Bilinenin gizi: Van Gogh Müzesi

Vincent Willem van Gogh, Hollandalı ard izlenimci ressam. Batı dünyası sanat tarihinin en tanınmış ve en etkili şahsiyetlerinden biridir.
Vincent Willem van Gogh, Hollandalı ard izlenimci ressam. Batı dünyası sanat tarihinin en tanınmış ve en etkili şahsiyetlerinden biridir.

Popüler kültürün her dönemde kendine özgü kurbanları vardır.Normal şartlarda halkın gündeminde belki de hiçbir zaman yerbulamayacak olan ressamlar da biteviye yenilenen bu geniş listedeen nihayetinde yerini alır. Bu ressamların belirli eserleri, günümüzdeen basit eşyaları dahi üretilerek hepimize ulaşır ve halkın çeşitlitabakalarından insanlara kendini âdeta dayatan görsellere dönüşür,metalaşır.

Vincent Van Gogh, bugün maalesef bu isimlerin başında geliyor. İnsanın derinliği, ürettikleri vasıtasıyla sezilebilir bir hâle gelebilse de bir başkasının onda yatan gizi tam olarak hissedebilmesi neredeyse imkânsızdır. Bu sebeple denebilir ki Van Gogh’un ismi ile eserleri her ne kadar birer tüketim nesnesine dönüştürüldüyseler de -kişinin asıl cevheri, üzerine eğilinmeden fark edilemeyeceğinden- "göz önündeliği" onu eksiltmeye yetmeyecektir. Bize duyurulan, fakat aslında duymadığımız bu sanatçıyı, Amsterdam şehrindeki Van Gogh Müzesi’ni bu sefer kendimiz, bakışımızı tazeleyerek ekran üzerinden ziyaret edeceğiz bugün.

İçeri girdiğimde, kapıların üzerinde büyük ekranlarda birbirinin aynısı olan üç Van Gogh otoportresi karşılıyor beni. Sağa dönüyor ve bir duvarı baştanbaşa aynı portrenin göz kısmıyla kaplanmış bir salona giriyorum; gözlerden yapılma bir salona. Tekrar sağa dönünce duvarda bir yazı; "Face to Face with Van Gogh" ("Van Gogh ile Yüz Yüze") diyor, hemen altında ise bir başka otoportre var.

Kees van Dongen (1877-1968), kırmızı bir arka plana karşı Guus portresi.
Kees van Dongen (1877-1968), kırmızı bir arka plana karşı Guus portresi.

Van Gogh’un 1886 yılında resmettiği, hafif yan durup tek elinde bir fırça tuttuğu otoportrede gözleri hafif kısık. Bu, yüzüne huzursuz ve acılı bir ifade katıyor. Tam da "Belki de bir sanatçıyı anlamanın en etkili yolu, kendini nasıl resmettiğine dikkat kesilmektir." diye düşünürken "Self-Portraits" başlıklı bir bilgilendirme yazısının yakınlaştırma butonuna tıklıyor ve Van Gogh’un bu otoportreleri aslında nasıl gözüktüğünü yansıtmak için değil, renk, fırça hareketi ve yüz ifadesi çalışmak için resmettiğini öğreniyorum. Otoportrelerimin yalnızca birinde canlılık belirtisi görüyorum, demiş Van Gogh. Ressamın, önünde tuvalin yer aldığı bir resmiymiş. Aramaya koyuluyorum. Aynı sırada yer alıyor Self-Portrait as a Painter resmi.

Van Gogh resimde siyah, fötr bir şapka giyiyor. Hakikaten de önünde bir tuval, elinin ucunda da bir palet. Karanlık bir resim; yüzü neredeyse zar zor seçiliyor. Van Gogh, ressamlığını resmen tasdik ediyor bu otoportreyle. Sembolik bir anlam da taşıyor olmalı. Tam on üç adet portre sayıyorum bu salonda. Bir ressam ile otoportreleri vasıtasıyla tanışmak iyi bir başlangıç. Üst kata çıkıyorum.

İlk gördüğüm şey, üzerinde ressama ait el yazısı ile eskiz bir çizimin bulunduğu duvardaki pano. Bu kattaki Paris resimleri bir yana, "köy" ve "köylü" temalarının hâkim olduğu kısım gerçekten ilgimi çekiyor. Özellikle The Cottage (1885) resmini incelemeden geçebilmek mümkün değil. Arkasını dönmüş, eve girmek üzere olan bir köylü kadın, tümü soluk olmak üzere koyu sarı, kahverengi, yeşil, mavi renkleri arasındaki ustaca geçişler, ağaçların bir fırtınaya işaret eden kulübeye doğru eğimleri ve kulübenin sol duvarında görünen belli belirsiz bir adam gölgesi, hep birlikte gizemli ve karanlık bir hava katıyor bu resme.

The Cottage (1885).
The Cottage (1885).

Zihnimde Van Gogh’un yaşamını konu alan Loving Vincent filminde izlediğim, köylülerin Van Gogh’u aşağıladıkları sahneler canlanıyor. Tüm bu köy resimleri, kim bilir hangi koşullarda resmedildi. Anthon van Rappard’a ait iki adet resim de yer alıyor serginin bu kısmında. Van Gogh’unkilerin aksine insan bedenlerinin yakından resmedildiği bu resimler, oldukça sıcak bir atmosfere sahip.

Arka kısımdaki salona ilerlediğimde bir çiçek bahçesiyle karşı karşıya kalıyorum; Van Gogh’un bildiğim tüm çiçek resimleri burada, bir arada. Oklar ile yan salona geçince sanatçının meşhur yatak odası resmini görüyorum, resmin yanında ise yatak odasının canlandırılmış bir fotoğrafı yer alıyor. Hayal ile hakikat, imge ile madde arasında bırakıyor beni serginin ziyaretçilerine sağladığı bu "imkân". Yatak odasının fotoğrafını görünce resmine olan sevgim artıyor.

Üçüncü kata tıklıyorum. "Hastalık ve Kulak" başlıklı bir pano beliriyor. Burada "Van Gogh’un hangi hastalıktan mustarip olduğu bilinmemekle birlikte semptomlarının epilepsi ve ağır bir maniye işaret ettiği" not edilmiş. Kendi isteğiyle hastaneye yatan sanatçının resmin iyileştirici gücüne beslediği inancı hayatının hiçbir döneminde kaybetmediği söyleniyor. Bu kısımda Van Gogh’un otuz yedi yıllık yaşamında sahip olduğu en yakın dostlarının resimleri de yer alıyor. Bu isimlerden bazıları Paul Gaugin, Émile Bernard ve Paul Sérusier.

Émile Bernard, Fransız art izlenimci ressam, yazar ve sanat eleştirmeni.
Émile Bernard, Fransız art izlenimci ressam, yazar ve sanat eleştirmeni.

Van Gogh’un natürmort meyve resmi çalışmalarını da inceledikten sonra yan odaya geçiyorum, Kees van Dongen’ın bir resmi karşılıyor beni. Alımı bir kadın, cesur bir bakış... Resmin ismini hemen aratıyor ve resimdekinin sanatçının eşi Guus Preitinger olduğunu öğreniyorum. Onun hemen yanındaysa yine aynı ressamın boyut olarak diğerinden oldukça küçük bir resmi yer alıyor. Yine bir kadın, portrenin ismi Mina Tandja. Kim olduğuna dair internette herhangi bir bilgi yok. Kırmızı, yarım tülbentli, ürkek bakışlı ve sarı renkte giysiler giymiş bu kadının resmi, yanındaki resimle her yönden tezat. Yan yana duran bu iki resmin kontrastlığı ikisini de daha ilgi çekici kılıyor. İlerliyorum. Bu katta ekseriyetle farklı sanatçılara ait eserler yer alıyor. Bir Van Gogh resmi görüyor, okları takip ediyor ve tüm ayrıntılarıyla inceliyorum titizlikle işlenmiş bu manzarayı.

Hayattayken yalnızca bir resmini satmayı başarabilmiş Vincent Van Gogh’un anısına açılan bu müzeye olan ziyaretimi, bir tık, fakat yoğun ve bir o kadar da manidar hislerle sonlandırıyorum.