"Ben deniz olsam da sen Ankara'sın"

MUSTAFA UÇURUM
Abone Ol

Soğukların en güzelini Ankara'da yaşadım. Önce hafif bir rüzgârla gelirdi soğuk. Yalayıp geçer, bir daha gelmeyecek sanırdınız. Sonra soğuk, sert yüzünü gösterirdi. Yüzüne çarpa çarpa gelir, içine dokuna dokuna titretirdi. Belki de kendine alıştırmak için yapardı bunu.

Uçsuz bucaksız bozkırların, dağların, yokuşların ardından Anadolu'nun tam da ortasında karşımıza çıkıyor Ankara. Başkent olması ayrı bir incelik olsa ben Ankara'yı hep mahzun bir yürek olarak görüyorum.

Yatsının sünneti
Cins

Üzerindeki devasa yüke rağmen, hep kenarda ve öylesine münzevi. Yarışacağı rakipleriyle arasında belki birçok fark olsa da araya giren en büyük engel; denizlerdir. Ankara; Anadolu'nun yüreği gibi yanık ve boynu bükük evladı. Bir dokunuş ile başkent olunca, üzerindeki asırlık tozları savurup atar. Ayağa kalkar, yükselen gri betonlar arasında asık suratını yumuşatmaya fırsat bulamadan bürokrasinin çarkında bulur kendini.

Askerliğimi Ankara'da yaparken doya doya yaşadım bu şehri. Ulus'ta minibüsten inip bütün şehri yürüyerek gezdim beş ay boyunca.

Gökyüzüne doğru yükselen çok resmî ve çok katlı duruşuna rağmen severim Ankara'yı. Bahtı kara gibi görünse de Ankara, yürekler hoplatan bir Ankara havası ile efkârını dağıtmasını bilir. Ankara'ya ilk gittiğim yıl çıkmıştı Grup Gündoğarken'in şarkısı. Ankara ancak bu kadar güzel sevilir denecek bir huzuru vardı şarkının. Ankara'ya gitmek kadar Ankara'dan gelmek de ayrı bir havaymış diye düşünürdüm. "Ankara'da dayısı olmak" deyiminin aksine Ankara'dan bir abinin gelmesinin coşkusunu dinledik uzun yıllar.

Bir sinemanın önündeyim. Siyah beyaz bir film varmış. Annem babam beni çok severmiş. Ankara'dan abim gelmiş, evde bir bayram havası... Annem babam beni çok severmiş


Askerliğimi Ankara'da yaparken doya doya yaşadım bu şehri. Ulus'ta minibüsten inip bütün şehri yürüyerek gezdim beş ay boyunca. Elbette elimde bir poşet dolusu Ankara simidi... Şehirlerin kendine has simitleri vardır ama Ankara'nın simidi bir başka. Namı Ankara'yı çoktan aşmış bir simitten; şiirlere, şarkılara konu olmuş bir damak tadından bahsediyorum. Ankara'da bana susamlarıyla, tadıyla, mis gibi kokusuyla simitler kadar öyküler de yoldaşlık etti.

Soğukların en güzelini Ankara'da yaşadım. Önce hafif bir rüzgârla gelirdi soğuk. Yalayıp geçer, bir daha gelmeyecek sanırdınız. Sonra soğuk, sert yüzünü gösterirdi.

İlk öykülerimi Ankara'da yazdım. Çarşı izinlerinde Hece dergisine giderdim. Hem yapışıp duran asker ortamını zihnimden savuşturmak hem de Ankara'da edebiyatın kalbinin attığı yer olduğu için Hüseyin Su'nun yanında alırdım soluğu. "Öykün varsa getir, Hece'de yayınlayalım." deyişiyle gün yüzüne çıkarmıştım öykülerimi. İlk öykülerim Hece'de çıktı. O gün bugündür şiirlerimin yanına öyküleri de yoldaş eyledim iki bin yılının Ankara'sında.

Soğukların en güzelini Ankara'da yaşadım. Önce hafif bir rüzgârla gelirdi soğuk. Yalayıp geçer, bir daha gelmeyecek sanırdınız. Sonra soğuk, sert yüzünü gösterirdi. Yüzüne çarpa çarpa gelir, içine dokuna dokuna titretirdi. Belki de kendine alıştırmak için yapardı bunu. Sivas soğuğu böyle değildi. Soğuktu işte. Bildiğin demir gibi soğuk. Dışarı çıkarsın ve bir anda hücum eder sana. Yüzüne, ellerine, az sonra tüm hücrelerine işlerdi soğuk. Kendini kapalı bir yere atana kadar senden hiç ayrılmayan ve tüm benliğine yapışan bir soğuk. Mamak'taki gecekondulara bakan bir yerde gece nöbeti tutarken üşümeye başladığımı hissettiğim bir anda başlayan sokak düğünündeki Ankara havasının ritmi, soğuğu bir anda unuttururdu. Ardı ardına çalan şarkıların havası ile nöbetler daha kısa gelirdi bana. Ankara'nın soğuğu, kendini unutturan bir soğuktu. Kızılay'da soğuk bir Ankara akşamında yürürken karşılaşılan bir dost yürek, alır götürür kuru ayazı. Ankara'nın başındaki kavak yelleri kalır. Bir gençlik rüzgârı gibi salınıp durur başucunda.

Ankara; bir tanıdığa rastlama şansının en yüksek olduğu şehirlerden. İstanbul öyle değil. İnsan, İstanbul'da bir anda kaybolabiliyor. Kendini bile unutuyor şehrin hengâmesinden.

Ankara'da şehrinden, memleketinden, başka yerlerden bir tanıdık yüzü görme ihtimali her zaman vardır. Hastane için ya da resmî işlerinden dolayı şehirde bulunan birileriyle Kızılay'da, Gençlik Parkı'nda, Bakanlıklar'da bir anda yüz yüze gelebiliyorsun. Ankara'nın böyle toplayıcı özelliği de var. Kaleye çıkmak Ankara'yla nefes almak gibidir. Yürüyerek çıkacaksın kaleye. Adımlayacaksın dar sokakları. Ağaçların arasından geçerek, merdivenlerin her basamağında biraz daha çıkarak yükseğe, şehre hâkim noktayı bulana kadar yürüyeceksin.

  • Ankara Kalesi'nde bir eski çalar saat
  • Bilmem kaça vuruyordu
  • Bir yağmur yağıyor inceden ince
  • İçimizdeki bin bir düşünce
  • Harmanlar misali savruluyordu
  • Islanmış bir ceylan yavrusu gibi
  • Tiril tiril titriyordun
  • Gitsek gitsek diyordun.
  • ( Yavuz Bülent Bakiler- Cebeci İstasyonu ve Sen)

Bir eski zaman şarkısı gibi geziyorum Ankara'da. İçimde taşıdığım denizlerin serinliği var. Sanki az sonra bir martı Kızılay'ın üstünde uçup uçup konacak bankların kenarına. Şehre deniz havası katacak içinde mavi taşıyan herkes. Bir rüzgâr başlayacak eski şarkılar gibi.

Kızılay'da soğuk bir Ankara akşamında yürürken karşılaşılan bir dost yürek, alır götürür kuru ayazı.

Söyledim aşkımızı Ankara rüzgârına

Olmadı kaldı benim her hevesim yarına

Her gören ağladı kalbini bağladı dalgalı saçlarına

Her gören ağladı kalbini bağladı dalgalı saçlarına

Ankara uzak değil artık. Bir nefes gibi yakın. El uzatımı mesafede biraz da. Üzerindeki resmi duruş biraz olsun yumuşasa da bir deniz havası her şeyi değiştirebilir. "Belki üstümüzden bir kuş geçer" kim bilir. Yeni bir şarkıya kaptırdım kendimi. Denizin esintisi Ankara üzerinde dalgalanıp duruyor. Ankara biraz daha kendine geliyor. Şehrin rengi yavaş yavaş maviye dönüyor.

Adımı zifiri karanlıklara haykırdılar
Cins

Bir saman sarısı, bir duman karası

Anladım ama zor oldu anlaması

Artık eski hayatıma dönüşüm yok

Ben deniz olsam da sen Ankara'sın

(Emir Can İğrek)