"Cami, İslam medeniyetinin merkezidir."

SanatçıHüseyin Kutlu

İslam medeniyetini yaşatmak için insanlığa hizmet etmek gibi bir derdi olan Hattat Hüseyin Kutlu; hat sanatıyla nasıl tanıştığını, camilerin medeniyetimizdeki yerini, icazet müessesesi hakkında düşüncelerini, Bilim Kültür ve Sanat Derneği'nin kuruluş amacını ve daha birçok konuyla alakalı düşüncelerini GZT okurlarıyla paylaştı.

Felsefe-İmamlık-Hüsn-i Hat Hüseyin Kutlu’nun hayatında nasıl dizelendi? İnsanın bir irade-i cüz’iyesi var. Allah-ü Teâlâ’nın verdiği küçük bir yetkidir o. Bir de irade-i külliye var. Yani bu kâinatı varlık âlemini yoktan var eden, yöneten bir yüce irade var. Bizim irademiz sınırlıdır. Seçmek, yönelmek gibi... Hayatımda tezatlar gibi görünen şeylerin daha çok irade-i külliyenin alanında olduğunu düşünüyorum.

1949 yılında Konya'da doğdu.
1949 yılında Konya'da doğdu.

Yani benim mutaassıp, mütedeyyin bir çevrede doğmuş belli bir yaşa kadar orada büyümüş olmam benim tercihim değil. Dolayısıyla bütün bunları bir sevk-i ilahi olarak mütalaa ediyorum. Bizi gerek ailemiz, gerek hocalarımız kendi için değil, kutsal değerleri için yaşayan insanlar olarak yetiştirmeye çalıştılar. Yani biz niye varız? Bu kutsal değerlere hizmet için varız. İnsanların, bilhassa gençliğin yanlış ideolojik düşüncelerden kaynaklanan bir yol sapması ile karşı karşıya olduklarını düşündük. Biz de tabi hizmet için yaratılmışız. O halde yolunu eğri tutmuş olanlara hizmet etmeliyiz. Felsefe okuyanlar sapıtıyor. Dolasıyla biz bu sahaya el atıp yolunu şaşıranlara yol göstermeliyiz. Yani “emr-i bil ma’ruf, nehy-i anil münker”. Felsefe faslı böyle başlamış oldu.

Hattat Hamid
Hattat Hamid

Hat sanatında icazet müessesesi hakkında neler söylemek istersiniz? İcazet, bugünün ifadesi ile diploma sadece hat sanatına mahsus değil. Bizde bu bir gelenektir. İlmiyede icazet vardır, tarikatta, tasavvufta icazet vardır. Hatta zenaatlarda dahi kuşak, kuşandırmak, şet kuşanmak o da bir icazettir. Peki, icazet ile diplomanın ne farkı var?Diploma okuldan alınır icazet ise hocadan. Dolayısıyla bunu bir şeceresi vardır yani nesebi bellidir. Hoca der ki; ben bu hat sanatını icra yetkisini filana verdim. Ben filandan o filandan aldı derken nihayet gider bir uluya dayanır bu şecere. Bir hak dostuna, bir Allah dostuna gider dayanır. O ulu kişiye pir denir. Çiftçilerin piri kimdir? Hz. Âdem (a.s). Terzilerin Hz. İdris (a.s), demircilerin Hz. Davut (a.s), marangozların Habib-i Neccar, berberlerin Selman-ı Paki, hattatların piri Hz. Ali Efendimiz...

1966-1967'de Konya İmam Hatip Okulu'ndan mezun oldu.
1966-1967'de Konya İmam Hatip Okulu'ndan mezun oldu.
1968 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ne kaydoldu.
1968 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ne kaydoldu.

İcazet ile diplomanın ne farkı var?

Şimdi, bu icazetin biraz önce arz ettiğim gibi, diplomadan farkı şudur; diploma okul tarafından verilir. Diplomada ‘Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı, falan okuldan mezun olmuştur’ diyor. Hocası kim, belli değil. İcazette ise okul yazılmaz. Hocası, hocasının hocası şeklinde, şecere olur. Bana kızmasınlar, yanlış anlaşılmasın, diplomaya niye böyle hücum ediyorsun denmesin ama bu farkı şöyle bir örnekle belki daha iyi ifade edebilirim. Bir çocuk doğumhanede doğdu. Onun nesebi hüviyetine, falan doğum hanede falan günde doğmuştur diye bir bilgi vererek tespit edilmiş olur mu? Olmaz. Annesi ve babasının yazılması lazım değil mi? Şimdi ilmin, fennin, sanatın da nesebi vardır. Kimden aldın? O kimden aldı? Yani bu su kaynağından bulanmadan geldi mi?

Bizde hadislerin senedi vardır. Mesela; Allah Resulünden duydu, o ondan, o ondan, o ondan bu ravi silsilesine bakılır. Ravi silsilesinde yalan söyleme ihtimali olan var mıdır? Ahlakı bozuk olan var mıdır? Yani kaynaktan gelen su, falan yerde bulanıyor mu? Bunlar tespit edilir. İcazet böyle bir şeydir. Biz de bunu devam ettirmeye çalışıyoruz.

“İslam sadece inanç ve ibadet değil. Aynı zamanda 14 asır boyunca teşekkül etmiş muazzam bir medeniyettir. İslam medeniyetin merkezinde olan caminin şimdilerde bu özelliğini kaybettiğini görüyoruz.” sözünüzden ne anlamamız gerekiyor? Cami hakkında görüşlerinizi alabilir miyiz? Cami, adından da anlaşılacağı gibi cem eden, toplayan demektir. Camiler, mescitler Kâbe’nin birer şubesidir. Kâbe ise Kâ’betullah, bir tecelli merkezi, orada her meşrepte her anlayışta insan ortada birleşir. Dünyanın neresinde olursanız olunuz Allah’ın huzuruna durmak istediğiniz zaman kıbleye yönelirsiniz. Efendim, ben falan yere o falan yere dönse olmaz mı? Olmaz. Çünkü namazın farzlarından ve şartlarından biri de İstikbal-i kıbledir. Camiler de bunu temsil eder. Birliği beraberliği temsil eder.

Ebedi âlemde mahşer yerinde toplanıp Allah huzurunda hesap vereceğimiz günün günde 5 vakit provasının yapıldığı mekanlardır camiler.

Camiler, mescitler Kâbe’nin birer şubesidir.

Osmanlı’da mahalle veya şehir kurulacaksa merkezinde bir külliye olurdu. O külliyenin de merkezinde cami olurdu. Cami, medrese, tabhane yani misafirhane, tekke, ondan sonra da evler... Evler Selâtin camilerin bahçe duvarı hizasında olurdu. 2 kattan daha fazla ev yapmamış ecdadımız. Müslüman Türkler, İstanbul’da veya Anadolu’da iki kattan fazla evde oturmamıştır. Beyoğlu’nda, Nişantaşı’nda bulunan çok katlı eski binalar gayrimüslimlere ait binalardır.

Müezzin Allah-u Ekber deyince, İsrafil’in Sura üfürmesi ile insanlar nasıl kabirlerden kalkıp mahşer yerinde toplanacaksa camide de aynı şekilde toplanıyorlar. Sonra molla medreseye gidiyor, derviş tekkesine gidiyor, tüccar işine gidiyor. Bizde cami bir mâbed medeniyeti hüviyetine bürünmüştür. Orada sadece namaz ibadeti yapılmıyor; ilim merkezi, sanat müzesi de ayrıca.

Tahsilini sürdürebilmek için 1968-1972 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı Eskişehir Mihaliççık Merkez Vaizliği ile göreve başladı.
Tahsilini sürdürebilmek için 1968-1972 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı Eskişehir Mihaliççık Merkez Vaizliği ile göreve başladı.

Mesela diyelim ki; Süleymaniye her yönüyle sanat abidesi. Çini sanatı var, kalem işi var, hat var, süsleme sanatları var, ahşap işi var, madeni sanatlar var, mimari var. Halısı bile sanat eseri, kürsisi kündekari, o bir sanat, minberi ayrı sanat. Süleymaniye gibi Selâtîn camilere gittiğiniz zaman dikkat edin. Birden fazla kürsî vardır. Onların her biri ders kürsileridir. Tıpkı üniversitelerde olduğu gibi halka açık, açık öğretim gibi yani. Camiyi yaptıran kişi bir takım akarlar vakfediyor. O akarlardan toplanan bütçe ile hocalar tayin ediliyor. Tefsir hocası, Fıkıh hocası, Hadis hocası, Hendese yani geometri hocası. Böyle kürsiler var. İsteyen istediği ders halkasına katılabiliyor. Camiler aynı zamanda bilim merkezi ve sohbetlerin yapıldığı bir yerdi. Bugün olduğu gibi değil. Mesela Bursa Ulu Cami, ortasında kocaman bir şadırvan var. Oradan daha huzurlu bir mekân nerede bulunabilir? Namaz kıldınız başka işiniz yok. Ne yaparsınız? Orada oturur huzur bulursunuz, Kur’an okursunuz. Orada oturması bile ibadet. Kitap okursunuz, tefekkür edersiniz Dolayısıyla biz diyoruz ki; Cami, İslam medeniyetinin merkezidir.Böyle olmalıdır ama bugün öyle değil maalesef. Onun için camiyi bugün yeniden tarif etmeye ihtiyaç var. Bugünün şartlarına göre, bugünün insanının ihtiyaçları, dünyaya bakışı göz önünde bulundurarak camiyi yeniden tarif etmek gerekir. İslam’ın bir medeniyeti vardı. Bunu bu ümmet inkâr etti. Ne ile inkâr etti? ‘Biz İslam dinine mensubuz, İslam ümmetindeniz, garb medeniyetindeniz’ dedi. Bunu herkes kabul etti. Evet, tabi ki öyle olmalıdır diye makul karşılandı. Oysa ki “garb medeniyetindenim” dediğimiz andan itibaren İslam’ın bir medeniyeti yoktur ya da vardı ama bugün modası geçti, geçerliliği yok anlamına gelir. Öyle veya böyle, bunu ben kabul etmiyorum. İslam’ın bir medeniyeti vardır ve bu yaşanır, yaşatılır bir medeniyettir.

Bize bu vahşi, bencil, kan içici, soyguncu, eşkıya Batı 300 sene boyunca medeni diye tanıtıldı. Hâlbuki bunların medeniyet ile bir alakası yok. Bunlar teknolojide ve sanayide ilerlediler. Teknoloji ve sanayi medeniyet değildir. Medeniyetin bizce tarifi şöyledir; ‘İ’maru’l bilad, tefrihul-ibat’ yani beldeleri ma’mur etmek ve içinde yaşayanları refah ve mutluluk içinde yaşatmaktır.

Ecdadımızla bağ kurabileceğimiz eserleri okuyamadığımız için her geçen gün kendimizi kaybeder olduk. Durum böyleyken kendimizi nasıl bulabiliriz? Gelenekli sanatlar dediğimiz hat tezhip, minyatür, ebru, çini vs. bunlara nasıl bakıyoruz, nasıl değerlendiriyoruz? Bunlar bizim kaybettiğimiz, inkâr ettiğimiz, yok saydığımız her ne şekilde kabul ederseniz ediniz İslam medeniyetinin temelleri üzerinde yükselmiştir. Bugün maalesef bu medeniyet yok sayıldığı için bu sanatlarımızın temeli kökü yok. Teşbihte hata olmaz, bir nevi yılbaşı çamları gibi. Köksüz çamlar bir süre eğlence aracı olarak kullanılır, sonra kökü olmadığı için kurur. Medeniyeti olmayan bir sanat olamaz. Bir sanat varsa muhakkak medeniyeti vardır. Hatta medeniyetin alamet-i farikası sanatıdır. Umulur ki bu sanatlar usulünce, adabınca, yozlaştırılmadan yani ananesi, geleneği, aktığı mecra, takip edilerek icra edilir, araştırılırsa götüreceği yer işte o medeniyettir. Bu sanatların her birinin aslında Kuran medeniyetinin yansımaları şeklinde tarif edilmesi gerekir. Hat sanatı bunların en başında gelir. Diğer sanatlar hat sanatı etrafında şekillenir. Niçin insanlık tarihi boyunca hiç bir yazı sanat seviyesine ulaşamamış da bu yazı, bizim yazımız estetiğin zirvesine ulaşmış? Elbette ki bu, Kuran’ın nuruyla ve feyzi ile olabilmiştir. Çünkü Kuran daha ilk ayetlerinde okumaktan ve kalemden bahsediyor. Kuran’ın 114 suresinden birisinin adı Kalem suresidir. Müslümanlar surete tapmadıkları için soyut düşünmüşler.

1974 yılında Hâmid Aytaç’dan sülüs-nesih yazı icâzetnâmesi aldı. Ayrıca Uğur Derman Bey’den ta'lik meşk etti.
1974 yılında Hâmid Aytaç’dan sülüs-nesih yazı icâzetnâmesi aldı. Ayrıca Uğur Derman Bey’den ta'lik meşk etti.
1976-2002 yılları arasında Hekimoğlu Ali Paşa Cami imam-hatipliği görevinde bulundu.
1976-2002 yılları arasında Hekimoğlu Ali Paşa Cami imam-hatipliği görevinde bulundu.

Hat sanatı böyle doğmuş. Kuran ayetlerinin anlamını resimle, minyatürle tasvir etmeyi düşünmemişler. Fakat onu öyle yazmışlar ve tezyin etmişler ki okuyan kişi o ayetin zevkini tadıyor ve muhtevasını sanki anlıyor. Peygamberlerin resmini yapmayı, heykelini yapmayı katiyen düşünmemişler ama ‘Hilye-i Şerif’ diye bir form geliştirmişler. Hilye Peygamberin mübarek eşkalini ve ahlakını anlatan bir ibaredir. Hz. Ali Efendimiz, Peygamberi tarif ediyor. Bunu da, halkımız tarif edildiği şekilde evlerine asmayı adet edinmişler. Bilhassa eski İstanbul halkı. Niçin? Çünkü Peygamberin mihmandarı onu evinde misafir eden Eyüp Sultan (Halid Bin Zeyd), burada meftun. İstanbullu da ah çekiyor. Keşke ben de o dönemde yaşasaydım da Peygamber benim evimi de teşrif etseydi diye. Ama öyle bir imkânı yok. O da ne yapıyor? Onun mübarek ahlakını, eşkâl-i cemilesini ifade eden bu hilyeyi evimde bulundurayım da peygamberimizi misafir etmiş gibi olayım diyor. Bunlar çok güzel derin duyuşlar.

Hâsılı gençlerimiz bu sanatlara gönül bağı kursunlar. En azından huzur bulurlar. Bu sanatlar insanların ruhuna huzur veriyor. Yani

Psikiyatri kliniklerine gideceklerine insanlar alsınlar ellerine kalemi böyle bir güzel ortamda Allah kelamı yazsınlar, hadis yazsınlar, kelamı kibar dediğimiz atasözlerini yazsınlar, şiir yazsınlar. Bunların hepsi insana huzur verir.

Mesela ‘Men amene bil kader emine min’el keder’“kadere inanan kişide keder olmaz” diyor. Allah Allah, müthiş bir şey değil mi? “Çekme gam dest-girdir Allah.” “Allah’a dayanan ve güvenen gam çeker mi?” diyor. Bunları biz yazdık terapi derslerinde onun için söylüyorum. Yani bunlar insana moral vermez mi?

Padişah vezirine demiş ki; bana öyle bir şey yap ki, ben çok neşeli, sürurlu olduğum zaman haddi aşmayayım, ölçüleri kaçırmayayım. Yine çok üzüntülü olduğum zaman da bedbinliğe düşmeyeyim, ümitsizliğe kapılmayayım. O vezir de; ‘Bu da geçer ya hû’ yazılı bir madalyon getirip hediye etmiş padişaha. Bu ne demiş padişah? Efendim çok sevindiğiniz zaman buna bakacaksınız bu da geçer sakın aldanmayasın, ölçüyü kaçırmayasın, hep böyle olacak sanmayasın, üzüldüğünüz zaman yine buna bakacaksınız bu da geçer deyip ümidinizi kaybetmeyeceksiniz diyor.

Video: Ecdadımızla bağ kurabileceğimiz eserleri okuyamadığımız için her geçen gün kendimizi kaybeder olduk. Durum böyleyken kendimizi nasıl bulabiliriz?

Bilim Kültür ve Sanat Derneği’nin kuruluş amacını ve faaliyetlerinden bahseder misiniz? Önce Alvarlı Efe Hazretleri Vakfı’nı kurmuştuk. Sonra da Bilim, Kültür ve Sanat Derneği’ni kurduk. Vakfımız ve derneğimiz kendi sahalarında hizmet veriyor. Bilim sanat, kültür, medeniyet hizmetleri Biksad (Bilim Kültür ve Sanat Derneği) çatısı altında yürüyor. Bizim derslerimiz, kültür gezilerimiz, konserlerimiz, sergilerimiz var. Bunlarda asıl hedef ‘insan’ yetiştirmek. Bu sanatlarımız musikimiz de dâhil olmak üzere daha çok tekkelerde icra edilmiş. Burası da bir tekke, Ataullah Efendi Tekkesi. Tekkeler bir sanat atölyesi değil tabii. Pekiyi tekkelerde sanat icrasının hikmeti ne ola?

İnsan ruhu namütenahi özellikler, güzellikler, melekelerle yaratılmıştır. Bu melekeler eğitimle uyanır.

Çünkü insan taallümle tekemmül eder, yani öğrenerek. Bu sanatlar insan ruhundaki bu melekelerin uyandırılmasına vesile kabul edilmiş. O hat sanatına başlayacak talebenin hazırlık dönemi, nasıl başladığı, usulü, adabı nedir? Bunu konuşursak daha iyi anlaşılır.

Niyet “Bir levha yazayım da meşhur olayım, zengin olayım” ise Allahü Teâlâ onu verir. Ama ruhunu işlemek gibi bir niyeti varsa Allah Teala onu nasib eder. Dantela gibi işler ruhunu. Derin bakış, dikkat, sabır, azim, hataları görme bunları tashih etme gibi bir sürü güzel hasletler kazanır. Rikkat sahibi olur.

Bu melekeleri topla tüfekle uyandıramazsınız! O bakımdan bu sanatlarımız insan ruhunun gıdasıdır. Bunu hiç unutmayalım. Biz burada bunu göz önünde bulundurarak bu gayeyle ve bu niyetle, bu sanatlarla meşgul oluyoruz. Yani insanlara ‘Elif’ şöyle yazılır, ‘Vav’ böyle yazılır’ın ötesinde bir şeyi anlatmayı hedefliyoruz. Zaten medeniyet böyle bir şeydir. Bu sadece okuyarak anlaşılmaz. “görmek” gerekir.

1975'den beri 81 öğrencisine icâzet verdi. Bu öğrenciler şu anda hat sanatı vadisinde hizmet vermekte ve öğrenci yetiştirmektedirler.
1975'den beri 81 öğrencisine icâzet verdi. Bu öğrenciler şu anda hat sanatı vadisinde hizmet vermekte ve öğrenci yetiştirmektedirler.

Peygamber Efendimizi, Allahü Teâlâ göndermeden emirlerini bir kitap veya sayfalar göndererek insanlara ben bunları istiyorum diyemez miydi? Haşa! Derdi ama bunlar birer söz, yaşanılır bir model haline gelebilmesi ise insanla olur. Onun için Hz. Aişe validemiz Peygamber Efendimiz için ne buyuruyor; ‘O yaşayan Kuran’dı.’ Medeniyet böyle bir şey, yaşayan bir şeydir. Bunu medenî, yani medeniyeti yaşayan bir insanda göreceksiniz. Onunla oturup, kalkacaksınız. İslam medeniyeti şu yüzyıllarda şöyle olmuş, böyle olmuş bunlar laf, bunların hepsi bilgi, kuru bilgi. Onun için biz tsunami geçirdik. Tsunami geçirdi bizim medeniyetimiz. Böyle ucundan tutmuş küçük bağlantılarla yeniden hayat buluyor. Yani kökü budanmış ağaçların köklerinden filiz vermesi gibi. Eğer bu aşılı ağaç iyi değilse kökünden aşılı olmayan filizler çıkar, onlar da tehlikelidir. Yani aşısız kökten çıkmaya başladı mı tehlikelidir. Bunu ayrıt etmek lazım. Bu amaçlarla burada hat, tezhip, minyatür, ebru, musiki nazariyatı, tambur, klasik kemençe, ut, ney, mendir, usul dersleri ile bu konularda dediğim tarz ve niyette insanlara hizmet etmeye çalışıyoruz.

Video: Bilim Kültür ve Sanat Derneği’nin kuruluş amacını ve faaliyetlerinden bahseder misiniz?