Şule Gürbüz ile söyleşi

​Şule Gürbüz: Bir hayata pek çok yerden bakılacağı gibi öykü de farklı yerlerinden yazılabilir.
​Şule Gürbüz: Bir hayata pek çok yerden bakılacağı gibi öykü de farklı yerlerinden yazılabilir.

Bir hayata pek çok yerden bakılacağı gibi öykü de farklı yerlerinden yazılabilir. Nitekim benim yazdığım öykülerdeki kahramanlara yazmadığım yerlerinden bakıp yazıklanan ve oraların hiç olmadığını var sayanlar da var. Öykü neticede bir kesittir, kıymetli ve anlatmaya değer bulduğunuz yerinden alınmış bir kesittir.

Batılı formda, hikayesi ve kurgusu ön planda öyküler yerine, belirlediğiniz bir karakterin zihnini ve hayata bakışını anlatan hikayeler yazıyorsunuz. Buradan hareketle, öykücü olarak öyküden anladığınız nedir?

İki öykü kitabı yazdım, ama “Öykücü” olarak tanımlanmak pek içinde hareket edebildiğim ve yerimi bulduğumu hissettiğim bir yer değil. Yazdığım hikayeler klasik anlamda ve formda elbet değil, anlattığım, anlatmaya değer bulduğum şeylerin muhtevasına, hatta dilin işleyişine göre bir şekil alıyorlar. Bu da şimdiye kadar yazdıklarıma bakarak konuşursak bir zihin ve duyuş akışı olarak belli bir ruhu ve hayatın o ruhta aldığı manayı derinliğine, gidebildiğim yerine kadar gitme halini taşıyor.

Bir hayata pek çok yerden bakılacağı gibi öykü de farklı yerlerinden yazılabilir. Nitekim benim yazdığım öykülerdeki kahramanlara yazmadığım yerlerinden bakıp yazıklanan ve oraların hiç olmadığını var sayanlar da var. Öykü neticede bir kesittir, kıymetli ve anlatmaya değer bulduğunuz yerinden alınmış bir kesittir. Çünkü insanın burada yani hayatta olup yaşadığının delili ve bilinç derecesi görülmeye değer olanı görüp hayrete mucip olanı fark edebilmesi, tasnif edebilmesidir. Hayatın fazlalıklarının, bir şey hissedilmeden geçen idraksiz günlerin, boşluğun kedere uzanması ile aldığı manayı insana ince bir sezişle kabul ettirdiği darası alınmış bir haldir öykü benim için, şiire çok yakındır. Ama bakılan manzarada asıl resmin neresi ve hayatın nerede kımıldadığını görmek bir bakış sahibi olmaya, resmi yapabilmeye uzanırsa, hayata ve insana bakıp da neyin anlatılacak olan olduğu, neyin nerde kimin neresinde sırlı olduğunu keşfetmek ve orayı işlemek de yazarın, öykünün işidir.

Hayat beni neyi görüp anlayacak yere dikti ise ordayım, neyin sözünü dillendirme kudreti verdi ise o sözün üstündeyim ve burada sabitkademim.

“Coşkuyla Ölmek”teki karakterler hep hayatı bir yük gibi sırtında taşıyor, çarşı pazara pek çıkmayıp hayatın kenarında dolaşıyor. Nedir sizi bu karakterleri anlatmaya iten?

“Bir şeyi senin kadar, hatta senden iyi yapan var ise sen ondan vazgeç,” denir. Beni bu vaktime kadar zihnen ve kalben mahzun, meyus ve dertli edeni bilmenin, benzerime bildirmenin peşindeyim. Keşke derdim edebiyat olsaydı, ben de kendimi dertli sanarak ama hemen her şey ile de çarçabuk şifa bularak yaşasaydım.

Çarşıyı, pazarı, aşkı, kadın erkek ilişkisini benden iyi anlatacak ve anlatmış olan çok kimse var ve bunların sözünü etmemek bilmemek ya da değersiz saymak da değil. Hayat beni neyi görüp anlayacak yere dikti ise ordayım, neyin sözünü dillendirme kudreti verdi ise o sözün üstündeyim ve burada sabitkademim. Bunun, bu bakışın benim kaderim olduğunu hep bildim. İnsan neyin peşinde hulusi kalp ile ve süresiz ve beklentisiz, dün ektiğini bugün hasat etmeye uğraşmayarak bir yola düşmüşse, vakıf olunamayacağına ama vasıl olunabileceğine inanıyorum. Sürekli ve ağrılı olmaya inanıyorum. Başka türlü hiçbir geçmiş büyük ruh sizi kucaklayıp teselli etmez, ama bu sonsuz şifa da başka yerde bulunmaz.

Hayatın yükünü, acıyı ve ağrıyı belli insanların sayarak yaşayamayız. Buna çok derin bir kırgınlığım var. Bu yük kalbi olan herkese verilmiştir, herkes geliyor ve gidiyorsa, bir hesabı bir geçmişi varsa, hem tanık hem suçluysa bazı insanın sırtındaki onulmaz bir ağrı diğerinin ağrıyı da yükleneni de görmezden gelmesi sebebi iledir. Akıl hastalıklarının dahi temelinde kendi sorumluluğunu yüklenmemek başkasına dayamak baş etken iken bir insandan, neyse beşer diyelim, bir kuldan bahsedip de bu eli cebindeliği ve onun müstehzi nazarını benim kalbim almaz. Bir aileyi bile böyle bir uğursuz batırırken dünyanın dörtte üçünden fazlası bir kederli ve muazzep yaratılmışlar, bir de kendileri gibi serazat yaratılışlılar olduğunu zannediyorlar. Bu bir edebiyat anlayışı, insan farklılığı vs değildir aslında, gören görmeyen, kabul eden etmeyen, taşıyana taşıtan onun yanında boyunduruksuz gezip taşıyanın taşıdıkları ile dönebilen dünyada rahat edebilenler vardır.

Yani bana hangi kutsal kitap, hangi büyük kafa, hangi yüksek ruh, hangi sessiz dil neyi öğütlemiş ve “bu yolda yürü” demişse bütün bunların lüzumsuz titizlik, maraza, beceriksizlik… sayıldığı bir nesnel dünya ve insan kuşatması altında seriliyim. Bu yüzden dünyanın tek parça olduğuna inanmıyorum, herkesin ruhu olduğuna en azından onu muhafaza edebildiğine inanmıyorum, ama inanılıp güvenilecek her şey de bir anlamda yanı başımda. Onları ve çok şey katıştırmadığım kendimi dinlediğimde bu lisan ve bu yazdıklarım çıkıyor. Bunları duyacak kulağı kaybetmemek benim tek arzum, yazmak değil.

Yine bu konuyla ilgili olarak; bir formun, belli bir muhteva dayattığına katılıyor musunuz? Örneğin geleneksel insan, modern bir biçim olan öykü ile anlatılabilir mi, ne kadar anlatılabilir? Sizin de geleneksel insanı anlattığınızı varsayarsak, bunu öykü formunda dile getirirken birtakım biçimsel sıkıntılarla karşılaşıyor musunuz?

Geleneksel insan modern insanın anası babası olmadı uzaktan akrabasıdır. Yoksa geleneği bilen pek geleneksel olunamayacağını da bilir. Gelenek aslında izlediğim kadarı ile gizli bir arzu gibi içte yaşanır. Dışarıdan çokça anlaşılmaz. Gösteri mahiyetindekiler içeriksiz ve akışkan olmadığından devam da edemezler. Modern insan ise devrin her illetini var gücü ile kucaklamış ve ondan gebe kalmış ve maalesef çoğalacak insan tipidir. Kısa bir ömür sürer, hep beteri geldiği için o kendini, sonrakiler de onu iyi sayarlar. Yani geleneksel insan ile modern insan fazlası ile iç içe iken basit biçim farklarının duygu, davranış ve kabullenişi değiştirmediği yerlerde sonlar da hep kesişir zaten.

Bu yüzden ummadığınız kimseleri az dışarda oyalandıktan sonra devrin kullanışlı ve sonu belirli hallerine hızla giriş yapar görürsünüz. Modernlik ve sıra dışılık kısa bir kariyer süresi gibi kalır. Bu yüzden ben ülkemizde geleneğe de moderniteye de hiç itibar edemem. Biri kalbura bastı öbürü vezirparmağıdır, her şeyleri aynı sadece şekilleri değişiktir. Hiç biri ebediyete ve hakikate ulaşma duygusu taşımaz, kâr ve kolaylık ararlar.

Form pek de mühim bir şey değil, insan kendini ve tavrını tanıyorsa ona göre bir esvap nasıl olsa kuşanır , meğerki söylenmemiş, hele böyle söylenmemiş sözün olsun, duyuşun has, tartın hassas, gözün keskin olsun.

Form yazarın elinde onun en güçlü ve zayıf yanlarının belirdiği bir zemin ama bu zemini tartarak yürüyen ya da koşanlar pek de güçlü yazarlar olmuyorlar. Yazı, ayağını yerden kesmek, sözü, manayı kanatlandırmak ve konacağı yeri ona bırakmaktır bana göre. Bunu yaparken klasik formda ya da ona yakınmış gibi de gösterebilirsiniz kendinizi. Form, formu hissettirmeyecek kadar kendine ait olabilmek, etrafını, bordürünü aratmamak, kalıp ve şekli hiç duyurmamaktır. Biçim zorlukları ise zanaatkarlık ile aşılabiliyor ancak.

Söyleyecek sözün varsa bir kapı bulup girersin ama biraz dar ve alçak olur ama ferahtır da sen cılız kalır sözünle heybetlendirirsin. Duyuş en önemlisi, insan bir hissi ile an gelir yedi milyar insanı geride bırakır ve kendini dünyanın ayak basılmamış bir yerinde görür hisseder. Form pek de mühim bir şey değil, insan kendini ve tavrını tanıyorsa ona göre bir esvap nasıl olsa kuşanır, meğerki söylenmemiş, hele böyle söylenmemiş sözün olsun, duyuşun has, tartın hassas, gözün keskin olsun.

Bugünün sanatçısı, öykücüsü, şairi, vs. daha önce hiç olmadığı kadar bencil görünüyor. Bize kendilerinden başka bir şey anlatamıyor gibiler. Fakat sizin de dâhil olduğunuz ufak bir grup kendilerinden ziyade “insan”ı, insanlığın hassalarını anlatabiliyorlar. Siz ne düşünüyorsunuz?

Kötü hakkında konuşmak insana gereksiz yere kendini iyi ve yeterli hissettirir.

Kötü hakkında konuşmak insana gereksiz yere kendini iyi ve yeterli hissettirir. Kötünün, vasatın iyiler tarafından yenilip zamanın ince eleğinin yüksek olanı tutacağı inancına da imana sarılır gibi sarılmak bana dünyaya fazla düşkünlük gibi görünüyor. Ben hep keşke Nietzsche olsam da kimse kıymet bilmese bu sayede biraz daha Nietzsche olsam yine bir şey bulamasam bu böyle devam etse diye düşünmeye yakınım. Buluş nihayettir çünkü. İnsanı genelinde hem pek de bir şeye tutmayıp hem de beğenisine hasret olmakta da utanılacak bir şey yok mu? Takdir ile yaşadığını söyleyenlere şaşacak bir şey yok mu? Bir başkasının duygusu ile insan kendi çerağını nasıl yakar, hadi yaktı bu sabahtan akşama olmaz ya, bir iki yalazlanır geçer gider, yine kendinle başbaşasın.

Eskinin manasızı başka bir manasızı uzatarak anlatır kendine de “Ama başka dünyalara meraklı yazar” dedirtirdi. Şimdinin manasızı kendinde mana bulmasa da, mana inşa etmese de, tüm maliyeti ile edinmese de bu üstümüze devrilen devirde devir çubuğu onu doğru gösteriyor. Kalabalık şimdinin şeklini alır ve şimdi ile iyi anlaşır. Bu şekli almayanı, onu beğenmeyeni beğeniyormuş, asıl kıymetli o imiş gibi yapıp yine şimdiki halin başını okşar. Asıl gayreti işi bozmasın diye iyiyi merkezden uzak tutmaktır. Çünkü gerçek iyi bir kere deşifre edildiği anda batıl zayil olur. Bu yüzden ölse gerçek iyi ile asla temasa geçmez.. Onu uzaktan över. ‘‘Ah sen orada nasılsın, ne soylu bir bilsen,” der. Kendi en ortada durup, en büyük korkusu da oradan sürülmek iken sanki özlemi kenarda durana imiş gibi yapar. Namuslu, tokgözlü, müstağni insanı sever, reddedeni sever ama onun reddettiğini kendisi yemede, onun oturmadığı sofrada oturmada bir beis görmez.

Ben hep keşke Nietzsche olsam da kimse kıymet bilmese bu sayede biraz daha Nietzsche olsam yine bir şey bulamasam bu böyle devam etse diye düşünmeye yakınım.
Ben hep keşke Nietzsche olsam da kimse kıymet bilmese bu sayede biraz daha Nietzsche olsam yine bir şey bulamasam bu böyle devam etse diye düşünmeye yakınım.

Kişi bu yüzden ayağını attığı ve “burası” dediği yeri ömür boyu kendi süpürüp temizlemek mamur etmek zorunda. Sonra orası bir kâşane de olabilir ama bunu bilen de belli etmez. İnsana kendi bildiği ve emin yerden öğrendikleri yetmek zorunda, kendine ve geçmişe inanarak yaşamak zorunda. İnsan şimdi ve gelecek ile bir bağ kurmaya çalışıyor, yani bir anlamda daha yapacağını yapmadan kader yazmaya çalışıyor ve her şeyi mahvediyor.

Yazarın şairin bencili, kendini esirgeyeni, başkasından öğreneni… olmaz.. Ama bahsi geçen “bugünün sanatçısı” nda ne hoca ne de talip var, kısa bir eğleşme, güzel bir performans, iyi vakit geçirme var. Asıl sorun günün sanatkarı diye tasnif yapıp da sonra da bu hale üzülmek. Hayatı sokakta, ortalıkta gezenler oluşturmadı hiçbir zaman, söylenen ilkin televizyondan duyulmadı. Kabirlerden öğrenecek çok daha fazla şey var.

Öykülerin çoğunda kendini belli etse bile, özellikle “Zamanın Farkında” da iyice belli olan bir hal var: Bir çeşit trans halinde, dünyaya bakıp bakıp artık içiniz almayınca yazıyor gibisiniz. Nedir yazma rutininiz?

Yazma rutini diye bir şeyi lafzen dahi bilmem. Düşünceler benimle beraber yürür, yaşar, lisanen katlanır, farklı bir duygu derecesi ile hal değiştirir. Hiç yazmayacağımı düşündüğüm sertlikte ve sadece bana ait olduğunu hissettiğim, saklamam gereken şeyler de var. Gerçek olduklarına, var olduklarına kendime göre bazı haller ile kani olduktan sonra, başka da çarem kalmayınca yazarım.

93’te basılan şiir kitabı ve oyununuzun ardından büyük bir sessizlik dönemi geldi. Nasıl geçti bu 20 sene? Metinlerinizi okuduğumuzda geleneğe büyük bir yakınlık ve vukufiyet olduğu görünmekte. Gelenekte böylesi çekilmeler, iç hesaplaşmalar, nefis tezkiyeleri mevcut. Abdülkadir Geylani Hazretleri, İmam Gazali Hazretleri gibi büyüklerin yaptıklarını “ne için” yaptıkları sorusundan mütevellit bir inziva tercihleri vardı. Sizin bu 20 yıllık sessizliğinizde de böylesi bir niyet aranabilir mi, ya da bugün böylesi bir tezkiye mümkün müdür?

Kambur’u, oyun ve şiir kitabını çok gençken yazdım. Yazarlık hiçbir vakit hayalim olmadı, ben kendim her zaman hayal içindeydim, günlük hayat gelip beni bozacak diye korkardım.” Gerçekleştirmek” bu yüzden benim hiçbir şey için arzum olmazdı, hâlâ da öyle. Nesnel gerçek ile hayatımı idame edecek kadar ilgilenir çekilirim. Bahsettiğiniz şekilde bir planlanmış inziva duygum olmadı ama bu benim için zaten önce ve şimdi ve sona kadar tek var olma, yaşama biçimidir. Böyle bir şeyden eli, bağrı boş çıkılmaz, biliyorum, başka hiçbir şey beni memnun etmez, biliyorum. Bunu bilen hep bildi, bilen yine biliyor. Her şey her zaman mümkündür. Mümkün yanı başımızdadır.

Yazma rutini diye bir şeyi lafzen dahi bilmem. Düşünceler benimle beraber yürür, yaşar, lisanen katlanır, farklı bir duygu derecesi ile hal değiştirir.

Bugünlerde bir okur olarak şahit olduğumuz bir durum var: Edebiyatın kutsallaştırılması; eğer bir kurtuluş varsa bu şairler için şiirde, öykücüler için öyküde! Edebiyatın fazlasıyla yüceltilmesi ve bir takım ideolojik dertlerin, şikâyetlerin böylesi kurgu bir metnin üzerine hem edebi hem de kuramsal olarak yüklenmesinden pek de rahatsız olunmamış gibi görünüyor. Edebiyatın bir kanonu yok ama birçok kilisesi olacak gibi... Kenarda kalmakta ısrar eden bir yazar olarak siz nasıl görüyorsunuz bütün bu mücadeleyi?

Şairin aslı kırık dökük, yerinden kalkamayan, huddamlı, yarı cinli bir adamdır, bir ömrü verir üç dize alır, ahretini ateşe atar, demeyeceğini belki de dememesi gerekeni, o şartla kendisine verileni açık eder. Şairin, yazarın, edeplinin, dünyadan yaka silkenin, utanma nedir bilenin… yeri hep kenardır, temizlik ve sükunet, emniyet ve seyir, çalışma ve fark etme buradan olur. Edebiyatın kilisesi olur mu, toplu ibadet edilen ve törene katılınan yerde iman kadar kaygan ve ince bir şey bulunur mu bilmem, ama gözün bağış kutusunda olacağı mukadder.

Edebiyat ile kitap yazanları hatta yayınevlerini, hele bir de vasatî okuru karıştırmamak gerekir. Edebiyat bütün bu olanın bitenin yüzenin gezip söylenenin içinde, bu kazanda ince bir safran tanesi kadar bile değildir. Ama maalesef kazan onun hatrına ve adına kaynatılır. Eskiler olmadık bir şeye kutsiyet atfedilince “Aslı kalmadı mı?” derlerdi. Kalmıştır, bugün de zerre miskal de olsa vardır ama aslı da bir arayan, tanıyan lazım. Şimdinin hayatı bir pozisyon alma, doğru yerde olma şeklinde. Yani aslında Azrail’e, kadere, zamansızlığa, ebediyete ve daha nelere inanan yok. Bunlara inansa nerde nasıl olsa kendini kaybolmuş ve ihmal edilmiş saymaz, an’ı hayat, bir damla terini umman sanmaz, bir koca geçmişe, büyük ruhlara, derinden gelen musikiye, bir dağın eteğinde oturabiliyor olmaya kolay dayanamaz. Günün insanının muhayyilesi az, aklı telefonunun şarjı gibi bir günün sabahından akşamına zor yetiyor, duygu coşkunlukları ve süreklilikleri, ihtilaçları taşmıyor, çok ihtiraslı görünse de bu kadarcık olan bir insanın aslında bir şeyi istemeye dahi mecalinin olmadığı, neyin istenmeye değer olana havsalasının erişmeyeceği de belli. Az istediği için de, o kadarı bildiği için de çok az alıyor. Buna da ömrünü veriyor.

Bugün bir kimlik problemi olduğu aşikâr! Kimliklerin fazlasıyla görünür olduğu/kılındığı bir pazarda yaşamaya/ alışverişe zorlanıyor gibiyiz. Kadın, Sünni, ateist, şair, Fenerbahçeli, Türk, Ermeni, faşist, anarşist, İslamcı, öykücü vs. Bütün bu kimlikler pazarının dayattığı söylemden kurtularak soralım: İnsan olarak “edebiyat”la ilgilenmek mi, yoksa edebiyatçı olarak “insan”la ilgilenmek mi doğrudur?

İnsan ne yaparsanız yapın, onun için kendinizi helak edin bunların kendisi için olduğunu anlamaz, o perişan olanı da ilk kendisi kınar, bu üst kimliklerine yaslanır, onlarsız yapamaz. İnsanın bütün derdi bu pazardan daha pahalı ve daha kolay kapı açan kimlikleri almakta, başkasının çok iş göreninden de şikayet etmedir. Kimlikler iade edilsin değil daha makbulü ile değiştirilsin ister. Vazgeçişleri, büyüklenmeleri bir kriz gibi anlık, fevkalade uçucudur. İnananı mahveder. Zaman zaman ya da işine gelmeyince sıkılır ama zenginin sigorta emeklisi maaşı yine de ihmal etmemesi gibi hep elinin altında tutar. Bu yüzden ben insan ile ilgilenmeyi Allah rızası için diye düşünürüm ve elbet bunu sezecek kırattaki çok az sayıda insan için. Yoksa insan ile artık Allah bile uğraşmıyor. Batı edebiyatı, felsefesinin uzantısı olarak bu işi uzun zaman yaptı, pek de havalıydı, cazibedardı. Ama ne olsa batılı yazar filozofların başlarına gelenden sonra akıllandı bütün bu malı mülkü kendi üstüne yaptı. Okur hiçbir şey kazamadı, yazara öyle bir hayran baktı.