır insan olmaya çabalayan bir adam vardı. Gittiği her yerde varlığını arayan, defalarca yıkılan, yeniden doğrulan; kökleri ve toprağı yalan ile doğrunun birbirine karışması gibi karışmış biraz toprak, biraz odun, biraz kemik ve et yığını bir adam... Oysa ben neredeyse bir yaprak olmayı dileyecektim yıldızlara bakarken. Pinokyo’nun dal gibi ince kollarından az sonra düşecek bir sonbahar yaprağı olmaya bile razı olacaktım.

Van Gogh’un Yıldızlı Gece’si miydi? Dostoyevski’nin Beyaz Gecelerinden biri mi?

Bu gerçek mi, diye sordum.

Dokunabilirsin, dedi.

Bilmek istemedim. Dokunmadım.

Gün ağarırken kararımı vermiştim.

Aslında, dedim. Ben ömrümün sonuna kadar bu ormanda yaşayabilirim.

Buraya ait değilsin, dedi.

Hâlbuki ben evimde hissediyordum.

Bir hayali arzuluyorsun, eşsiz bir şeymiş gibi geliyor şimdi sana. Ulaşılmaz olduğu için böyle büyülü. Ama sonra...

Sonra?

Gündelik şeylerin yokluğu incittiğinde anlayacaksın. Belki akşamüstü şehirde özgürce yürümeyi, insanlara karışmayı özlediğinde...Bu ormana kış gelmeyecek mi sanıyorsun? Bu tatlı rüzgâr fırtınaya dönmeyecek mi? Bir masalda yaşamıyoruz öyle değil mi?

Umudum kırılmıştı.

Gülümsedim.

Gerçek katlanılmaz olduğunda bir tek gülmek kalıyordu insanın elinde.

Ben de gülüyordum.

“Beni şehre götürür müsün?” diye sordum.

Başını eğdi, önümden yürümeye başladı.

Ormandan dönerken artık varlığını bildiğim bir duygunun yokluğunu da yanıma almış olmalıyım. Çünkü şehir, dün terk ettiğim şehre pek benzemiyordu. Yağmur dinmiş, kokular tat vermiyordu. Takım elbiseliler ve keyfine düşkün sokak köpekleri, bozuk akortla şarkılar söyleyen sokak sanatçıları, seslerinin yetmediği yerde derin nefes alışları, dükkân önünde sıralanan tezgâhlar, kahve ve baharat kokuları, büyüklüklerini sevdiğim doğumevi ve adliye binası, suçluların masumlarla aynı semtte oturduğu hatta aynı yatakta uyuduğu fikri bile heyecanlandırmamıştı beni.

Hayatla aramda bir gün açılmıştı sanki sonsuza dek asla kapanmayacak bir gün...

Sokak lambasının altında durduk.

Zihnimde onun bilmediği bir şey arıyordum.

Enteresan bir fikir, daha önce geçmediği bir yol, hiç duymadığı bir kelime...

Bulamadım.

Vedalaştık.

Tam giderken onu sevdiğimi söyledim.

Yüzüme baktı.

Bir “çıt” sesi duyuldu.

Pinokyo kalbini tuttu.