Kelamcıların mevcut taksimi

ÖMER TÜRKER
Abone Ol

Kelamcı, bir tabiat bilimci gibi davranır. Maksadı, cisimler dünyası hakkında dakik bir kavrayışa ulaşmak ve Tanrı’nın zâtı ve sıfatlarına dair araştırmaları ile bu kavrayışın irtibatını kurmaktır. Dolayısıyla kelamcı, hakikat araştırması yaptığı ve eşyanın hakikatine dair dış dünyaya mutabık bir kavrayışa ulaştığı iddiasındadır. İşte bu kavrayış, kelamcının başta Tanrı’nın zâtı ve sıfatları olmak üzere duyularla idrak edilemeyen mevcutlar hakkındaki akıl yürütmelerinin temelini oluşturur.

“Seni kendim için seçtim. Sen ve kardeşin, ayetlerimle gidin ve beni anmakta gevşeklik göstermeyin” [Taha 20/30-41.]

Kelamcıların bilgi teorisi eksenli bir mevcut taksimi yaptığını daha önceki yazılarda belirtmiştik. Şimdi bunun ne anlama geldiğini belirginleştirebiliriz.

Şayet bir şey, duyularla algılanmıyor ve akılla da bilinmiyor ise onu haberle bilmekten başka yol yoktur. Böylesi durumlarla ilgili kesin haber ise, asıl itibarıyla peygamberlerden alınır.


Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1209) öncesindeki kelamcılar; mevcutları, akıl ve duyu idraklerine göre sınıflandırmıştır. Buna göre var olanlar, ya akılla ya da duyu yoluyla idrak edilir. Akılla idrak edilmesi, şeyin ancak nazarî olarak yani istidlâlle bilinmesi demektir. Duyularla idrak edilmesi ise, beş duyu organından birinin idrak sahasına girmesi demektir. Şayet bir şey, duyularla algılanmıyor ve akılla da bilinmiyor ise onu haberle bilmekten başka yol yoktur. Böylesi durumlarla ilgili kesin haber ise, asıl itibarıyla peygamberlerden alınır. Bu demektir ki kelamcılara göre, bir şeyi bilmenin akıl, duyular ve nakil olmak üzere üç yolu vardır. Önce bu yollara göre kelamcıların mevcutları nasıl taksim ettiğini, sonra da bu mevcutlar hakkında bilgiye ulaşmak için nasıl bir yöntem izlediklerini açıklayalım.

Kelam geleneğinde Hicrî ikinci asırdan itibaren cari olan taksime göre var olan şeyler, öncelikle ontolojinin temel ayrımlarına göre tasnif edilir. Daha önce kelamın ontolojisinin üç temel ayrımı barındırdığını belirtmiştik: kadîm-hâdis, zât-sıfat ve cevher-araz ayrımları. Kadîm-hâdis ayrımının bir diğer ifadesi Tanrı-âlem ayrımıdır. Zât-sıfat ayrımı ise bir şeyin dışta bir taşıyıcı veya taşınan olarak bulunmasını ifade eder. Dolayısıyla zât-sıfat ayrımı saf mantıkî bir ayrımı olup hem Tanrı hem de âlem için geçerlidir. Yani Tanrı’nın zâtı ve sıfatları olduğu gibi âlemi oluşturan şeylerin de zât ve sıfatları vardır. Aslında “sıfat” kelimesi ile “araz” kelimesi yakın anlamlıdır, ikisi de dışta var olduğunda bir özne tarafından taşınıyor olmayı ifade eder.

Fakat araz kelimesi, geçiciliği, sonradan olmayı ifade ederken; sıfat kelimesi, yalnızca bir nitelenmeyi ve nitelemeyi ifade eder. Bu sebeple Allah’ın sıfatları olur, ama bu sıfatlara “araz” denilmez. Sadece yaratılmış nesnelerin özellikleri “araz” olarak adlandırılır. Mesela âlim ve kâdir, Allah’ın sıfatları olduğu gibi, insanın da sıfatlarıdır. Fakat ilim ve kudret insanda bir araz olarak bulunurken Allah’ta ancak bir sıfat olarak bulunduğu söylenebilir. Bu açıklamaları aklımızda tutarak ilerleyelim.

Kelamcılar dış dünyada var olan şeylerin tamamını Tanrı ve âlem olarak iki gruba ayırmıştır. Tanrı’yı bilmek kelamın nihai gayesini oluşturur ve imânda tahkik de esas itibariyle Allah’ın varlığı, birliği ve âlemle ilişkisi hakkında yanlışlanması imkânsız bir idrake erişmek demektir. Kelam kitaplarının “ilâhiyat” bahisleri bu sebeple Allah’ın zâtı ve sıfatlarını içerir. Fakat Allah’ın varlığı duyu algılarına konu olmamaktadır. Dolayısıyla Allah’ı ya akıl yürütmeyle (istidlâl) ya da haberle bilebiliriz. Pekâlâ, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) veya bir peygamberin Allah’a ilişkin bilgisi nasıl meydana gelir? Mutezile kelamcıları bu soruyu şöyle cevaplar: Allah peygamberlerin kalbinde kendisine ilişkin kesin bir bilgi meydana getirir.

Gelmeyen gelenek ve bilmeyen irfân: Nazarî düşünce geleneğimizin bileşenleri üzerine
Cins

Çünkü onlara göre Allah’ın varlık tarzı saf manevî olduğundan O’nu görmenin veya duyuya benzer şekilde bilmenin herhangi bir yolu yoktur. Dolayısıyla peygamberlerin Allah hakkındaki bilgisi, kendi varlığına ilişkin bilgi gibi zorunlu hâle gelir. Diğer insanlar ise akıl yürütme yoluyla kesin bir idrake ulaşabilirler. Ehl-i Sünnet kelamcıları, Allah’ı müşahede etmenin imkânını kabul ettiğinden, peygamberlerin görme idrakine benzer bir idrakle Allah’ı bilmesini mümkün görür. Fakat her halükârda iki geleneğe göre bir peygamberin Allah’a ilişkin idraki zorunlu ve kesindir; hiç kimse Allah hakkında peygamberleri kuşkuya düşüremez. Bir müminin hedeflediği bilgi seviyesi de nihai tahlilde böyledir ve kelam tekniklerini dikkate aldığımızda maksat, nazar ve istidlâl yoluyla Allah hakkında nazarî ama kesin bir idrake ulaşmaktır.

Cevherler dış dünyada bir zât olarak bulunanlar iken; arazlar, bu cevherlerin özellikleri olarak bulunanlardır.

Âlemi oluşturan şeyler ise cevher ve arazlar olmak üzere ikiye ayrılır. Cevherler dış dünyada bir zât olarak bulunanlar iken; arazlar, bu cevherlerin özellikleri olarak bulunanlardır. Kelamcıların hâkim teorik fiziğine göre bütün cevher ve arazlar, atomlar ve bunların hallerinden müteşekkil olduğundan Allah dışındaki mevcutlar, cisimle ilgili genel bilgilerimiz altına girerler. Diğer deyişle cismin sadece cisim olması bakımından özellikleri, bütün âlem için geçerlidir. Mesele bütün cisimler atomlardan oluşmuşsa Allah dışındaki her şey, madenler, bitkiler, hayvanlar, insanlar, gök cisimleri, cinler ve melekler de atomlardan oluşmuş demektir.

  • Cisimler ise duyu idraklerine konu olmaktadır. Bir cismin duyu idraklerinden gizlenmesi için atomları arasında duyuya konu olmayacak kadar boşluk bulunmalıdır. Dolayısıyla cisimler, duyular tarafından idrak edilenler ile duyular tarafından idrak edilmeyenler olmak üzere ikiye ayrılır. Duyularla idrak edilemeyen cisimler, akıl yürütmeyle bilinmeye elverişli ise varlıklarına ve özelliklerine nazarî akılla ulaşılır.

Şayet akıl yürütmeyle bilinme imkânı da yoksa haber yoluyla bilinebilir. Fakat cisimlerin idrak edilme bakımından iki temel kısma ayrılması, cisim olmaları bakımından duyu idraklerine konu olmalarını engellemediğinden kelamcılar bütün cisimleri, duyu idraklerine göre tasnif etmiştir: Görülenler, işitilenler, dokunulanlar, koklananlar ve tadılanlar.

Kelam kitaplarının cevher ve arazlar başlıklarını taşıyan fizik kısımları, cevherler bölümünde cismin tanımını ve kısımlarını inceledikten sonra arazları, yukarıda sayılan duyu idraklerine göre inceler. Bu bağlamda görülenlerde ışık ve renk, işitilenlerde ses, dokunulanlarda katılık ve sertlik gibi dokunma gücüyle algılanan nitelikler, koklananlarda kokunun tanımı ve türleri, tadılanlarda ise tadın tanımı ve türleri incelenir. Böylece kelamcılar tespit edebildikleri bütün mevcutları inceleme konusu hâline getirir. Fakat tasniften de anlaşılacağı üzere kelamın incelemesi, sadece fiziksel nesnelerin teorik olarak araştırılması şeklinde değildir, teorinin yanı sıra onların mahiyetlerini de inceler. Mesela kelamcı sadece cismin yapısını ve temel özelliklerini tartışmaz, acılık, tatlılık, kekrelik ve mayhoşluk gibi tat kısımlarını da tartışır. Bu tartışmalarda kelamcı, bir tabiat bilimci gibi davranır. Maksadı, cisimler dünyası hakkında dakik bir kavrayışa ulaşmak ve Tanrı’nın zâtı ve sıfatlarına dair araştırmaları ile bu kavrayışın irtibatını kurmaktır. Dolayısıyla kelamcı, hakikat araştırması yaptığı ve eşyanın hakikatine dair dış dünyaya mutabık bir kavrayışa ulaştığı iddiasındadır.

Her yönüyle bildiğimiz şeyi veya hiçbir yönüyle bilmediğimiz şeyi araştırma konusu yapamayız.

İşte bu kavrayış, kelamcının başta Tanrı’nın zâtı ve sıfatları olmak üzere duyularla idrak edilemeyen mevcutlar hakkındaki akıl yürütmelerinin temelini oluşturur. Bilindiği üzere herhangi bir akıl yürütme, bilinen bilgilerden hareketle yapılır. Diğer deyişle bir şeyi öğrenmek için onu mutlaka bir yönüyle biliriz, bir yönüyle bilmeyiz. Her yönüyle bildiğimiz şeyi veya hiçbir yönüyle bilmediğimiz şeyi araştırma konusu yapamayız. Akıl yürütme (nazar ve istidlâl), bilmediğimiz yönü, bildiklerimizden hareketle öğrenme çabasıdır.

İman ve kaygı: Allah’a yakınlığın anlamı üzerine
Cins

Bu sebeple akıl yürütme yaparken öğrenmeyi istediğimiz şeyin bildiğimiz yönü ile daha önce bildiklerimiz arasında ilişki kurarız ve böylece bilmediğimiz yönü bilinenler arasına katmaya çalışırız. Bilinmeyen şeyi, bilinenlere katıncaya kadar bu bilme çabası devam eder. Dolayısıyla bir şey hakkında bilgi edinmek için daha önceden bildiklerimiz ile o şey arasında ortak bir payda veya ikisini birleştirici bir vasıf bulunmalıdır. Bu bakımdan hem duyularımızla idrak ettiğimiz nesnelerin bilinmeyen yönleri hem de Allah hakkında bilgiye ulaşmak için bildiklerimiz ile bilmediklerimiz arasında ortak bir nokta olmalıdır.

Kelamcılara göre bildiklerimiz üç gruba ayrılır: aklın apaçık bilgileri, duyusal idraklerimiz ve haberler. Aklın apaçık idrakleri daha önce de belirtildiği gibi herhangi bir çabayla elde edilmez, doğrudan Allah tarafından insan zihninde meydana getirilir ve bütün bilgilenme sürecinin temelini oluşturur. Haberler, kelam ilmi söz konusu olduğunda Kurân ve mütevatir sünnettir. Duyusal idraklerimiz ise duyular aracılığıyla dış dünyaya ilişkin doğrudan idraklerimiz, dil aracılığıyla tevarüs ettiğimiz bilgiler ve bizden öncekilerin nesneler hakkında oluşturduğu bilimsellik payesini haiz bilgiler bütünüdür. Kelamcılar bu bilinenler bütününden hareketle bir yandan dış dünyanın dakik bir idrakini oluşturmayı diğer yandan da Allah’ın zâtı ve sıfatlarına ilişkin kesin bir idrake ulaşmayı amaçladılar.

Bu bağlamda nesnelere dair bütün araştırmalar, kelamcılara iki temel ilke vermiştir: Birincisi, atomlardan oluşan cisimlerin kendi başlarına var olmalarının ve varlıklarını devam ettirmelerinin imkânsız olduğudur. Bu ilke, âlemin bir fiil olduğu ve mutlaka bir fâilinin bulunduğu sonucunu vermiştir. İkincisi şudur: Âlemdeki mevcutlar, atomlardan oluştuğundan âlem ile onun fâili arasında varlık tarzı bakımından farklılık olması gerektiğidir. Bu ilke, âlemin fâilinin yani Tanrı’nın varlık tarzının, atomcu bir teoriyle yahut herhangi bir teorik fizikle açıklanamayacağını gerektirmektedir.

Kelamcılara göre bildiklerimiz 3 gruba ayrılır: Aklın apaçık bilgileri, duyusal idraklerimiz ve haberler. Aklın apaçık idrakleri herhangi bir çabayla elde edilmez.


Kelamcılar Allah’ın zâtı ve sıfatları hakkında ise iki temel bilinen olduğu kanaatine ulaştılar. Birincisi, sonradan varlık kazanan fiillerin fâili olarak Allah’ın kadîm yani öncesiz olması gerektiğidir. Kadîm olan bir mevcut yok olamayacağından Allah’ın ezelî olması da gerekecektir. İkincisi ise fiil olarak âlemin, kendi fâilinin yani Allah’ın bir takım sıfatlarına delalet etmesi gerektiğidir. Mesela âlemin kusursuz düzende var edilmiş olması, Allah’ın bilgisine, kudretine ve iradesine delalet eder. Kelamcılara göre her iki ilke de aynı zamanda dinî nasların verdiği bilgiler arasındadır ve bu anlamda naslar ile aklın bulguları arasında tam bir örtüşme vardır.

Özellikle Gazzâlî (ö. 505/1111) öncesindeki kelamcılar bu örtüşme üzerinde ısrarla durmuşlar ve aklın evrensel idrakleri ile nasların verileri arasında tam bir uyum olduğunu savunmuşlardır. Bu sebeple kelamcılar, âlemin sonradan ve yoktan yaratıldığını hem dış dünyaya ilişkin araştırmaların desteklediğini hem de nasların bildirdiğini düşünmüşlerdir. Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1209) sonrasında İbn Sînâ metafiziğinin kelam ve tasavvufu etkilemesi nedeniyle Seyyid Şerif el-Cürcânî (ö. 816/1413) gibi bazı büyük kelamcılar, nasların özellikle âlemin var oluşuna ilişkin verdiği bilgiler ile aklın bulguları arasında uyuşmazlık olabildiğini ve böyle durumlarda nasların kesin verisinin tercihe şayan olacağını iddia etmiştir.

Kelamcılara göre sadece naslardan gelen asıl bilgiler, melekler gibi duyularla idrak edilemeyen ve herhangi bir akıl yürütmeyle de ulaşılamayan mevcutların bilgisi ile âhiret hayatı hakkındaki bilgilerdir.

Fakat kelamcılara göre sadece naslardan gelen asıl bilgiler, melekler gibi duyularla idrak edilemeyen ve herhangi bir akıl yürütmeyle de ulaşılamayan mevcutların bilgisi ile âhiret hayatı hakkındaki bilgilerdir. Ahlâk, ibadet ve hukuk alanlarıyla ilgili hususlar, kelam ilmi kapsamında bulunmadığından burada onları belirtmeye gerek yok. Sadece İslam geleneğinde meta-etik tartışmalar kelamcılar tarafından yapıldığından, iyi ve kötünün bilgisinin Eşarîlere göre tamamının, Mâturîdîlere göre çoğunluğunun, Mutezileye göre bir kısmının da naslar tarafından verildiğini yani Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından bildirildiğini belirtmek gerekir. Bu kısma giren bilgilerin tamamı, işitme yoluyla edinildiğinden kelamcılar bunları işitilerek öğrenilenler anlamında “sem‘iyyât” olarak adlandırır.

Ehl-i sünnet: fırka mı yoksa tavır mı?
Cins

Kelam geleneğinde tarihsel süreçte büyük dönüşümler olmasına rağmen yukarıda özetlenen ana yapı varlığını devam ettirmiştir. Pekâlâ, kelam geleneğinin ortak kabulleri, disiplinin yapısı, işlevleri ve temel iddiaları dikkate alındığında kelam neyi başarmıştır, hangi açılardan başarısız sayılabilir ve bizim için ne gibi imkânlar barındırır? Kelamla ilgili külli bir değerlendirme yapmayı gerektiren bu soruyu bir sonraki yazıda cevaplayalım.