“İnsan kırgınlığını nasıl anlatır bir başkasına?”

YazarTarık Tufan

Türk Edebiyatının güçlü kalemlerinden yazar, senarist ve televizyoncu Tarık Tufan; yazma serüvenine nasıl başladığını, hikayelerindeki semti, hakikat meselesini, dertlenmeyi, son kitabı ‘Beni Onlara Verme’yi ve sosyal medyayla ilgili düşüncelerini GZT okurlarıyla paylaştı.

Yazma serüveniniz nasıl başladı? Yazma serüvenimin çok ilginç bir hikâyesi yok. Çok erkende başlamadım aslına bakarsan. Hatta pek çok yazarla kıyaslandığında oldukça geç başladığımı da söyleyebilirim. İnsanın gençliğinde bir takım yazma deneyimleri kuşkusuz okul sürecinde olur. Bunları yazma serüveninin başlangıcı olarak kabul edersek ilkokuldan bu yana bir takım vesilelerle yazdım ama gerçekten yazmak dediğim şeyin benim dünyamda karşılık bulması üniversite hayatımdadır.

1973 yılında İstanbul'da doğdu.
1973 yılında İstanbul'da doğdu.

Üniversiteye başladığım yıl aynı zamanda özel radyoda programcılık yapmaya başladım. Çok uzun saatler boyunca konuşmaya başladım. Fakat bir süre sonra o konuşmak denilen şeyin aslında geçip gittiğini, kelimelerin o radyo istasyonunda senden çıktıktan sonra karanlıkta kaybolduğunu, belki birilerinin dünyasında karşılık bulduğunu ama en nihayetinde konuşulan şeylerin bir gecenin sessizliğinde tükettiğini düşünmeye başlıyor insan. O zaman yazmak denilen şeyin daha ciddi peşine düşmeye başladım. Yani söylediğim şeylerin bu kadar gözlerimin önünde kaybolması duygusu beni etkilemeye başladı. Oturup daha ciddi yazmaya başladım. Geçmişte çeşitli vesilelerle yazdığım şeyleri daha disipline ederek, metin üzerine çalışarak, bir takım kurgular yaparak yazmaya başladım. Dolayısıyla benim için bu manada yazmak denen eylem aslında üniversitede radyoya başladığım zamanla başlıyor, diyebilirim.

Yazılarınızda hayata nereden baktığınızı, nasıl kavradığınızı, nasıl hissettiğinizi anlatamaya çalışıyorsunuz. Yazar yaşadığını mı anlatır yoksa anlatmak için yaşar? Bu muhtemelen bütün yazarlara sorulan merak ettiğimiz şeylerden bir tanesi ama bunun mutlak bir cevabının olmadığını, bu cevabın yazardan yazara değişebileceğini ya da yazarın yazdığı metinle kurduğu ilişkiyle dönem içerisinde değiştiğini kabul etmemiz gerekiyor. Edebiyatla uğraştığım için kurmacadan bahsediyorum. Kendimi anlatmak dediğim şey aslında kurmacanın önemli bir parçası. Ben oturup da insanlar benim hayatımı bilsinler, ben insanlara kendi hayatımı anlatayım diye yazmıyorum. Bir kurmaca yapıyorum ve insanlara hikayeler anlatıyorum. Bunun içerisinde hiç kuşkusuz ben varım. Benim karakterim, hayatı algılama biçimim, yorumlama biçimim, insanlara bakışım, olaylara bakışım, geçmiş yaşam deneyimlerim, hayallerim, tasavvurlarım, tefekkürlerim bunun içinde. Dolayısıyla ne kadar kurmaca yaparsam da bir tarafıyla gerçekliğe dokunduğunu, bir tarafıyla hakikate temas ettiğini, kendi hakikatime, kendi zihnimde, kalbimde kurduğum, yaşamaya çalıştığım hakikate, kendi yaşam deneyimlerime temas ettiğini söylemeliyim. Herkes için bu böyledir. Fakat bu o kadar iç içe geçer ki, bir süre sonra yazarın hayatla kurduğu ilişki yazmak fiili üzerinden derinleşebilir. Bir süre sonra yazar kendisine, diğer insanlara, hayatın akışına bir yazar olarak bakmaya başlar. Kurmacanın gerçeklikle arasındaki o muhayyel çizgi dönüşmeye başlar. “Nereye kadar kurmaca, nereden itibaren gerçek?” ya da “Gerçeklik nerede başlıyor, kurmaca nerede bitiyor?” soruları birden işlevsiz kalabilir. Anlatmak İçin Yaşamak, Márquez’in kendi otobiyografisine verdiği isimdir.

Kabataş Erkek Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitiɾdi.
Kabataş Erkek Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitiɾdi.

Gerçekten zihni kışkırtan bir isim, bir süre sonra yazar kendi hayatımda ya da kendi dediği bir metnin içerisinde, bir yazma eyleminin içerisinde bütün sınırları kaybolmuş şekle mi dönüştürür? Hayata böyle mi bakmaya başlar? Dolayısıyla ben bu ayrımları yapmanın çok gerekli olduğunu düşünmüyorum. Bu ayrımları yapmanın mümkün olduğunu da düşünmüyorum. Yazarın hayatla kurduğu ilişkide yazmaya başladığı andan itibaren, bir yazar olarak ilişki kurduğu kendi metni ve kişiliği arasındaki mesafenin zaman zaman daraldığını, zaman zaman ortadan kalktığını, zaman zamanda son derece mesafeli olduğunu da söylemeliyiz. Dolayısıyla bu yazarın anlattığı, kurduğu dünyayla, kendi bilinçaltında, kendi kurgusu arasındaki ilişkiye bağlı olarak da değişir ama insanların hayatla kurduğu ilişki, onların karakterleriyle, meslekleriyle, beklentileriyle son derece ilintilidir. Edebiyat tuhaf bir şekilde bütün anlam dünyasını dönüştüren bir şey, farkına varmadan da dönüştürebilir. Bunun farkına da varabilirsiniz.

Bazen bütün metinlerin arka planında kendinizi fark edersiniz. Bu sizi korkutabilir.

Yani kendi gerçekliğinizle kurmaca dünyanız arasında sınırların belirsizliğini fark edebilirsiniz. Bu sizi tedirgin de edebilir. Bazen bütün metinlerin arka planında kendinizi fark edersiniz. Bu sizi korkutabilir. Kurduğunuzu düşündüğünüz bir karakterin aslında hayatınızın çok içinde, kendi hayatınızın bir parçası olan karakterlerden çok büyük izler taşıdığını fark edebilirsiniz. Bazen bunu kasıtlı yaparsınız. Kendi karakterinizi kurarken, kurmaca dünyasında bir karakter oluştururken zihniniz çok tanıdığınız bir karakter üzerine yoğunlaşabilir. Bunu bilerek isteyerek kurabilirsiniz. Olay örgüsü bazen unutmaya çalıştığınız, hatırlamamak için elinizden geleni yaptığınız çok karanlık bir olayın içerisinde çıkıp gelmiş olabilir ve bunu yazı bitene kadar fark etmemiş olabilirsiniz. Bir gün geriye dönüp kendi metninize baktığınızda saklı kaldığını düşündüğünüz, unuttuğunuzu düşündüğünüz, hatırlamamak için her şeyi yaptığınız olayın aslında başka bir maskeyle, başka bir yüzle, başka bir karakterin diliyle, başka olaylarla kendisini apaçık hale dönüştürdüğünü fark edebilirsiniz. Bunu siz bile sonradan fark etmiş olabilirsiniz. İnsanın kendi deneyimleriyle kendi dünyası arasındaki o ilişki çok bilinçli bir ilişki olamayabilir. Bambaşka duygularla gelişmiş, bambaşka duygularla farklılaşmış olabilir. O yüzden kimi yazar kendi yazdıklarının kurbanıdır. Bazen kendi yazdıkları üzerinden bir kader kurmak, Tanrı’yı oynamak isteyebilir. Yazarın cüreti kendi dünyasında kurban olmakla, Tanrı olmak arasında gidip gelebilir. Neye cüret ettiğiyle alakalı, neyi oynamaya çalıştığıyla alakalı ya da kendi kelimelerinin onu nereden alıp nereye götürdüğüyle ilgili bir şeydir. Bunu çok büyük bir şeymiş gibi söylemek istemiyorum. Bütün bu cümleleri yazar kelimesini kaldırıp marangoz içinde koyabilirsiniz. Onun yaptığı masayla kurduğu ilişki de bir yazarın metniyle kurduğu ilişki kadar grift olabilir. İnsanın kendi dünyasını dışa vurmasıyla alakalı bir durumdan bahsediyorum. Müzisyenin, sinemacının, doktorun, öğretmenin, mühendisin… İnsan var ve çok katmanlı bir varlık. Dolaysıyla söylediği, yaptığı, ilgilendiği her şeyle katmanlı bir ilişki kuruyor, iç içe geçen daireler var. Bunun pek çok şeyle ortaya çıktığını hangisinin gerçek, hangisinin kurmaca olduğunu kavrayamayacağımızı da söylemeliyim. Evet, anlattıklarını da yazabilir. Evet, bir süre sonra anlatmak için de yaşayabilir. Bunu bu kadar net ayıramayız birbirinden.

Tarık Tufan, Profil Kitap, 2017

Yeni kitabınız “Beni Onlara Verme” den bahseder misiniz? “Beni Onlara Verme” bir semtin hikâyesi. Özellikle benim ilk gençliğimin geçtiği Unkapanı ile Fatih arasında kalan bir semtten bahsediyoruz, Haydar semtinden. Benim dünyamda izleri olan bir yer. Çocukluğun ve ilk gençliğin geçtiği mekânların insan üzerinde çok derin etkisi vardır. Hayatımız boyunca bizi bırakmayan derin etkilerdir. Haydar semti bir parça daha ekstrem, bir parça daha hikayesi olan dramatik yapısı güçlü olan bir semttir. Karakterleriyle, olaylarıyla, insan ilişkileriyle, yaşam alanlarıyla öyleydi. Farklı farklı insanların yerleştiği, kozmopolit bir yerdi. Herkes oradaydı. Kürtler, Türkler, Araplar, Boşnaklar, Lazlar, Aleviler, Sünniler, şimdilerde göçmenler, mülteciler…Herkesin sığındığı bir yerdi. Dolayısıyla kendi içinde tuhaf bir dengesi, adalet duygusu vardı. Bu kadar farklı insanın bir arada yaşaması için bir adalet duygusu da geliştirmesi de gerekiyor. Başka türlü bir ilişki biçimi var orada. Fakat çokta sempatik bir yer olduğunu da söyleyemem. Bir tarafıyla da şiddet üreten, adaleti bazen o şiddet duygusuyla kurmaya çalışan bir semtti. Dolayısıyla hani “ah ne güzel, keşke bizde burada olsak” gibi bir duyguyla anlatmıyorum. Kitapta bazen çok seven insanlar, aşkından ölen insanlar, birbiriyle dayanışma içinde olan insanlar, birbirine yardım eden insanlar var ama bu karakterleri görünce “ne kadar güzel bir semtmiş” duygusuyla düşünmelerini istemem. Sert bir yerdi ama bunlarda vardı. Yani kötülükle iyilik bu anlamda iç içe geçiyordu ve farklı yüzlerde kendini gösteriyordu. 41 tane semt hikâyesi var. Fakat karakterler birden fazla hikâyede kendini gösteriyor. Bir olayda ortaya çıkan karakteri üç hikâye sonra başka yerde tekrar görüyoruz. Bu da kendi içinde bir bütünlük taşıyor. Bu öyküleri ilk yazmaya başladığımda bir kısmı Ot Dergisi’nde yayınlanmıştı, bir kısmı hiç bir yerde yayınlanmadı. Yazarken bir atmosfer kurmaya, bir dünyanın hikâyeleri olarak yazmaya başlamıştım.

Marmaɾa Üniversitesi Oɾtadoğu ve İslam Ülkeleɾi Enstitüsü Sosyoloji Bölümünde yüksek lisans eğitimini tamamladı.
Marmaɾa Üniversitesi Oɾtadoğu ve İslam Ülkeleɾi Enstitüsü Sosyoloji Bölümünde yüksek lisans eğitimini tamamladı.

'Beni Onlara Verme' mutlu sonun olmadığı hikâyelerden aslına bakarsan.

Karakterleri böyle tasarlamaya başlamıştım. Sonra hepsini bir araya topladığımda okur bir semte girmiş ve bu semtte başka başka karakterlerle tanışmış, başka başka olaylarla karşılaşmış olacak ve kitap bittiğinde dünyaya tanıklık etmiş, o dünyanın insanlarına tanıklık etmiş diye planlamıştım. Bugün baktığımızda melodram sayılabilecek hikâyeler barındırıyor. Yeşilçam’da gördüğümüz melodramlara benzeyen hikâyeler barındırıyor. Bir tarafıyla duygusal ağırlığı yüksek hikâyeler, mutlu sonun olmadığı hikâyeler aslına bakarsan. “Beni Onlara Verme” de böyle bir kitap.

Hikâyelerinizde anlattığınız sevgiler, aşklar eskiden mi güzeldi yoksa eskiler mi daha güzel yaşıyordu? İyi şeylerin eskide kaldığı duygusunun peşinde gitmiyorum. Öyle bir arayışım, öyle bir niyetim de yok. İnsanın olduğu herhangi bir mekânda, herhangi bir zamanda iyiliği ya da kötülüğü yaşaması ve bunu son derece sinematografik ya da son derece edebi yönleriyle yaşaması mümkün, artık bunu nasıl anlatmak istiyorsak. Dolasıyla böyle bir ayrım yapmıyorum ve öyle bir duyguda da değilim. Evet, bazı mekânlar insanlardaki bu duyguyu daha açık hale dönüştürebilir. Mekânın insanlarla, hayatla arasındaki ilişki, kötülüğü ya da iyiliği daha berrak görebileceğiniz yerlerdir. Bazı mekânlar, bazı semtler fazla sis, pus olduğu için, fazla maske olduğu için fazlaca sosyal kontrol mekanizmaları işlediği için, insana ilişkin derin duygularını çok net görmek mümkün olmaya bilir. Çok dikkatli gözlerle bakmak gerekir ama bazı semtler daha çıplak gösterir insanı. İyilik çok açıktır, kötülük çok açıktır ve siz bunun içinde yaşarken o çıplaklığıyla fark edersiniz. Benim için eski veya yeni olmasının çok önemi yok. Evet, eskiden böyle bir dünya vardı. Benim çocukluğumun geçtiği semtte duyguları ifade etme biçimleri böyleydi. Evet, bu bir dünya kuruyor ama bugün de aynı şey var. Bugün de anlatmaya başladığında bu sefer aynı güçte anlatabilirsin. Bunun eski veya yeni olması gerekmiyor. İnsan var, insanın iyilik, kötülük, merhamet, kıskançlık, şiddet bütün duygularını ifade edebileceği alanlar var ve bunu bulduğu anda o da kendisini çok açık edecektir. Bugün de aynı güçte yaşanıyor yani. Sevgi de çok güçlü yaşanıyor, şiddet de, nefret de, öfke de, merhamet de insanın olduğu her yerde tüm bu duygular çok güçlü yaşanıyor.

Mutlu bir anı yeniden anlatmak bu yüzden yük değildir. Onu yeniden yaşamak insana bir şey daha katar ama bir kırgınlığı anlatmanın insandaki o acıyı da deştiğini de biliyoruz. Anlatmanın zor olduğu, anlattığınızda bile anlayanın az olduğu bir duyguyu hiç söylemeden birilerinin anlamasını beklemekte lüks bir şey. Beni çaresiz bırakan sorudur.

Çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayınlanmakta ve bazı televizyon kanallarında edebiyat-sohbet tüɾünde pɾogɾamlaɾ sunmaktadır.
Çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayınlanmakta ve bazı televizyon kanallarında edebiyat-sohbet tüɾünde pɾogɾamlaɾ sunmaktadır.
Başlıca eserleri “Kekeme Çocuklar Korosu”, “Şanzelize Düğün Salonu” ve “Beni Onlara Verme” oldu.
Başlıca eserleri “Kekeme Çocuklar Korosu”, “Şanzelize Düğün Salonu” ve “Beni Onlara Verme” oldu.

Aslında bütün yazdığım şeylerin arkasında duran bir sorudur. Peki, nasıl anlatmalı? Bu kırgınlığı nasıl anlatmalı? Bir insan bir kırgınlığı bir başkasına nasıl anlatır? İnsanın kalbindeki ağrıyı bir başkasına aynı şiddetle anlatabilecek kadar sarih anlatması mümkün müdür? Birbirimizi ne kadar anlayabiliriz? Birbirimizi anlamaya bu kadar istekli miyiz? Karşımızdaki insanın kendisini bu kadar derin ve sarih anlatma çabasını rağmen, karşınızdaki buna talipli midir? Mevlana’nın ifadesiyle “Bu bir garip öyküsüdür, duymak için garip kulağı gerek.” diyordu. Kendi kırgınlığınızı anlayacağına inandığınız bir garip kulağı bulabilir misiniz? Buna razı gelir mi insanlar? Bu yükü üzerinizden almaya talip midir?

Ağrı kesicilerin, antidepresanların yüzyılında insanlar kendi kırgınlıklarından, acılarından, hayal kırıklıklarından, hüzünlerinden hızlıca uzaklaşmak istedikleri yüzyılı yaşarken bir başkasının ağrısına talip olabilir mi gerçekten?


Dert dediğimiz şey zaten dile sığmayan da bir şeydir

Buna razı olabilir mi, istekli olabilir mi? Çok emin değilim. O yüzden bir kırgınlığı bir başkasına anlatmak bizatihi bir kırgınlığı anlatmanın zorluğu kadar bunu anlatacak adam bulmakta zor. Çift taraflı bir zorluk. Onu anlatmak zordur, kelimesini bulmak zordur, ifade etmek, dile taşımak zordur. Dert dediğimiz şey zaten dile sığmayan da bir şeydir. Dile sığsaydı biz ona dert demezdik zaten. Bir de buna talip olanı da bulmak gerekir, razı geleni, istekli olanı da bulmak gerekir. O belki dile getirmekten daha zor.

Hakikat meselesinin kendine dert edinmiş biri olarak, inanmış bir adamın Allah’la, hayatla, kendiyle kurduğu ilişkiyi anlatan bir film yapmayı düşünüyor musunuz? İnanmak meselesi başlı başına büyük bir meseledir. İnanmış bir insanın hikâyesi, yeryüzünde anlatmaya en değer bulduğum insandır. İnanmak meselesini en geniş manasıyla söylüyorum.

İnanmış insan, yeryüzünde anlatmaya en değer bulduğum insandır.

Bizim bugün inanmamak dediğimiz şey de bunun içerisinde. İnancı, bir mesele bir dert olarak önüne koyan insanlardan bahsediyorum. Rasyonel dengeleri bir kenara bırakarak, bütün sebep sonuç ilişkisini bir kenara bırakarak, bir duygunun, bir fikrin, bir gücün peşine düşmekten bahsediyoruz. Bu çok düşsel bir şey, bu dramatik yapısı güçlü bir şey, bu insanın meselesi. İnsan olmaktan mütevellit, insanın bu hayattaki varoluşunun en temel meselelerinden bir tanesi. İnanmak meselesi büyük düşünürlerin, büyük edebiyatçıların, sinemacıların, fikir adamlarının hikâyeyi anlatmaya başladığı yerdir. İnanç dediğimiz şeyin derinliği, insan üzerindeki gücü, inanmak dediğimiz şeyin hayattaki ilişkilere etkisi düşünüldüğünde insanın muhtemelen en güçlü meselesi olduğunu fark edebiliriz. Çünkü insan her şeyini bu soruya verdiği cevap üzerinden anlam dünyalarını kurarak başlıyor.

Uzak İhtimal ve Yozgat Blues filmlerinin senaristliğini yaptı.
Uzak İhtimal ve Yozgat Blues filmlerinin senaristliğini yaptı.
Friedrich Nietzsche
Friedrich Nietzsche
Fyodor Dostoyevski
Fyodor Dostoyevski

Albert Camus
Albert Camus

O anlam arayışı bir kez insana musallat olduğunda bir daha bundan kurtulamazsınız. Çünkü zihninizdeki bu çatışma anbean devam eden bir şeydir. Her şey soru haline dönüşür. Dolayısıyla inanmak meselesini anlatmak hayatın büyük meselelerinden bir tanesi ve hiç kuşkusuz bir şeye kafa yoruyorsak, ilk sorumuzdur.

Uzak İhtimal" filmiyle 2009 yılında İstanbul Film Festivali'nde, "Yozgat Blues" filmiyle 2013 yılında Altın Koza Film Festivali'nde "En İyi Senaryo" ödülüne layık görüldü.
Uzak İhtimal" filmiyle 2009 yılında İstanbul Film Festivali'nde, "Yozgat Blues" filmiyle 2013 yılında Altın Koza Film Festivali'nde "En İyi Senaryo" ödülüne layık görüldü.

Dolayısıyla birine kitap önermek dünyanın en zor işi. Benim dünyamda kocaman yer tutan bir yazar, bir başkasının dünyasında tek kelime anlam ifade etmeyebilir. O yüzden de bunun kişisel bir serüven olduğunu düşünüyorum. Okumaya başladığınız andan itibaren elinizden tutan bir yazarın izinden gidin, o sizi başka bir yazarla tanıştırır ve onun elinden tutmaya başlarsınız. Bir süre sonra bu ayak izlerini takip ettiğinizde bir okuma evreni oluşur, bir edebiyat evreni oluşur, bir dil, bir üslup peşine düşmeye başlarsınız. Dolaysıyla bunun böyle bir izlek, bunu böyle bir çabayla alakalı olduğunu düşünüyorum. Bir liste vermek hiç yapmak istediğim bir şey değil. Ben zaten kimleri okuyorsam onlar benim edebiyatımda bir biçimde kendini belli ediyor. Bir yerden aldığın bir cümle, bir alıntı, bir temas, bir işaret bir yerlere götürüyor zaten. Bence her okur kendi serüvenine kendi yoluna düşmelidir, diye düşünüyorum. O yolda karşılaştığı yazarlar zaten ona birilerini işaret edecek. Birini okuduğunuz da o zaman ona da git diyecek, onu okuduğunuzda bak burada biri daha var diyecek, oraya gittiğinizde bak benim çok sevdiğim bu da var diyecek. Bunun peşine düşerseniz bir şey bulursunuz kanaatindeyim.

Hikâyelerinizde hayata dair bütün meselelere el atmaya çalıştığınızı görüyorum. Cemil Meriç “Bu Ülke” kitabını yazdıktan sonra “hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim.” demiştir. Tarık Tufan, hayat denen mülakata neden gönderilmiştir? Hayata neden gönderildiğim meselesini henüz layıkıyla bilmiyorum. Bunun hakikatine ersem, başka bir adam olurum herhalde. Bütün o kavgalarım, bütün o huzursuzluklarım, bütün o iç çatışmalarım biter muhtemelen ve başka bir adam olurum. Ben bunun peşindeyim. Cemil Meriç’in hayatla kurduğu ilişkide kendi hakikatine varması, onun büyük bir kafa olmasıyla ilgili bir şey ama ben bunu bilmiyorum henüz. Bunu sezgilerim bana bir şeyleri söylüyor. Geçmiş deneyimlerim bir şeyleri bilmeme vesile oluyor ama hakikatine henüz varmış değilim. O yüzdende büyük cevaplar vermek istemem. Yoldayız… Yolda olmanın bir samimiyet olduğu, bir şeylere niyet etmenin kıymetli olduğunu düşünüyorum. Bende kendi çapımda bu sorularıma herkes kadar cevap arıyorum.

Sosyal medya ile aranız nasıl? Sosyal medya ile ilgili herkesin söylediği bildiği şeyler var. Ben insanın yüz yüze iletişiminin kıymetli olduğunu düşünüyorum. Yüz yüze iletişimin daraldığı, azaldığı her şeyde bir takım marazlar doğduğunu düşünüyorum. Sosyal medya bu marazların sıklıkla yaşandığı bir alan. Çünkü insanlar birbirlerinin yüzüne bakarak konuşmuyorlar. Bu yüzden daha çok nefret ediyorlar. Bu yüzden daha haddini bilmez oluyorlar. Bu yüzden maske arkasında konuşmanın zaaflarını taşıyarak konuşuyorlar, konuşuyoruz. Sosyal medya bir gösteri alanı hiç kuşkusuz, insanlar burada daha çok tık almak istiyor, daha çok takip edilmek istiyor. Bu yüzden de bunun gerekliliklerini yerine getiriyorlar.

Bir hakikatin peşine düşmek değil, burada daha çok alkışı almanın peşine düşüyorlar

Bu da hiç kuşkusuz tehlikeli bir alan oluşturuyor, merhametsiz bir alan oluşturuyor.

Fark edilmenin en kısa yolu kötücülüktür

Gösterinin tamamı doğal olarak insandaki rekabet duygusunu kışkırtan bir şeydir. Fark edilmenin en kısa yolu kötücülüktür. Yani iyi olan şey bu kadar hızlıca fark edilmez ama kötü olan şey hemen fark edilir. Fark edilmek esas olduğunda bir şeyin hakikatini kavramak değil, fark edilmek öne çıktığında o zaman insanlar son derece rekabetçi bir kafayla kötücü olana meyletmeye başlıyorlar. Burada söylem üretildiğinde parlak şeyler söylendiği kanaati oluşuyor. Evet, ben o yüzden mesafeliyim. Fakat bir taraftan da yüzbinlerce, milyonlarca insan orada ve burada bir dil var. Bunun içerisinde bir şey bulabilir miyiz? Bilmiyorum. Çok bildiğim, alıştığım bir şey değil. Kendimce orada duruyorum ama neye yarıyor ondan da çok emin değilim. Çok mu severek duruyorum? Hayır, çokta severek durmuyorum. Sadece orada duruyorum.