Beni Suriye üzerinden Mısır’a götürecek kaçakçıyı vurdular

YazarHayrettin Karaman

Ahıska muhaciri anne tarafının Rus Harbinden, Erzurumlu babatarafının Ermeni zulmünden kaçıp geldiği Çorum’da, demircibir babanın oğlu olarak doğan Hocaların Hocası HayrettinKaraman, okumak için verdiği mücadeleyi, matematik öğretmeniyüzünden okulu bırakıp evden kaçışını, terzilik çıraklığıve demircilik yaptığı günleri.. Askere gidebilmek için yaşınıbüyüttükten sonra Ankara’da bavulunun kapağıyla işportacılıkyapışını, ebesinin Kuran okuyuşuyla değişen hayat çizgisini,İmam Hatip öğrencisi olabilmek için 2 yıl boyunca verdiğimücadeleyi ve bitmeyen okuma azmini Doğduğum Ev’e anlattı.

1934 yılında Çorum’da dünyaya geliyorsunuz. Nasıl bir evde doğdunuz?

Benim doğduğum ev, muhtemelen annemin de doğduğu ev. O evin sahibi de annemin dedesi, Sarı İmam Şakir Efendi isimli bir zat. Ahıska muhaciri. Zaten annemin hem anne tarafı hem baba tarafı Ahıska muhaciri. Bunlar 1893 muhaciri. 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi var ya, ondan sonra büyük göç olmuş. Çorum'a gelmiş yerleşmişler. Annemin her iki dedesi birbirleriyle tanışıyorlar memleketten. Aynı mahallede birer ev almışlar. İşte o evde, yani baba tarafından olan o evde doğmuş annem, ben de o evde doğdum. Annemin birinci beyi vefat etmiş. Kızılırmak'ta boğulmuş, ölmüş. Ondan iki kızı kalmış. Dört yıl dul olarak kalmış.

Baba tarafım da Erzurum muhaciri. Onlar da 1915 civarında Ermeniler rahatsız edince oradaki Müslümanları, himayesiz de kalınca Çorum'a göçmüşler. Babam Çorum'da askerlik yapmış. Askerliği bitirince de bizim mahalleden de bir asker varmış. Annemden bahsetmiş babama. 'Yani böyle bir dul hanım var, işte iyi bir ailenin hanımı. Sen de demircisin, demirci ustası. Onların evleri müsait, bahçeleri var. Oraya bir dükkan yaparsın, hem sanatını icra edersin' falan diye babamı ikna etmiş. Babam da iç güveysi olarak oraya girmiş. İşte öyle bir evde doğdum ben.

Ermeniler çok kötülük yapmışlar

Babanızın Erzurumlu olmasına ve 1915 olaylarına dair neler biliyorsunuz?

Babam 10-15 yaşında imiş göçtüklerinde. Erzurum'un Oltu kazası var. Babamın babasının adı Rüştü. Demirci ve pehlivan. Bir de halk baytarı. Yani kendi kendine öğrenmiş. Kırık, çıkık, bazı hastalıklar, hayvan hastalıkları… Onları bilen bir insanmış. Osmanlı-Rus harbinde biz yenilince Doğu'da bazı yerler işgal edilmiş Ruslar tarafından. Bu arada ne yazık ki komşu köylerinde Ermeniler var. Bunlar onlara iyi muamele ediyorlar. Yani iyi geçiniyorlar, fakat adamlar içten içe Müslümanlara karşı bilenmişler, kinlenmişler. Belki din adamları, belki kanaat önderleri bunu onlara telkin etmiş, muhtemelen. Bizim orada otoritemiz kalmayınca, işgal olunca, Ermeniler dış güçlerden de destek alarak Müslümanlara zulmetmeye başlamışlar.

Babam Rusları metheder, Ermenileri karalardı

E bunların silahı yok, onlara mukabele edecek savaş imkanları da yok. Onlar da çok gaddar. Yani babam rahmetli, Rusları methederdi Ermenileri karalardı. Şundan, Rus’un askeri geliyor. Muntazam asker geliyor. Mesela Erzurum'a doğru gidiyor, oralardan geçiyor. Rus geliyor, bizim asker çekilmiş. Heyecanla, korkuyla biz bekliyoruz. Köyün yaşlılarının tecrübesi varmış. Babam derdi ki; “Bir tabağın içerisine tuz, bir de ekmek koydular. Bir yaşlı yolun kıyısına çıktı ve bekliyor. Önde komutan atın üzerinde, işte arkada belki birkaç atlı var. Sonra yaya Ruslar geliyor. Tam bu bizim yaşlının hizasına gelince işte selam verdi, bizimkiler aldı. Aşağıya indi adam, geldi bu ekmekten bir parça kopardı tuza batırdı ve ağzına koydu. Bu ekmek-tuz hatırı anlamına gelirdi.” Rusları böyle anlatırdı rahmetli ama Ermeniler için çok kötü şeyler söylerdi. Çünkü çok kötülük yapmışlar. Aklınıza ne geliyorsa yapmışlar o zaman. Bunlar da artık tutunamayınca 1915 civarında Mecitözü ve Çorum'a göçmüşler. Babam orada 10-15 sene kadar yaşadığından epeyce macerası da olmuş. Onları kış geceleri anlatırdı.

Hayrettin Karaman
Hayrettin Karaman

Neler anlatırdı? Bizimle paylaşabileceğiniz bir anınız var mı?

Bizim çevremiz akraba çevresi. Sonra ben evlendikten sonra kayınbiraderlerim de küçükler falan. Belki 10 kere dinlemişlerdir, 11’incide yine isterlerdi babamdan. O da “Ula oğlum anlattık işte daha evvel” derdi. “Ya Nurettin amca, ne olur olsun bir daha anlat, bir daha anlat.” Aslında anlatmaktan da hoşlanırdı. Çayı da çok sever, demlikte, çaydanlıkta bitinceye kadar içer. Kıtlama içer. Kafada hiç, onun tabiriyle 'tuy’ kalmamıştı. Şapkayı da çıkarır gece, başı da terler. Güzel de anlatırdı. Bir tanesini anlatayım. Orada bir nasihat de var. 'Oğlum her arkadaşa güvenme, güvenilecek arkadaş azdır' dedi ve şöyle bir macera anlattı:

Bunlar hayvanlarını otlatırlarmış. Arkadaşlarla beraber, herkesin birkaç hayvanı var. Otlatmaya çıkmışlar. Bunlar bir oyuna dalmışlar, hayvanlar da etrafı ağaçlarla çevrili, içinde ekenek olan, sebze vesaire olan bir bahçeye girmişler. Tabii hayvanlar tahrip ediyorlar yani yiyorlar içiyorlar. O bahçenin sahibi de ‘katil bilmem kim’ diye bilinen bir adammış. Yani böyle dehşetli bir adam. Adam görünce, eline beli almış. Bağıra bağıra geliyor. Hayvanları hem çıkaracak hem de bunları dövecek.

Her arkadaşa güvenme, güvenilecek arkadaş azdır

Demişler ki bunlar aralarında, “Nurettin” demişler “sen adamı karşıla, biz hemen etrafını çevirelim. Böylece biz onu hallederiz, bu kadar kişiyiz yani, sonra kaçarız.” “Peki” demiş babam. Bunlar bahçenin içine girmişler hayvanları çıkarmak için ama öyle kolay değil ki. “Bir hayvan geçecek kadar yer var” diyor. “Adam yetişti”. “Beli kaldırdı böyle vuruyor, ben karşıladım” diyor. “Beli tuttum, işte itekliyoruz…” Bu 10-15 yaşında, öteki adam kocaman... “O beni ben onu, bu sefer kadınlar geldi” diyor. “Onlar da yerden kesekler alıp bana vurmaya başladılar. Döndüm baktım kimse yok. Bizimkiler kaçmış, hiç kimse yok.” diyor. Onun üzerine işte tam bir hesabına denk getirmiş. Böyle itiyorlar ya, adam bunu çekerken mi ne, böyle bir bırakıvermiş. Bırakınca adam oturmuş geriye, bu oradan kaçmış. Kaçmış kurtulmuş. Adam bunun peşine düşmemiş. Bu mert bir çocuk diye. Ötekilerin peşine düşmüş, onları yakalamış ve dövmüş. O da bana dedi ki, oğlum arkadaşın olsun ama her arkadaşa güvenme, her arkadaşım diyene güvenme, güvenilecek arkadaş azdır...

Babam askerde öğrenmiş okumayı. Annem hiç okumayı öğrenmeden vefat etti. Kuran'ı Kerim okumayı bilirlerdi her ikisi de.

Babanızın zor bir mesleği var ve siz okuma taraftarısınız çocukluğunuzdan beri. Okuma talebiniz onlar için ne ifade ediyordu?

Kendileri okumamış. Onların yaşadığı devri size anlatıyorum, savaş içinde… Babaları asker diyelim. İşte amcaları asker. Evde kalmışlar. Muhacir olmuşlar. Gelmişler Mecitözü'e. E geçinecekler, baba demircilik yapıyor. Benim babam da ona çıraklık yapmış. Kalfalık yapmış. Okuma imkanı yok. Babam askerde öğrenmiş okumayı. Annem hiç okumayı öğrenmeden vefat etti. Kuran'ı Kerim okumayı bilirlerdi her ikisi de. Onu da sonradan öğrendiler. Yani kendileri okumuş da hani mesela 'biz okuduk onun için çocuklarımızı yönlendirdik' böyle bir şey yok. Babam demirci, kalfa çalıştırıyor, çırak çalıştırıyor. Bu da zor bir iştir. Yani babamın tabiriyle, 'el adamı' çalıştırmak zordur. Onun için bana dedi ki, “İlkokulu bitir, geç karşıma. Baba oğul çalışalım.” Bana sorarsan haklı. Niye? İşte el kahrı çekmeyecek oğlu nasıl olsa. Döver de söver de sever de. Akşam da aynı eve gidecekler. Babam okumamı değil de kendisiyle çalışmamı, demirci olmamı istedi. Annem benim arzuma daha çok uyan bir hanımdı. Onun bir iddiası yoktu. İlle de babamın dediği olsun da istemiyordu. Yani olsa da olur, çocuk da okumak istiyorsa da okusun. Demirci olmak istiyorsa da olsun.

Eski çakıt bisiklet
Eski çakıt bisiklet

Ben her çocuk gibi bisiklet seviyordum. Bisiklete merakım vardı. Yoktu bisikletim. Kiralıyorduk o zaman gidip 1 saatliğine. Harçlığımızla bisiklet kiralayıp onunla biraz dolaşıyorsun hemen bitiyor saati. Bisiklet satan bir mağaza var. Onun da vitrininde ithal edilmiş 'Peugeot' marka vitesli bir bisiklet var. Biz gidip ağzımızın suyu aka aka onu seyrediyoruz. Sonra gidip işte çakıt bir bisiklet kiralıyoruz. Takır tukur, takır tukur. Onu görmüş benim babam. Bir gün dedi ki, 'eğer benimle çalışırsan sana o bisikleti alayım.' Buna rağmen 'hayır' dedim. Yani buna rağmen 'yok ben okuyacağım' dedim. Okuma kararı böyle oldu. O da bir şey demedi doğrusu.

Merakla gittiğim okulu da bıraktım babama anneme söyleyemeyeceğim için de kaçtım

Ama ortaokulda okulu bırakıyorsunuz…

Evet. Sonra ortaokula girdim. Bu kadar arzu ederek girdim. Çok da memnundum. Ortada bir öğrenciydim. Orta, zayıf değil çok parlak da değil. Yılın sonuna doğru Ömer Cudi Ege diye her akşam kafa çeken ‘ağzım kokmasın’ diye de çikolata yiyen ve sınıfta bizim sıraların arasında dolaşırken de çikolata kokan, biz o zaman çikolatayı pek bilmeyiz yani... Böyle bir adam. Uzun boylu, çok sert. Matematik hocası. Beni derse kaldırdı. Sordu, yaptım. Aynen bak şöyle söyledi, 7 numaralık bildim yani 7 alacak kadar bildim 10 üzerinden. “Sıfır veriyorum” dedi sana. “Çünkü sen” dedi “çalışsaydın 10 alırdın”. Mantık böyle.

Ben de sonra çok öğretmenlik yaptım. Yani bana göre 7 alana 7 verirsin de dersin ki, 'Sen çalışırsan 10 da alabilirsin. Ama bak az çalışmışsın. Sana yakışmıyor senden bekleyeceğim budur.' Öyle değil. Şimdi bunu dedi ya bitmedi. “Kaldır elini” dedi. Elimi de kaldırdı. Şöyle bir metrelik cetvel, geometri dersinde kullanıyor onu, tam 1 metre boyunda. Onunla vurdu elime. Birazı da bu bileğime değdi, çok acıdı elim. Çok ama. O anda okulu terk etmeye karar verdim. O anda, o cetveli yedikten, o adamın hakaretinden sonra. Ama yine de yıl sonuna kadar gittim geldim okula. Bıraktım dersleri, çalışmayı falan bıraktım. İyi de yıl sonu geldi. Ne yapacağız? O dersten de kaldım. Kalacağım belli yani. Böyle bir hadise üzerine o kadar merakla gittiğim halde okulu bıraktım ve babama anneme de bunu söyleyemeyeceğim için bir gece bir otobüs bileti alıp Kırıkkale'ye kaçtım.

Hayrettin Karaman / GZT Röportaj
Hayrettin Karaman / GZT Röportaj
Bir yıl terziliğe devam ettim. Pantolon dikmeyi öğrendim. Yelek, pantolon. Ceket değil. Ceket zor.

Okulu bıraktığınız gibi evi de terk etmişsiniz. Sonra nasıl döndünüz?

Kırıkkale'de akrabamız vardı. Onların yanına gittim. Firar tecrübem az olduğu için. Bir kere otobüse adımı yazdırmışım, orada hata var. İkincisi de gittiğim yer zaten akraba. Onlar ertesi gün hemen durumu anladıkları için Çorum'a bildirmişler. Babam geldi orada beni yakaladı demeyeceğim yani geldi. Ben bir tane oğlanım o zaman daha ikinci oğlan olmadıydı. Biz 3 kardeş olduk zaten. 2 oğlan 1 kız. “Oğlum” dedi “Okursan okursun okumazsan okumazsın. Ne lüzumu var yani buraya geliyorsun. Hadi gidelim.” “Ben sana demiştim” dedi, “Ne iyi çalışırız beraber.” “Yok” dedim “Ben gelirim ama seninle çalışmam. Yani yine demirci olmam.” “Peki ne olacaksın?” “Ben” dedim “terzi olacağım”. “Peki” dedi, aldı götürdü beni iyi bir terziye. Dedi ki “Ben sizden bir şey beklemiyorum size isterseniz para da vereyim. Buna öğretin” dedi. Yani terziliği öğretin sadece kullanmayın. O da iyi bir adamdı, Bayramoğlu’nun Hafız Ağa derlerdi adına. İyi terzi.

Bir yıl da terziliğe devam ettim. Pantolon dikmeyi öğrendim. Yelek, pantolon. Ceket değil. Ceket zor. Orada da bir kalfa musallat oldu. Yani sonunda Rabbim, benim planım çizilmiş. Sonunda benim ne olacağım belli, buralardan dolandırıyor netice itibariyle. O adam musallat olmasaydı diyorum şimdi. Orada Ömer Cudi Ege olmasaydı, orta mektep, lise öyle gidecekti o iş. Hakim mi olurdum? Avukat mı olurdum? Doktor mu olurdum? Onu bilemiyorum. Sonra ne olurdum asıl, zihniyet olarak ne olurdum? İdeoloji olarak ne olurdum? Allah korusun. Kim bilir ne olurdum? Böyle söylüyorum çünkü o zaman okuyanlar öyle oluyordu. Yani çoğu öyle, çok istisnai. Yani siz lise okuyacaksınız, üniversite okuyacaksınız da aynı zamanda 5 vakit namaz kılacaksınız, işte ehli sünnet itikadına sahip olacaksınız. Bir davanız olacak hele hele. İçinde bulunduğunuz zoraki kültür değişimine karşı çıkacaksınız. Kendi kültür ve medeniyetinize sahip çıkacaksınız. Bunlar çok istisnai şeylerdi. Yani bunlara ‘imalat hatası’ diyorlar sonradan. İmalat bu değil çünkü. Yani fabrikadan bu çıkmıyor o zaman. Böyle, onun için diyorum. Allah korusun kim bilir ne olurduk diye…

Terzilik günleriniz neden sona erdi?

Bazı komşularımız vardı benim bulunduğum mahallede. Bunlar içki falan içen insanlardı. Ayrı bir mezhep meşrepleri vardı. Kendileri de içki yaparlardı yani bağları var ya şarap yaparlardı. Bizimkiler onlarla komşuluk yaparlar bayramlaşırlar. Selam sabah olur ama kalpler arasında bir duvar vardır. O duvar vardır. Bizim şarapla, küple bir alakamız olmaz. Ailemizin de olmaz. Fakat o kalfa herif içkiye alışmış. Güya o küpte yapılan da iyi olurmuş yani onlara göre... Benden bunu istiyor. Benim bunu yapmam mümkün değil. Baskı yapıyor. Yani mobbing yapıyor.

O yumruğu yeyince de terziliği bıraktım

İlla bunu yapacaksın falan diye. Ben de yapmıyorum. Kızıyor, bağırıyor, hakaret ediyor. Hatta bir gün yumrukladı beni. O yumruğu yiyince de terzi dükkanını bıraktım. Oradan çıktım geldim, “Baba ben seninle çalışacağım” dedim. 1 yıl da babamın karşısında demircilik yaptım ama çaresizlik... Oradan sonraki planım artık demirci olmak değil. Başka bir plan yaptım kendime göre, gideyim yaşımı büyüteyim. Askere gideyim gönüllü jandarma olarak. Oluyordu o zaman. Ya askerde kalırım ya da oradan döndükten sonra ticaret yaparım, bir şey yaparım diye bir plan yaptım.

Orhan ismini yazdırarak bilet aldım ve Ankara’ya gittim

Askere gitmeye karar veriyorsunuz ama tekrar firar ediyorsunuz, değil mi?

Bir seneye ihtiyacım var. 1 yıl büyütsem de yine 1 yıla ihtiyacım var. Neyse bu 1 yılı babamla çalışayım artık dedim. Demirci. Vur küt çekiçle. Hem körük çekiyorum hem çekiç vuruyorum babamın karşısında. Babam kalfaları çırakları gönderdi. Muradına nail oldu ama ben eziliyorum bu sefer. Bir de ben evladım nasıl olsa, bırakıp kaçar değilim. Bağırıyor, sinirleniyor. Yoruluyor adamcağız o da kolay değil. Bağırıyor hatta çekici attığı oluyor üzerime. Orada da 1 yıla yakın dayandım daha fazla dayanamadım. Birkaç ay kaldı, o birkaç ayı da başka yerde geçireyim bari dedim bu sefer daha tecrübeliyim, firariliği öğrendiğim için...

Orhan ismini yazdırarak bilet aldım ve Ankara’ya gittim. Ankara’da bir akrabam yok o zaman. Ankara’da, Ulus'ta şöyle arka sokakta İstanbul oteli diye salaş bir otel. 125 kuruş geceliği. Onları hatırlıyorum. Giderken de ‘nasıl olsa çalıştım, hakkım var’ diye babamın zulasından biraz para aldım. Efendim, 60 lira var. 125 kuruş gece, 125 kuruş da gündüz harcıyorum. 2.5 liraya mal oluyor bana Ankara günleri. Ve bir iş arıyorum, yaşım 18 değil. 18 olsa askere gideceğim zaten. Orada az bir mesafe var. 18'den önce de birçok yerde iş vermiyorlar.

Tahta bavul vardı. Kapağını söktüm bavulun, tornavida aldım. Bir kapak, benim dükkanım bu olacak.

Ve işportacılık günleriniz başlıyor…

Dolaşıyorum, iş arıyorum derken biraz sakalım da gelmişti. Tıraş da oluyordum o zaman. Bir tıraş makinesiyle jilet almaya karar verdim. İşportacıdan alırken bir şimşek çaktı. O işportacıyla konuşmaya başladım. Benden çok yaşlı değil… Kayseriliymiş. “Sen ne yapıyorsun?” “Ben” dedi “Burada Bent Deresi'nde Mehmet Ağa var, toptancı. Oradan öte beri alıyorum, hatta kredi açıyor. Satıyorum ödüyorum.” “İyi” dedim, “Para kazanıyor musun?” “Tabii, Allaha şükür. Günde şu kadar para kazanıyorum.” Şu kadar dediği iyi bir para… “Peki” dedim, “Bu Mehmet Ağa'ya beni de götürür müsün?” “Götürürüm” dedi. Hemen otele gittim. Tahta bavul vardı. Kapağını söktüm bavulun, tornavida aldım. Bir kapak, benim dükkanım bu olacak. Buna iki çivi çaktım, ip taktım, boynuma takıp şöyle önümde tutabiliyorum. Onu aldım geldim o arkadaşa. Arkadaşın adı şimdi aklımda değil. Ama Mehmet Ağa'yı biliyorum. Bent Deresi vardı onun başında Kayserili Mehmet Ağa. Gitti adam beni tanıttı ona. “Bu benim arkadaşım” dedi. “Bu da bunları alacak satacak.” Dedi. “Sana 45 lira kredi açarım” dedi adam. Ben de ondan ne aldım? O zaman bu muhtar çakmakları yeni çıkmıştı. Çakmak, çakmak taşı, çakmak fitili, benzin. Bak çakmak satarsan 4 şey daha satıyorsun...

Eski tahta bavul
Eski tahta bavul

Tarak çeşitleri, erkek için, bayan için. Tıraş, tıraş takımı, sabun, fırça falan. Aklımda olanlar bunlar. Herhalde bir 10 - 15 çeşit. Zaten benim dükkanım dar, küçük. Bunları aldım geldim o arkadaşa yakın bir yere durdum. Hani beni himaye eder diye. Sonra satmaya başladım orada. Lakin onlar çakmağı üç liraya satıyor. İki buçuğa alıyoruz ben iki yetmiş beşten satmaya başlayınca bana kızdılar. Ben de baktım haklılar, ben dedim bu işi seyyar yapayım. Kendi kendime. Ulus'tan Anafartalar'a kadar yürüyorum. Benim dükkanım seyyar, bavulumun kapağı. Gidiyorum, giderken satıyorum. Dönüyorum, dönerken satıyorum. Bu şekilde 3 ay Ankara'da kaldım. Para da kazandım biraz ama bu arada şey de yaklaştı. 18'i tamamlama... Ve bu arada bir tane de hemşehriye yakalandım. Ve bu hemşehrim anamın babamın beni çok aradıklarını, anamın hastalandığını söyleyince ağladım. Dayanamadım o zaman. Hemen dönmeye karar verdim bu sefer. Gittim kalanları da sattım herhalde onu hatırlamıyorum. Netice itibariyle bavulumun kapağını tekrar yerine monte ettim. Çorum'a geldim. Artık onlara da söyledim ben askere gideceğim. O zamana kadar bana müsaade edin ben gezeyim dedim. Bitmiş, bu macera bu söylediğim yerde bitmiş. Kader planında artık değişimin zamanı gelmiş.

Ebemin Kuran’ına kalbim takıldı

Bu değişim Kuranı Kerim’le oluyor sanırım?

Hayrettin Karaman
Hayrettin Karaman

Annemin annesi, evde en sofu hanım. Ebe diyorduk biz onlara. İşte ebemin Kuran'ına kalbim takıldı. Büyük yani müthiş bir şey oldu. Çünkü daha evvel Kuran dinlemedim mi? Dinledim yani. Daha güzel hafızalardan da Kuran dinlemişimdir. Çünkü ramazanlarda sofu oluyorduk arkadaşlarla beraber. Gidiyorduk. Güle söyleye teravih kılıyorduk. İşte gündüz biraz vakit geçsin de oruç fark edilmesin diye yani oruca dayanalım diye mukabele dinlediğimiz de oluyordu. İşte o gün ne olduysa oldu. O ebemin Kuran'ı arkamdan sanki bir şey sapladı, beni geri çekti. Gittim başına “ben de okuyacağım” dedim. İnanamadı. Önce şöyle baktı. Gözlüğünün üstünden. Sonra inanınca ağladı. “Git bir abdest al gel” dedi. “Bir de Elif Ba bulalım” dedi. “Elif Ba olmaz” dedim, “senin şu okuduğun Mushaf’tan olacak. Buradan başlayacağız, buradan okuyacağım” dedim. Olmaz demedi. Allahtan harfleri biliyordum, sadece harfleri biliyordum. O gün 'gul euzu bi rabbinnas'dan başladık. Öyle tarif ede ede. Bir satır okuttu. Ve kaderim o gün değişti. O günden bu güne geldik hala okuyorum. Hala 'gul euzu bi rabbinnas'ı okuyorum. Allaha şükür.

Bu durumda planlarınız da değişti. İmam hatip öğrencisi oluncaya kadar hangi yollardan geçtiniz?

Tabii şimdi bütün plan bozuldu. Daha askere gidecektim. Bir hafta, 10-15 gün falan ebemle okudum. Sökme derler, söktüm yani okuyabiliyorum. Biraz zorlayarak okuyorum. Ama ebem dedi ki, akıllı hanım… “Benim tecvidim eksik olabilir. Yani ben sana yanlış öğretirsem onu düzeltmek zor olur. Kuran kursuna gönderelim seni” dedi. Artık ben, kıştı da galiba. Hemen mesh lastik aldım. 5 vakit namaza başladım. İş tamamen değişti. Arkadaşlarımı terk ettim, gece arkadaşlarımı sinemaya falan gittiğimiz... Yani bütün hayatım değişti. Enteresan bir şey. O zevklerim hiç kalmadı. Bir tek zevk, şu Kuran'ı Kerim'i okuyayım. Okuyayım…

Sonra Kuran Kursuna gittim. İşte orada ilerlettim. Tecvit falan daha rahat okuyorum. Kuran kursunun hocası, kalfalar dinler ya benim gibi çömezleri, o beni kendi dinlemeyi tercih ediyordu. Onun da sebebi var da. Ben o kadar maceradan geçmiş bir adamım. Bir terslik yaparlarsa diye, o beni kendi dinliyor. Ya da bu Allahtan yani diyorum sonuçta.

Siz bana ‘ohoo’ derseniz ben o ‘ohoo'nun peşine düşerim

Çünkü kalfa Kuranı Kerim'i okur güzel okur, hafızdır da. Ama manasını bilmez. Hoca alim. Hocam dinlerken, “Bak Hayrettin” diyor bana. “Burada Allah teala ne diyor?” diye onu tercüme ediyor. Ve açıklıyor. Bunu birkaç kere yapınca “Allah Allah” dedim “Ya ben okuyorum anlamıyorum. Halbuki Türkçede ben bir şey okuyorum anlıyorum. Allah Allah bu nasıl bir şey ki ben bunu okuyorum ama anlamıyorum.” Soru bu. Bunu sordum hocama. “Aaa” dedi “o ayrı bir şey. Okumak kolay. Ama anlamak zor” dedi. “Olsun, ben bunu anlamak istiyorum hocam” dedim. “Siz bana anlatınca çok zevk aldım. Yani bunun asıl tadı oradaymış ve ben bunu anlamak istiyorum” deyince “Ohoo” dedi. İşte bu ‘ohoo’ benim çok işime yarar hayatım boyunca. Siz bana ‘ohoo’ derseniz ben o ‘ohoo'nun peşine düşerim. Böyle bir şey. “Ohoo mu hocam? Niye” deyince. “Arabiyat okumak lazım” dedi. O neyse o Arabiyat. “Onu okuyayım hocam, bana onu okutun.” dedim. “Ben memurum, okutamam, yasak” dedi. “E kim okutur?” “Ahıska muhaciri Server Efendi var, bakkallık yapıyor” dedi. Müderris...

Ahıska'da 1937'de komünistler öldürmeye karar vermişler. Kaçmış, kaçabilmiş bir hoca. Çorum'a gelmiş bakkallık yapıyor. Ya benim okuduğum zamanlarda hocaların şeyi bu, hadi bu kelimeyi kullanayım itibarı bu yani... Hoca bakkallık yapıyor. Halbuki Müderris adam… Peki. Ona gittik. Ne gördüm biliyor musunuz? Benim şu Zahide ebem var ya bana Kuran okutan, onun babası Rüştü Efendi var ya o Rüştü Efendi'nin talebesinden okumuş bu Server Efendi. Şu dedeye bak dedeye. Dedenin talebesinin talebesini Çorum'da buluyorum ben. Ne cilveleri var değil mi? Ondan sonra ona gittik, Allah razı olsun. O, “Tamam okuyalım da” dedi, orada 4-5 tane talebesi var. Hepsi yaşlı yaşlı adamlar. “Biz şimdi bunlarla bir yere kadar geldik, sen buradan başlayamazsın. Molla Yahya var. O biraz sarf bilir. Sen Molla Yahya'ya git. Selam söyle, o sana sarfı okutsun. O zamana kadar biz bunu bitirir, başa döneriz. Sen de gelir oradan katılırsın” dedi.

Molla Yahya'ya gittim. Molla Yahya “Bir emsile bul getir” dedi. Çorum'da 3 gün emsile aradık. Bulamadık. Emsile kitabını bulamadık. Emsile neyse? Onu da yeni harflerle yazdım, emsile diye... Arıyoruz arıyoruz bulamadık. Neyse Molla Yahya'nın kendi kitabı bana okutuyor veriyor. Eve getiriyorum evde çalışıyorum tekrar götürüyorum... Sonra babamın bir manifaturacı ahbabı İstanbul’a gidip geliyor, ona sipariş ettik. Neyse Allah razı olsun oradan, İstanbul’dan satın aldı geldi. Bir sardı, bir sardı. Nasıl okuyorum, nasıl seviniyorum… Başka hiçbir şey düşünmüyorum.

Okumam için beni Suriye’ye götürecek olan kaçakçı sınırda vuruldu

Neredeyse bir kaçakçının peşinden yurt dışına gidecekmişsiniz okumak için, doğru mu bu?

Askerlik geldi. Yani askerlik yaklaştı. Şimdi artık gönüllü gitmeyeceğim. Ama askerlik yaklaştı ve eğer ben askere gidersem de hevesim biter mi onu bilmiyorum. Ama 2 yıl askerlik. Sonra geleceğim, koca adam olmuşum, hayat lazım vesaire. Bu aksayacak yani. Bir de çok seviyorum, bırakmak istemiyorum. Ve askerlik ara verdirecek bana diye bir çare aramaya başladım. Ne yapayım, bende çare çok. Dedim ‘ben Arabistan'a gideyim’. Onu da nereden biliyorum? Kuran'ı Kerim hocam vardı ya, onun bir talebesi, o da hafızlık yapmış Osmancıklı. Şerafettin isimli bir ağabey. O Mısır'a gitmiş Kahire'de okuyor. Türkiye’ye gelmiş hocasını ziyarete gelmiş. Hocam bana Kuran'ı Kerim okuturken oraya geldi. Orada onu tanıdım. Aaa Mısır, Kahire, El Ezher diye bir yer var. Bu orada Arapça okuyor falan. Bu dikkatimi çekti. ‘Ben de gideyim oraya o zaman öyleyse. Bitince gelirim nasılsa, o zaman askerliğimi de yaparım’ dedim.

Ona teşebbüs ettim, bir kaçakçı bulduk. Beni Suriye'ye götürecek. Suriye'den de Kahire'ye gideceğim. O kaçakçı dedi ki, “Suriye'de Türk talebeler var. Ben onlarla bir konuşayım seni oradan Kahire'ye gönderebilirler mi? Bir öğreneyim, bu defa gitmeyelim beraber. Ben her ay gidiyorum. 1 ay sonra gideriz.” O geçişte vurdular adamı. O kaçakçıyı. O orada vurulunca aile korktu. Öyle bir çaresizlik içine düştüğüm anda imam hatip okullarının açılışı ilan edildi.

Hayrettin Karaman
Hayrettin Karaman

İmam hatipler açılıyor ancak sizin imam hatipli olmanız pek kolay olmuyor. Nasıl bir mücadele verdiniz?

İmam hatip okulları açılmış. Demek ki 1951, yani oraya gelmişiz. Şimdi o zaman da benim yaşım denk gelmiyor. Ben 18'e büyütmüşüm. En fazla 17 yaşına kadar imam hatip ortaya talebe alıyorlar. 1 yıl uğraştım o iş için, o yüzden de 1 yıl geri kaldım. Önce kendime göre bir meşruiyet fetvası verdim. Bu fetva nasıl? Benim bu yaşım sahte, ben 32'li değilim ki. Ben 34'lüyüm. Öyleyse ben şu nüfus cüzdanıyla tasdiknamedeki o tarihleri uygun bir şekilde yine 34'e çevireyim. Ondan sonra da gider kaydolurum dedim. Cahillik var ya, bilmiyorsun. Öyle yaptım gittim. Memnuniyetle kabul ettiler. Biraz geciktim bu çareleri düşününceye kadar. Gecikince neredeyse 1 ay kaldı 1. sömestrın bitmesine.

7 yerde imam hatip vardı. Mektup yazdım ilk cevap Konya'dan geldiği için Konya'ya gittim. 1 ay kadar okudum. Okula kaydettiler. Çok da iyi gidiyor her şey… Fakat bilmediğim bir şey varmış. Siz bir okula gidince nereden geldiyseniz oradan dosya istenir dolayısıyla o dosya oraya gelirmiş. Şimdi o dosya oraya gelince tutarsızlıklar oluşmuş. Sonra bir iyi incelemişler bakmışlar ki, burada yazılmış çizilmiş şeyler var. Onun üzerine beni mektepten tard ettiler… Çok sevdikleri halde.

Müdür dedi ki, “Ya oğlum nasıl bir iş bu, ben anlamıyorum. Senin kendi diploman, nüfus cüzdanın vesaire yok mu?” Ben de ağlaya ağlaya anlattım. Durum bu, ben aslında vaktiyle bir cahillik yaptım. Yaşımı büyüttüm, aslında bu yaştayım ben. Bu doğru, doğru olan benim yazdığım. “Bu olur mu oğlum?” diyor. Avukat adam, emekli avukat. “Olur mu oğlum? Buna evrakta sahtekarlık denir. Mahkemeye intikal etsem sana ceza verirler” diyor. “Sen en iyisi mi bana hiç gelmedin, buraya hiç gelmedin. Ben seni hiç görmedim, sen de beni görmedin” böyle söylüyor… Ağladım sızladım baktım olacak gibi değil. O yılı öyle kaybettim.

İmam Hatibe kaydedilebilmek için Tevfik İleri’ye telgraf çektim

Bu arada aklınıza iyi bir fikir geliyor değil mi?

Geldi tabii. Ama bu arada hep ben okuyorum onu söyleyeyim. Yani dışarıdan. Gider gitmez Konya'ya hoca buldum. Çorum'da nerede kaldım oradan devam ediyorum. Önce otelde kalıyordum orası pahalı oluyor. Sonra yurda girdim, paralı yurt o zaman. Nerede şimdiki gibi öyle bedava yurtlar, burslar falan hiçbir şey yok o tarihte. Burada hem okudum hem de yeni baştan nüfus cüzdanı ve o nüfus cüzdanına göre de tekrar ilkokuldan imtihana girerek diploma aldım. Şimdi iş tamamen temizlendi. Yani ben yeniden doğmuş gibi bir adamım. Diplomam da var taze taze almışım, dışarıdan giderek almışım… Nüfus cüzdanım da var.

İşte onunla gittim 2. yıl. 1935 şeklinde kaydetmiştik. Bu sefer de 17'ye girmiş oluyorum. Dediler ki, “Bu yıl 17'yi almıyoruz. 16'ya kadar alıyoruz.” “Ya ben geçen sene buraya devam ettim.” O müdür ölmüş, “O müdür bana söz verdi”. Anlattım ben ona gittim ben böyle yapacağım diye... “Sen bunları yaparsan, çalış seni Eylül'de imtihan eder ikiye alırım. Burada okumuşsun gibi” dedi. Bunu söyledim güldüler... İkinciye gittim. “Böyle şey olur mu ya?” dediler. “Onu unut, 1’e de almıyoruz” dediler. “2’yi unut, 1’ de almıyoruz”…

Ben de onun üzerine Tevfik İleri diye bir Anadolu insanı çok değerli bir insan. Maarif vekiliydi o zaman. Otelden ona telgraf çektim. Bir veya iki gün sonra telgrafıma cevap yazdı o zat. Ama ben telgrafı roman gibi yazdım yalnız onu bilesin. O da “Madem bu kadar arzu ediyorsun böyle de geçmişin var. Tamam sen git, kaydetsinler seni” diye cevap yazdı. Geldim adama, o dedi ki “Bu sana hitap ediyor, bana değil. Ben seni kaydetmem” dedi. “Ama Milli Eğitim Bakanı söylüyor git kaydetsinler diye” dedim. “Bana söylemiyor” dedi. Milli Eğitim Müdürü'ne gittim. Milli Eğitim Müdürü dedi ki, “Sen bu kadar akıllı, becerikli bir adamsın. O okulda ne işin var” dedi. “Ama ben oraya gitmek istiyorum.” “Oraya gitmek istiyorsan git. Ben gönderemiyorum” dedi. “Yapmıyorum.” Yani kovdu kibarca. Ben de çıktım bir telgraf daha yazdım. O ikinci telgrafın cevabı bana gelmedi. Çünkü onlar ‘bana gelmedi’ deyip duruyorlar ya, bu defa onlara gelmiş. Bu sefer onlar fellik fellik Konya'da beni aradılar. Buldular, kaydettiler ve işte öyle girdik imam hatibe.

'İkiyi unut bire de almıyoruz'

Sonunda İmam Hatipli oluyorsunuz ama mezun olabilene kadar 2 çocuk sahibi oluyorsunuz..

Çok güzel, doğru söylüyorsun. Çünkü gerçek yaşımda 18'de girmiş oldum ya imam hatibe. 4 yıldı orta kısmı. 22 yaşıma girdim orta bittiğinde... E şimdiki gibi öyle 35-40 yaşında evlenmiyorduk ki biz. O zaman insanlar 20 yaşını geçince, askerden dönünce evleniyorlardı. Benim de arkadaşlarım, eşim dostum evlendi. Ben de doğrusu evlenmek arzu ediyordum. Hanımefendinin babası mahkemede başkatip idi. Benim babam demirci ama dost bunlar, arkadaşlar. Tanışıyoruz kendisiyle. Onun oğlu da imam hatibe geliyor beraber kalıyoruz. Kızı olduğunu bilmiyorum. Yani öyle işte o zamanki hayat. Varmış meğer. Bizimkiler de onu uygun görmüşler, bana yazdılar Konya'ya.

‘Allah Allah ya Nurettin amcanın kızı var da oğlu da şu olduğuna göre, bu da yakışıklı çocuk. O da öyledir’ falan... “Olabilir ben de geleceğim zaten tatilde” dedim. Geldik, fakat göstermediler. “Yok” dediler, “öyle göstermek yok. Yani alırsan alırsın, beğenirsen beğenirsin, yoksa yok”. Resmini istedim, resmi yok. 3 yaşında mı elinde üzüm salkımıyla çekilmiş bir resmi varmış. O benim Kuran hocam olan var ya beni çok seven Zahide ebem. Sevine sevine “Resmini getirdim sana Hayrican..” Bana Hayrican derdi... Çıkardı böyle, 3 yaşında. Elinde üzüm salkımı. Dedim “Ebe ya, ya ben bundan nasıl anlayacağım onu? Bu çocuk.” “Yokmuş” dedi, “başka resmi yokmuş.” Öyle Allah'a şükür işte 3 yıl nişanlı kaldık. Bu dediğim ortada oluyor zaten daha. Hiç olmazsa orta bitsin de demiş kayınpederim, ondan sonra evlendirelim. Bir de resmen evlenmemiz de mümkün değil. Ama bana güveniyor, beni çok severdi kayınpederim. Nikahlarını yaparız, evlenirler mektebi bitirince de resmisini yaparız demişler, öyle evlendik.

Olmaz. Orası da fakültedir. Oraya lise mezunları girer. İmam Hatip mezunu giremez. Böyleydi durum, biz mezun olduğumuzda.

Büyük mücadelelerle İmam Hatipli olmuşsunuz. İslam Enstitüleri’ne girişiniz nasıl oldu?

7 yıllık imam hatip okullarını açtılar. Demokrat Parti dediğimiz parti ikilemli bir partiydi. Başında Celal Bayar vardı, masondu. Bakanların bir kısmı masondu. Mesela Tevfik İleri mason değildi, Müslümandı. Menderes Mason değildi, inançlıydı falan. Böyle bir karma iktidar var… Ve aralarında da mücadele var. Yani iktidarda kalmak için ne kadarına muhtaç ise tavizin ondan bir gram fazlasını vermek istemeyen bir taraf var, bir de Menderes gibi Tevfik İleri gibi 'ya çok sıkıldı yani bu kadar sıkılmamalıydı bu iş, baskı olmamalıydı. Tamam şeriatla yönetim olmasın ama halk biraz daha rahatlasın. İşte Kuran okuma olsun, mektepler olsun. Bu çocuklar da okusun' vesaire gibi 'ezan aslına dönsün, hac serbest bırakılsın' falan gibi... Onlar bunu zorluyorlar, öbürleri de olsun olmasın…

İmam hatip mekteplerini şöyle dizayn etmişlerdi. 4 yıl orta, 3 yıl lise. Orta, lise yok. 1. Kısım, 2. kısım. Bu kelimeleri kullanmıyorlardı bak. ‘2. kısımdan mezun olana diploma verelim, imam olsunlar, müezzin olsunlar’ Bitti bu kadar... E okumak isterlerse. Yok. Bunlar lise mezunu değil. Ankara'daki İlahiyat var, hiç olmazsa orada okusunlar. Olmaz. Orası da fakültedir. Oraya lise mezunları girer. İmam hatip mezunu giremez. Böyleydi durum, biz mezun olduğumuzda.

Ben ikinci yıl mezun oldum. Birinci yıl mezun olan arkadaşlarımız, o zaman da yedek subay hakkı vardı yedi yıl orta öğretimi bitirenlere. Ona da biraz heveslenerek birçoğu askere gitti. Kalanlarla birlikte biz zorladık, veliler, işte o zamanki basın yayında biraz bizim camiayı tutan Sebilürreşat gibi dergiler. Ve iktidarın müspet kanadı sayesinde bizi üniversiteye almadılar ama Yüksek İslam Enstitüsü'nü açmaya karar verdiler ve İstanbul'da 1959 yılında Draman’da, İstanbul İmam Hatip Okulu'nun bulunduğu yerde. İmam Hatip Okulu vardı. Koca İstanbul’da Yüksek İslam Enstitüsü için bir bina bulunmaz mı? Bir bina bulunmaz mı Allah aşkına. Onun üst katından birkaç oda boşalttılar, en alt katta da yemekhaneden biraz böldüler. Bize yemekhane yaptılar. Bir kısmı yatılı, bir kısmı gündüzlü olmak üzere Yüksek İslam'ı açtılar ve biz orada yüksek tahsile başladık.

Çantamda Daima Bir Kitap Olurdu

Okumanın peşini bırakmıyorsunuz…

Doğru. Okumayı hiç bırakmadım. Yani şu anda bile, evde okumayı bırakın da mesela bir yere gideceğim, gideceğim yerde bekleme ihtimalim var. 1 saat, yarım saat, 2 saat. Bu ihtimal varsa mutlaka yanımda bir kitap vardır. Yani bir çantam vardır, bir kitap vardır. Yoksa çok sıkılırım orada bir şey okumam lazım diye. Ben imam hatip okulunda okuduğum sürece, Yüksek İslam'da okuduğum sürece derslerde de okudum.

Dersler ikiye ayrılıyordu. 1, benim dinlemem gereken dersler. 2, benim okutacağım dersler. E okutacağım dersleri ben niye dinleyeyim yani. Kimseyi rahatsız etmeden arka taraflara oturayım. Önümde de şöyle gövdeli arkadaşlar olsun. Kitabımı açayım ben okuyayım. Kimseye zararım yok. Gürültüm yok, patırtım yok. Çünkü fuzuli benim o dersi… Adam diyelim Arapça'nın başlangıcını okutuyor. Ben Arapça Edebiyatı okutuyorum dışarıda insanlara. Hakikaten fuzuli yani, yazık olacak. O 45 dakikalara kıyamazdım. Çantamda daima bir kitap olurdu. Açar okurdum. Yüksek İslam'da da bu böyle devam etti.

Siz Yüksek İslam’da okurken darbe oluyor. Sizi etkiledi mi?

1960 darbesi oldu. 1959'da açıldı 1 yıl sonra darbe oldu. Darbe olunca 147 tane üniversite hocasını attılar üniversiteden. Sonra da bunlar aç kalmasın diye galiba bir yerlere yerleştirdiler, bir kısmını da Yüksek İslam'a hoca olarak gönderdiler. Mesela Recai Galip Okandan. Umumi amme hukuku, eski tabirle. Ordinaryus Profesör. Bize geldi adam. Diyelim mesela fıkıh tarihi okutacak, öyle bir şey. İyi hatırlıyorum, Necmettin Berkin isimli bir Ticaret Hukuku Profesörü vardı, bize mantık dersine geldi. Yani ücret, maaş alsın işte oradan falan diye galiba.

Şimdi adını söylemeyeyim bir başka hoca var. O da Edebiyat Profesörü. Galiba doçentlik çalışması Türk Edebiyatı'nda Manzum Kırk Hadis Tercümeleri. Yani kırk hadisleri şiir şeklinde Türkçeye tercüme etmişler. Zaten bu zat edebiyatçı. Onun üzerine bir çalışma yapmış. Şimdi ‘kırk hadis’ kelimesi geçiyor ya orada, tutmuşlar bunu Yüksek İslam'a Hadis hocası olarak tayin etmişler. Adam gidiyor, Türkçe Ahmet Naim Bey'in bir kitabı var. Ondan yazıyor deftere, sarı bir deftere yazıyor. Sonra geliyor bunu yazdırıyor. Yani parmakları kırılıyor arkadaşların. Ders boyu yazdırıyor, defterlere yazdırıyor. Ben iki ders sonra bunun kaynağını keşfettim. Arkadaşlara da söyledim. ‘Tecrit Saati’ diye bir kitap vardı. Diyanet onu neşretti. Oradan alıyor. Ben onu daha evvel okudum, ben onun 12 cildini okudum hakikaten... Yani İmam Hatip'in son sınıfıyla Yüksek İslam'ın ilk sınıfındaydı bitirdim 12 cildini. Ya ben onu biliyorum. Sonra Hadis Usulü’nün ben Arapçasını da okudum. Bu bir de yazdırıyor. Ben dedim ki, ben yazmayayım, arkadaşlar da yazıyor zaten. O ne yazdırıyorsa ona bir bakarım ben Allahın izniyle yazarım diye.

Orada da yine kitap okudum fakat yakalandım ona… Ters bir adam o bana çok hakaret etti, kitabımı aldı elimden duvara fırlattı. “Benim gibi bir profesörün dersini dinlemiyorsun. Bir baldırı çıplak Arap’ın kitabını okuyorsun” dedi. Benim okuduğum kitap da Ebu Hanife'nin kitabıydı. İmam Ebu Hanife'nin 4 küçük risalesi var, ondan bir metin yazmış bir alim yapmış. Hepsini birleştirmiş. Kemalettin Beyazi El Hanefi diye bir zat. Ona da bir şerh yazmış. O kitabı okuyordum ben orada. Bilmiyor cahil adam. Bilse onu demez. Öyle de kazalar oldu. Bu okuma merakı yüzünden.

Yakalandım ona. ‘Benim gibi bir profesörün dersini dinlemiyorsun. Bir baldırı çıplak Arap’ın kitabını okuyorsun’ dedi. Benim okuduğum kitap da Ebu Hanife'nin kitabıydı.

İmamlık, vaizlik, öğretmenlik yaptığınız günlerden İslam Hukuku Profesörü oluşunuza kadar geçen süreç nasıl gelişti?

Konya imam hatipte okurken imamlık yaptım. Yüksek İslam'ın ilk 2 senesini yatılı okudum. Çünkü burada taşra imam hatiplerden gelenleri gündüzlü almadılar. O ilk yıllarda yatılı aldılar. Yatılı olunca da ben çoluk çocuğumu ve eşimi babama bıraktım Çorum'a. Yatılı 2 yılı öyle okudum. Son 2 yıl da Kadıköy Merkez Vaizi oldum. İmam değil de vaiz oldum. Son 2 yıl da çoluk çocuğumu da getirdim İstanbul'a vaiz olarak, sonra 2 yıl okudum. Mezun olduk. Mezun olunca İstanbul İmam Hatip Okulu'na öğretmen oldum. 2 yıl orada öğretmenlik yaptım. Arapça, fıkıh ve hadis derslerine girdim daha çok orada. Ve bunların da kitaplarını yazdım o 2 yıl içerisinde. Arapça kitaplarını merhum arkadaşım Bekir Topaloğlu ile beraber yazdık.

Bekir Topaloğlu
Bekir Topaloğlu

Bir Arapça Sarf Nahiv, bir Arapça Okuma ve Eski Metinler kitabı. Bir de Arapça-Türkçe lügat, bunları yaptık. Bir Hadis Usulu kitabı yazdım, bir Fıkıh Usulu kitabı yazdım, bir de 3 Demet Kırk Hadis kitabı yazdım. Yani 120 hadis seçtim, onları işledim çocuklara ders kitabı haline getirdim. Bu iki sene içerisinde bunları yaptım yani. Hem dersi okuttum hem bunları yaptım.

O iki yıldan sonra Yüksek İslam'a 12 kadro gönderdiler. Asistan kadrosu. İmtihan açtılar. O imtihana girebilmek için 2 yıl öğretmenlik yapma şartı vardı. Biz de onu yapmış olduk. Sonra Allah nasip etti ben fıkıh asistanı oldum. Bekir Bey kelam asistanı oldu. 1 yıl sonra Yaşar Kandemir bey hadis asistanı oldu. İşte arkadaşlarımız Tayyar Altıkulaç tefsir asistanı oldu. Bu sefer Yüksek İslam'da beraber olduk dava arkadaşlarımızla. Artık bizim bir davamız da vardı. Bu davaya göre bir kadromuz da vardı. Ve bizim bir çalışma plan programımız da vardı. O çerçevede orada çalışmaya başladık.

Biz Yüksek İslam hocası olduğumuzda yani asistanlık bittiğinde hala Yüksek İslam'dı orası. 1965'te biz asistan olduk. Halbuki 1982'de Yüksek İslam fakülte oldu yani arada biz 10 yıldan fazla Yüksek İslam'da Öğretim Üyesi olarak çalıştık. Hatta ben İzmir'e tayin edildim, 5 yıl orada hocalık yaptım. 1970-75 arasında. Orada damadımı okuttum, damadım olan genci okutmuş oldum. Mezun olunca da kızımı verdim ona. Uludağ'da rektör olan Ahmet Saim Kılavuz, orada öğrencim oldu. Sonra İstanbul'a geldim. İstanbul'da çalışmaya devam ettik.

1982'de üniversite oldu. Üniversite olunca biz yeni baştan talebeliğe soyunduk. Yani 10-12 sene kodaman kodaman Yüksek Okul hocası olmuşuz bir sürü talebemiz olmuş falan. Bize dediler ki, ‘Siz eğer bu üniversitelerde de hoca olarak çalışmak istiyorsanız, çalışacaksınız. Dil imtihanı vereceksiniz, tez hazırlayacaksınız. Doktora, sonra yardımcı doçent, sonra doçent bunları olursanız burada kalırsınız. Yoksa size Öğretim Görevlisi diye bir kadro veririz orada çalışırken oraya bir Öğretim Üyesi geldiğinde sizin işiniz biter.’ dediler. Biz de işimiz bitmesin dedik, öğrenmenin yaşı yoktur dedik.

Besmeleyi çektik yeni baştan.. Doktora yaptık, yardımcı doçentlik yaptık. Kocaman kocaman adamlar gittik Ankara'da dil imtihanın girdik. Arapça'dan sözlü imtihanına girdiğimizde bizi imtihan eden insanlar bizim abilerimiz ve dostlarımız, arkadaşlarımız. Ya kusura bakmayın falan diyorlar. Arapça konuşuyoruz orada karşılıklı. İşte imtihan öyle oluyor yani. Daha hoş bir şey var, yardımcı doçentlik imtihanında jüri üyelerinden biri benim öğrencimdi… Mesela böyle hoş güzel şeyler oldu sonra elhamdülillah işte profesör de olduk. Ondan sonra emekli de olduk.

İmam Hatip, Yüksek İslam ve İlahiyat Fakülteleri süreçlerinin hep ilklerine şahit olmuşsunuz. Bildiğim kadarıyla çocuklarınıza ve torunlarınıza da bir vasiyetiniz var…

İmam hatibe sevk ediyorum. Ve diyorum ki, orta - lise olarak imam hatip okumanızı şart koşuyorum. Ondan sonra bir şartım var, eğer ilahiyata gitmeyecekseniz herhangi başka bir branş okuyacaksınız onun da hocası olmanızı istiyorum. Diyorum ve onlar da oluyor… Allah lütfediyor.