Yarın arzusu

Bugün geceye koşmak istemiyorum. Bugün tavan seyretmek de yok. Bugün sadece bugün var.
Bugün geceye koşmak istemiyorum. Bugün tavan seyretmek de yok. Bugün sadece bugün var.

Tiran'ı anlatacak kelime bulmak için ceplerimi yokluyorum, üç kelime çıkıyor: sıcak, sıcak ve sıcak. Bir üç kelime daha çıkarabilirim, bakıyorum, rahat, rahat ve rahat. İşte aradığım şey. Ensemden tutup beni esir alacak bir sıcak. Bana dünü-yarını unutturacak bir sıcak. Damarımdan girip hızlıca kanıma karışacak bir sıcak.

Geceyi sırtıma giydim yattım. Üstüme geçmişi çektim uyudum. Uykuyu kabul etmediğim zamanlarda, uyku da beni kabul etmez. Böyleyken hasbelkader uyumuşsam, göz kapaklarıma iki tuğla asıldığı için uyumuşumdur. O uyku da şöyle böyle bir teşehhüt miktarı kadardır. Bu görece iyi otel odasında, herhalde bir saat kadar süren uykumu başıma yastık yapıp tavanı izliyorum. Demeyin öyle, güzeldir güzeldir. Karanlık bir odada karanlık bir tavan güzel bir imkandır. Camı açıp yıldızları seyretmek de iyidir ama bu, başkasının (Allah'ın) tasarımı üzerine kendi tasarımını inşa etmek demektir. Seven sever ama beni, bomboş, karanlık bir tavan daha çok cezbeder. Bu tavanda, Allah'ın bize verdiği tasarlama payını (ki buna cüz'i irade diyorlar) canlandırabiliyorum. Benim gibi, tasarlamadıkça yaşlanan biri için bu bulunmaz nimet. Bugün epey yorulmuş olmalıyım. Koşuşturmacalardan mıdır yoksa dünyayı sırtımda taşıdığımı hissettiğimden midir bilmem. Eşyalarımı toplamak yordu sanırım.

Geceyi sırtıma giydim yattım. Üstüme geçmişi çektim uyudum.
Geceyi sırtıma giydim yattım. Üstüme geçmişi çektim uyudum.

Yatağa iyice yumuldum. Yastıktan yayılan lavanta kokusuna teslim oldum, içime çektim de çektim. Bembeyaz, yumuşacık yorgana sarıldım, yarına sarılır gibi. Kendi hayatımı izleyen bir kameraman olmayı istediğimi düşündüm. O zaman kendimi daha iyi tanır, kendime daha çok saygı duyardım muhtemelen. En göze çarpan tarafım, herhalde durmadan geceye koşuşlarım olurdu. Sahiden, bazen günlerimi geceye doğru koşarak, ona asıl vaktinden daha çabuk ulaşmaya çalışarak geçiririm. Kötü geçen günlerimin sonunda, geceye ne kadar erken ulaşırsam güzel bir güne uyanma ihtimalimin o kadar arttığını düşünürüm. Geceyi seviyorum. Geceyi bir atölye, bir sığınak olarak görüyorum. En güzel sabahlar geceleri inşa ediliyor. Yarını doyasıya arzulayabiliyorum bu vakitte. Geçmişi bir ölü gibi görüyorum, onunla ancak üstünü örtüp uyuyorsun. Ama gelecek, yani yarın başka.

  • Kendimi bu otele atabilmem akşamın son saatlerini buldu. Resepsiyona az daha "boş bir tavanı olsun yeter," deyiverecektim. Tavan karanlık ve düzgün olduktan sonra benim evimdeki olmasa da olur. Tavan tavandır. Bu tavanda, elindeki boyalarla istediğin renkleri istediğin kadar kullanabilirsin. Eskiden silgiyi çok kullanırdım. Tavanda istemsizce beliren rahatsız edici görüntüleri silmeye çalışırdım ama psikiyatristim beni bundan men etti. O zamandan beri onları silmeye çalışmak yerine, etraflarına daha güzel şeyler çizerek daha az görünür olmalarını sağlıyorum. Bu daha iyi. Yine alıyorum fırçamı elime, sıcak, sımsıcak renklere batırdığım fırçayı sıçratıyorum. Yarın oluşmaya başlıyor. Deniz kenarında oluyorum.. yahut palmiyelerle süslü bir caddede. İnsanlar denize akıyorlar. Sıcak bir gün. Kimsenin kafasında bir mesele yok gibi. Yahut varsa da onları denize boşaltacak olmalarının rahatlığı. Ben de bir sakinliğin tesirinde, öncesiz ve sonrasız gibi yürüyorum.

Yol mu beni yavaşlatıyor, ayaklarım mı daha hızlı gitmiyor anlamıyorum. Tek bildiğim, somurtmayan, kaş çatmayan insanlar görmeyi özlemiş olmam. Burada kara çarşafla da yürüsem, sadece külot da giysem kimsenin umrunda olmaz sanırım. Türkiye'deyken böyle yürüyemem. Arnavutluk fakir ama akıllıların ülkesi galiba... Tavan artık beyaz; sabah olmuş, eşyalarımı topluyorum. Yatağı da kendi yatağımmış gibi dümdüz yapıyorum. Duşumu alırken, içimdeki akışkanlığı hissediyorum. Sabri bana yurt dışı tavsiyesi vermekle isabet etmiş. Epeydir içimde bu tatlılığı, bir şeyler yapma arzusunu duymuyordum. Helal kerataya. Esaslı bir dostmuş demek ki. Sabiha Gökçen'e bir taksiyle ulaşıyorum. Taksiyi pek kullanmam ama bu sefer söğüşlenmek pek de rahatsız etmiyor beni. Hayırlı işler taksici. Orta boy valizimi, nazikçe sürüyorum yerde. Hava güneşli, ama havalimanı soğuk. Olsun. Bana zararı yok.

Arnavutluk fakir ama akıllıların ülkesi galiba...
Arnavutluk fakir ama akıllıların ülkesi galiba...

X-Ray'den sonra kemerimi takarken insanları gözlüyorum. Bir an hepsiyle bir uçakta Arnavutluk'a gittiğimi düşünüyorum. Komik olurdu gerçekten. Arnavutluk da şaşırıp, yarımızı geri gönderiyormuş. Zaten küçücük ülke, yer yok diyormuş. Valizimi teslim ediyorum, 4 kg geliyor. Vedalaşamadan bantta yürüyüp gidiyor valiz. Güle güle diyorum ona ellerimle, uçakta görüşürüz. Görevli bir şeyler diyor, efendim diyorum, el bagajınız beyefendi, diyor. Veriyorum, kağıt yapıştırıyor. Artık hür müyüm? İyi yolculuklar diyor. Gülümsüyor. Marketten alınmış gibi bir gülümseyişle. Bekleme salonuna güneş vuruyor. Tamam, herkes Arnavutluk'a gitmiyor, anladık. Ama şu kadın, yok şuradaki beyaz elbiseli, onda bir Arnavut görüntüsü var sanki. Yanındaki de öyle. Hatta yanındakinin kaşları daha keskin, o kesin Arnavut. Şuradaki şişman kadın sürekli Arnavutluk-Türkiye arasında gidip geliyormuş gibi görünüyor.

Sanki kilometrelerce yukarıda, yüksek basınç altında düşme tehlikesiyle uçmayacak, minibüs bekliyormuş gibi bir hali var. Çantamdan bir Uykusuz çıkarıyorum. Eski sayı ama idare edeceğiz. Bakayım, üç haftalıkmış. Olsun. Dergiyi gazete gibi açıp sandalyeye kurulurken, Piriştine uçağı anons ediliyor. Karşımdaki kadınlar birer birer gidiyor. Bak en azından milliyeti doğru tahmin etmişim diyorum. Bu arada yanlış yerde oturduğumu anlıyorum ama boşver gitsin. Yanlış uçakta değilim ya. Uykusuz'u künyesine kadar okuduktan sonra çantamda bir kitap arıyorum. İyi bir yolluk yapmışım. Bir Alper Canıgüz romanı çok iyi gider şimdi. Dakikalar sonra, kendimi evimdeymiş gibi yayılmış olarak buluyorum.

Birinci bölüm: Alper Kamu'ya giriş, ikinci bölüm: Alper Kamu'nun çevresinin tahlili, üçüncü, dördüncü, beşinci bölüm... Kendi kendime attığım kahkahaları kimseye açıklamak zorunda değilim. Bunu, insanlar muhtemelen bana bakıp "niye gülüyor bu adam" dedikleri için söylüyorum. İnsanların yargılaması önemli değil ama uçağı kaçırmam kötü oluyor doğrusu. Bir roman uğruna... Aman, giderse gitsin. Valizimdekiler de yükte ağır, pahada hafif şeylerdi zaten. Bir gömlek, iki don bulamayacak mıyım. Giderse gitsin. Satış bürolarından yeni bir bilet arıyorum. 500 lira ateşlemem gerekiyor ama ne yapalım. İki saat sonrasına bir koltuk buluyorum. Az sonra bagajımı soruyor görevli, sadece el bagajım var diyorum, garipsiyor, o garipseyince ben de garipsiyorum. Bagajsız yurtdışı seyahati, minibüse biner gibi. Bu sefer doğru salonu bulup oturuyorum. Telefona, bir saat sonrası için alarm kuruyorum ve kitaba yumuluyorum.

Yarım saat geçmiyor ki, karşıma birkaç kadın geliyor. Etine dolgun kadınlar. Arnavut değillerse ben de bir şey bilmiyorum. Onların ilerisinde bir kadın var, tek oturuyor. Dikkatimi çekiyor. Kahverengi bir pantolon ve sarı bir sweat giymiş. Saçları topuz. Biraz utangaç, ama kişilik sahibi olduğunu belli eden bir bakışı var. Bir kadında en etkilendiğim şeyler. Hiç yapacağım şey değil ama bu sefer gözlerim birkaç saniye takılıyor kadına. Kadın gözlerimi cürm-i meşhud halinde yakalayınca kitabı bırakıp ayakta dolanmaya başlıyorum. Uçakta yanıma oturuyor kadın. Bileti burayaymış. Arka koltuklar boşken buraya oturmasından cesaretleniyorum. Yok... Kadınlara pek ihtiyacım olmaz ama.. bilemedim. Şimdi bu kadından hoşlanmadığımı söyleyemem. Hoşlanmak tamam ama bir lavanta kokusundan hoşlanmak gibi önemsiz bir şey mi? Yoksa içime demir mi attı?

  • İkinci şıkkı geçelim, 20 yaşında değilim artık, arada sırada birinden hoşlanmanın normal olduğunu falan düşünüyorum (düşünmeye çalışıyorum mu diyeyim), illa bir yere varacak değil ya, hoşlanırsın biter. Deveyi yardan uçuran... Kitabımı okumaya niyetleniyorum. Yarın arzusu iyi güzel ama bir kadınla mı? Bunu düşünmedim. Bir kadın bu yarını süslese fena olmaz ama bir süs bitkisi almıyorum ya. Fikirlerimi destekleyecek veya çürütecek bir şeyler yakalayabilmek için göz ucuyla kadına bakıyorum. Bacakları görünüyor sadece. Şu an onlara baktığımı görüyor olsa gerek. Başımı önüme çeviriyorum. İlk yardım kartını incelemeye başlıyorum. İlk yardım kartlarını çok önemserim, mutlaka okurum. Tabii! Zaten demin de onun için bakmıştım. Onun da var mı diye. Telefonun ön kamerasından, çaktırmadan saçımı kontrol ediyorum.

Bugün turuncu tişört ve krem pantolon giymişim, iyi kombinmiş, nasıl giyindiğimi hep kendimi başkasının gözünden değerlendirirken fark ederim. Ve o "başka"ları genellikle... Hep yaşım ilerlediği için artık bir kadına tutulmayacağımı düşünürdüm. Yok, tutulmak falan yok zaten de... Neyse ben arka koltuğa geçeyim. Aşağıda, korkutucu dağların yanında bir havalimanı var. Oraya ineceğiz. Tiran'a hoş geldim. Dağlar heyecanlandırıyor. Camdan atlayasım geliyor. Koşarak o dağdan o dağa zıplayasım. Hostesler anons ediyor. Kadın hafif mahçup durmaya devam ediyor; gerçi sadece ensesini görüyorum, belki de benim uydurmamdır. Onun da aklında ben var mıyım acaba? Bilmem. Havalimanının etrafındaki küçük küçük mahalleler, sofra örtüsünün üstündeki tabak çanak gibi dizilmiş. Birazdan kaldırılacaklar sanki. Bu sofraya konulan birer çatal veya kürdan olacağız. Tabak çanak git gide büyüyüp apartmanlaşıyor.

Zemin düzleşiyor, düzleşiyor, düzleşiyor, sapsarı, sımsıcak bir gün, sonunda tekerlekler yere değiyor, Arnavutluk'un sırtına biniyoruz. Pilotu alkışlamıyor kimse, burada böyle bir âdet yok sanırım. Pasaport kontrolünde kadın iki-üç sıra arkamda duruyor. Kontrolden hiç sorunsuz geçiyorum. Bagajları beklemeye başlıyorum. Bagajım varmış gibi. Neden böyle şeyler yapıyorum? Kendimi tamamen içgüdülerime bıraktığım için. Kadın gelmiyor buraya. Bagajı yoksa demek ki. Ön kapıdan öylece çıkıp gidiyor. İçgüdülerim durumdan rahatsız olunca, aklım başıma geliyor. Kadını takip edecek halim yok. Giderse gitsin. Bu hikaye böyle bitecekmiş, biterse bitsin. Dışarıdaki taksiciler, olta atan balıkçılar gibi duruyor. Eh binelim madem, iyi Türkçe konuşuyorsun. Beni otelime götürüyor bu sarı araba. Geniş, palmiyeli caddelerden geçiyoruz.

Trafik rahat. Antalya'da değiliz, İzmir'de de. İnsanlar mutlu sayılmazlar ama asık suratlı da değiller. Bura insanı, akşam içmeye kahveleri mevcutsa iyi hissedermiş. İyiler iyi. Otele kaydımı yaptırıp atıyorum kendimi dışarı. Öylesine, bomboş, amaçsız, denizde yüzer gibi, havada uçar gibi geziyorum şehirde. Beni tanıyan hiç ama hiç kimse yok. Kimseye açıklama yapmak zorunda değilim. Yargılanmayacak olmak ayaklarıma güç veriyor. Bütün şehri koşarak gezmek istiyorum. Her yerini, her apartmanını görmek istiyorum. Bütün ağaçlarına dokunmak istiyorum. Ana cadde boyu koşarak denize atlamak istiyorum.

Tiran'ı anlatacak kelime bulmak için ceplerimi yokluyorum, üç kelime çıkıyor: sıcak, sıcak ve sıcak. Bir üç kelime daha çıkarabilirim, bakıyorum, rahat, rahat ve rahat. İşte aradığım şey. Ensemden tutup beni esir alacak bir sıcak. Bana dünü-yarını unutturacak bir sıcak. Damarımdan girip hızlıca kanıma karışacak bir sıcak. Bugün geceye koşmak istemiyorum. Bugün tavan seyretmek de yok. Bugün sadece bugün var.