Hayata geç kalanlar: Göçmen işçiler

Göç, küreselleşmenin en bariz sonuçlarından birisidir.
Göç, küreselleşmenin en bariz sonuçlarından birisidir.

Geçtiğimiz günlerde Viyana’daki 44 No’lu tramvayın 15 dakikagecikmeli olarak gelmesi üzerine bir yolcu, Viyana Şehirİşletmeleri’ne bir ileti gönderip tramvayın neden geciktiğinisormuş. Gecikmenin nedeni tramvay şoförünün mesaisırasında eşinin doğum yaptığı haberini öğrenmesiymiş.Tramvay şoförü Serdar Acar, görevinin başındayken bebeğiolduğu haberini almış, yolcular mağdur olmasın diye sondurağa kadar gitmiş, ardından şefinden izin alarak tramvayıbırakmış, yeni şoför bulunana kadar da 15 dakikalık birgecikme yaşanmış. Serdar ve Gülsüm Acar çifti, bebeklerineNevzat Ali ismini koymuş.

  • "Göçmen isçiler doğmaz, yetiştirilmez, yaşlanmaz, yorulmaz ve ölmezler. Bir tek işlevleri vardır onların: çalışmak! Hayatlarındaki diğer bütün sorumluluklar kendi ülkelerinde kalmıştır." (John Berger)

Türkiye, 1990’lara kadar Batı ülkelerine göç veren bir ülke olarak biliniyor.
Türkiye, 1990’lara kadar Batı ülkelerine göç veren bir ülke olarak biliniyor.

Nevzat Ali şanslı bir bebek, her ne kadar biraz gecikmeli de olsa doğduğu gün babası onu kucağına alabilmiş. Oysa göçmen işçilerin çoğu ortak bir yazgıyı paylaşır: Doğumda, ölümde, iyi günde, kötü günde hep olmaları gereken yerde olamazlar. Ya haber çok geç gelir, uzun bir yolculuk sonrasında gecikmeli olarak giderler, ya da çalıştıkları işyerinden izin alıp da bir türlü beklenildikleri yere gidemezler. Çocuğunu doğduktan ancak bir yıl sonra gören göçmen işçi sayısı hiç az değildir. Ya da anne babasının vefatını aylar sonra izne geldiğinde öğrenenler de bir o kadar fazladır. Göçmenliğin yazgısı biraz da "geç kalmakla" ilintilidir. Hayat onları hep geç bırakır. Dışarda akıp giden neşeli yaşantıdan, şehirdeki tek sinemada oynayan Ayhan Işık filminin son gösterim gününden, adın hiç ezberleyemediği renkli festivallerden, baharın en güzel günlerinden, sokağın cıvıltısından, çocuğunun doğumundan, annesinin cenazesine kadar daha bir sürü şeye geç kalmak vardı göçmen işçinin yazgısında.

  • "Kızlarım çok küçüktü. Her yaz tatilinde memlekete gittiğimde bir köşeden bana öyle utangaç utangaç bakarlardı. Zorla kendime alıştırırdım. Tam bana yaklaşıp 'baba' demeye başladıklarında bu sefer de tatil biterdi, geri Almanya’ya dönerdim." (Halil Gencer)

Göçmenlik, ülkelerinde hayatlarını sürdürme imkanını yitiren, istenmeyen insan konumuna düşmüş kişilerin başvurmak zorunda kaldıkları zorlayıcı bir yaşam seçeneğidir.
Göçmenlik, ülkelerinde hayatlarını sürdürme imkanını yitiren, istenmeyen insan konumuna düşmüş kişilerin başvurmak zorunda kaldıkları zorlayıcı bir yaşam seçeneğidir.

Göçmen işçinin ilk ve en önemli vazifesi çalıştığı fabrikanın, madenin ya da atölyenin döner bantlarını çalıştırmaktır. Hayatlarında düzenli ve zamanında olan tek şey, önlerinden akıp giden yorgun bantların ritmidir. O ritmin bozulmaması onlar için hayatidir. Kalp atışları kadar hayatidir. Bantlar durmadıkça, bozulmadıkça ya da başlarına herhangi başka bir şey gelmedikçe göçmen işçi nefes almaya devam eder. Aldığı nefes yalnızca kendisine ait değildir. O nefeste memleketteki eşi, çocukları ve ailesi de can bulur. Göçmen işçi kendinden geçeli çok olmuştur. Ağır mesai saatlerine, gün ışığı görmeden çalıştığı asbest soluduğu rutubetli madene, nefsini terbiye ettiği daha başkaca yüklere ailesi için katlanır.

"Kış. 1986’nın Aralık ayı. Erzurum'da mevsim zemheri. Sobanın yandığı tek oda olan oturma odasında yattığımız günler. Yere iki döşek açardı annem, birinde kendisi diğerinde ben ve kardeşlerim uyurduk. En küçüğümüzü ortaya alırdık, koyun koyuna sıcacık olurdu. O gün uykumu tam almadığım halde uyanmaya çalışıyordum. Normal zamanların aksine bu sefer başka biri uyandırmaya çalışıyordu beni. Yabancı bir erkek sesi. Çocuğum daha, gözlerim uykuya yenik düşüyor. Ama adamın umurumda değil. İki kolunun arasında kalmışım, beni öpüyor bıyıkları çok sert canımı yakıyor. Hem ağzı sigara da kokuyor. Ama dedem değil bu, başkası. Korkuyorum. Gözlerimi yarım araladım. Kim bu adam? Tanımıyorum.

"Uyan hadii, yeter naz yapma" diyor.

Eşitsizliğin hüküm sürdüğü devletlerde göçmenlik en yıpratıcı hayat şartıdır.
Eşitsizliğin hüküm sürdüğü devletlerde göçmenlik en yıpratıcı hayat şartıdır.

Korktum, sıkıca yumdum gözlerimi. Belki rüyadır biter dedim. Ama bitmedi. Kim bu kim? Beni bıraktı bir ara kız kardeşimi öpmeye başladı. O ara açtım gözlerimi. Simsiyah sakalları, yüzünde tuhaf bir gülümseme var. Yüzüme yaklaştıkça gözleri büyüyen, dişleri devleşen bir adam. Kim bu? Annem nerede? Korkumdan bağıramıyorum. ‘Uyan bak sana ne aldım’ diyor. Yorganın üzerinden üstüme serdiği elbiseyi işaret ederek, ‘Sen sever misin maviyi?’ diye soruyor. Kız çocuğuna mavi olur mu hiç diyor annem kısık sesle. O zaman anladım işte. Bu yabancı adam babam(mış) demek ki. Açtım artık gözlerimi. Aynı elbisenin gülkurusu rengini kız kardeşime getirmiş, onun da üzerine sermiş. Erkek kardeşime pilli yarış arabası getirmiş. Yastığının üzerine tam göz hizasına koymuş.

Garip bir duygu. Tanımadığım bir adam mavi bir elbise ve yabancı olduğum tuhaf bir mutluluk. Ama utanmıştım nedense. Dedeme sarıldığım gibi sarılamıyordum. Onu öptüğüm gibi öpemiyordum. Babam(mış). Öyle dediler günlerce. Sonra yine bırakıp gitti bizi. (bence terk etti) Mavi elbisem kaldı. Göğüs kısmında yarım daireden oluşan üç beyaz şerit vardı. Ben elbisemi gökyüzü, beyaz şeritleri ise gökkuşağı sanıyordum. Ta ki dedem ve babaannem gökkuşağının renk renk olduğunu anlatana kadar. Az mı koştum peşinden çocukken. Güya altından geçip babamı isteyecektim." (Fatma Akyüz)

Çocuğunun doğumunda yanında olamayışı, eşinin elini tutamayışı, babasını kabre indiremeyişi hep bundandır. Göçmen işçinin yazgısıdır geç kalmak. Adını "Özlem" koyduğu küçük kızının ilk yürüyüşünü göremeyişi, dişlerinin çıktığına şahit olamayışı, "baba" dediği ilk anı duyamayışı, okulun ilk gününde, karne gününde ve daha başkaca günlerde yanında olamayışı talihsizlikler silsilesi değildir. Hem kendisinin hem de ailesinin sessizce kabul ettiği bir anlaşmanın ilk maddesidir: Göçmen işçi hep geç kalır.

Babalarını tanıdan büyüyen çocukların kaybı, hayat şartının en acımasız olanı.
Babalarını tanıdan büyüyen çocukların kaybı, hayat şartının en acımasız olanı.
  • "Bundan tam 46 sene önceydi, 3 Haziran 1972 günüydü. Babam Hollanda’dayken 7 yaşındaki ağabeyim Fikret’i kanserden kaybettik. Babama öldüğünü söylememiştik. Hem istese de cenazeye yetişemezdi hem de gelene kadar yolda tek başına perişan olurdu. Birkaç ay sonra izne gelecekti, geldiğinde söyleriz diye karar alınmıştı. Günler çabuk geçti, babam izne gelirken ağabeyime o kadar çok hediyeler almıştı ki, elleri dolu dolu gelmişti.
  • Sarılıp, kucaklaştık, hoşbeşten sonra babam hemen ağabeyimi sordu. Annem de zar zor ‘Fikret annenlerde’ diyebildi. Ben o zamanlar 3-4 yaşındayım. Babam hemen gidip alalım deyince ben çocuk aklımla ‘ağabeyim öldü baba’ demişim. Gerisi büyük bir acı... Babam o kadar acı çekti ki getirdiği bütün hediyeleri kırıp attı. Tüm acılarımız ikiye katlıyordu." (Kadriye Ünlüer Özer)

Onlara biçilen hayat böyledir. Göçmen işçi çalışır, çalışır ve çalışır. Ailesi rahat etsin, gördüğünden geri kalmasın diye katlanır bu yaşantıya. O ağır bantların ve çelik çarkların arasına girdikten sonra geri dönüş artık çok kolay değildir. Posası çıkana kadar çalıştırılır ama ölmezler. John Berger’in söylediği gibi; göçmen işçiler ölmez, çünkü arkalarından hep yenileri gelir.