Öncekiler rüya sonrakiler hayal

SÜLEYMAN UNUTMAZ
Abone Ol

Van’dan bir akşam gelir, eğer kar doğru dürüst yağarsa. Sarı duvarlarıyla bir ev, güneşin acemisi… Bir bardak çayla kardeşim gelir, uzak yolların gürültüsü gelir. Dağların dağ, soğuğun soğuk olduğu yolculuk akşamları gelir. Elleri ve yüzleri soğuktan pütürleşmiş Kürt çocukları gelir; sobanın etrafında masal arayan…

Metafizik

Van’dan bir akşam gelir, eğer kar doğru dürüst yağarsa. Sarı duvarlarıyla bir ev, güneşin acemisi… Bir bardak çayla kardeşim gelir, uzak yolların gürültüsü gelir. Dağların dağ, soğuğun soğuk olduğu yolculuk akşamları gelir. Elleri ve yüzleri soğuktan pütürleşmiş Kürt çocukları gelir; sobanın etrafında masal arayan…

Piyanonun başında Tolstoy sonunda ben
Cins

Kışsa, üşüyorsak, aslında kimseye tam olarak anlatamadığımız bir sızı doldurduysa içimizi, yalan yanlış bir dünyayı haklı çıkarmaktan yorgunsak, kaçak bakışlarımızla vitrindeki kitapları seviyorsak, “hayırlı işler” dendiyse sokakta kestane satan adama, ne varsa topladığımız bu sürgünlüklerle, kalbin hem yakınında hem de uzağında bir akşama yakalandıysak, eve döndüğümde A-4 kâğıdını ayna gibi döktüysem önüme, kimsenin duymadığı bir keman göğsümden havaya bir hayali çiziyorsa, her kelimeden sonra biraz daha aralanan zamansızlığın kapısından sadece yokluğum geçiyorsa öteye, hayatın yüzeyinden havalanan köpükler gibi cümlelerim gidip sarı saçlı bir kızı sevmeye yeniden başlıyorsa,

Burada her şey muğlâk… Geçmiş dediğimiz sürekli değiştiği için elim o satırlara kendiliğinden gidecek ve cümle tamam olacak.

Cuma öğleden sonraları kış güneşinin yıkadığı dağlardan bana gelen haberlerle doluysam, henüz yazmadığım şiirleri okuyorsam kendime, sanki biz daha yalnız olalım diye kurulmuş bir şehirde Kemal’le aynı cümleyi bir ucundan tuttuysak, Allah’a inanmak oralarda daha esaslıysa, artık inanmadığım bir hüznün içinde çoğalıyorsam, ölümsüzlüğü yudumladığımız çay akşamlarının aydınlığında bıraktığım ne varsa, dünyayla arama çizdiğim sınırları andıran yazılarımın bana anlattığına kanmayı tercih ediyorsam, her sabah kendimi hep aynı yolculuğun menzili olmayan yolcusu gibi dağa taşa baktıkça yorgunluğunu hafifleten bir sükûnet hâlinde buluyorsam, sustuklarımı unutmazsam var olabiliyorsam, karla kaplı coğrafyanın ima ettiği o uzak olma hâli bana iyi geliyorsa, ters yüz edilmiş uykuları gezdirirken, her uyanış dünyaya yeni gelmişçesine silkeliyorsa beni, yanına oturduğum çocukla –Yusuf’tu adı– manzaraya bakarken ikimizi aynı algı düzeyinde buluşturan “şey”e de bakıyorsam, neydi? “Şimdiki zaman” burada sözümü keserken, bilinci saldırıya uğramış ve avanak rolü yapan şairlerin aklını bir anlığına kiralıyorum. O cümleyi hayat tamamlayacak nasıl olsa. Burada her şey muğlâk… Geçmiş dediğimiz sürekli değiştiği için -bunu daha evvel de yazmıştım ve hâlâ inanıyorum- elim o satırlara kendiliğinden gidecek ve cümle tamam olacak. Ölümsüzlüğün onun yüzünden bana baktığına ve ölümsüzlüğün yalan olduğuna inancım hiç değişmedi.

Kar doğru düzgün yağarsa bunu devrim sayarım!

Bu edebiyat hâlâ moda mı dostum? Sanmıyorum. Hiç sanmıyorum.

Zooey, gergin ama sevimli

Zooey, öyküyü ondan beklenmeyecek bir yavaşlıkla okuduktan sonra gömleğinin cebinden yarısı içilmiş purosunu çıkarıp pantolon ceplerinde gözlerini kısıp çakmak aramaya başladı. Bir yandan dudaklarından tuhaf bir şarkının ezgisi dökülmekteydi. Dizinin üstündeki kâğıtlarıma bakarak yaktı purosunu ve ilk dumanın burnundan süzülüşüyle beraber anlatmaya başladı.

  • “Bu edebiyat hâlâ moda mı dostum? Sanmıyorum. Hiç sanmıyorum. 19. yüzyılın lanet olası iç çekişlerini hâlâ sürdürmek bana hiç de anlamlı görünmüyor. Tüm o Flaubert’lerin, Balzac’ların, romantik İngiliz züppelerinin, şiiri sümüklü hislenişlere kurban eden gece yarısı şairlerinin ruhunu ortalıkta gezdirmenin âlemi yok.

Hortlağın tekrar hortlamasına benziyor her şey. Tüm bunlar ancak bir tez konusu hâlinde kalsa iyi olur dostum.”

Birden kalkıp camı açtı ve başını göğe uzatıp ağzından çıkan dumanların dağılmasını izlemeye koyuldu. Bir şey hatırlamış gibi dönüp parmağını bana uzatarak sürdürdü söylevini.

Böyle giderse Tanrı bile sizin yanınıza yaklaşamayacak. O bile sıkılmıştır artık bunlardan.

''Yani demem o ki, şunu, şu lanet açımlamayı yapmayı uygun gördüm şimdi: Bütün bunların hiçbir anlamı yok. Uzun ve süslü cümlelerin ne boka yaradığını sanıyorsunuz. Hiçbir hayatta karşılığı yok bunların. Hangi devirde yaşıyoruz ve o sivilceli liseli piliçlerin gözlerini nemlendirmekten başka ne işe yarar bunlar. O uyuz iç çekişlerin dünyası hiçbir zaman var olmadı. Ne sanıyorsunuz? Bu dünyayı Victor Hugo’nun yarattığını mı? Hayatın içine işlemeli bence her şey. Hayat dışı ilkel bir duygu çemberinden bahsetmenin lüzumu yok. Bunlar insanları daha da aptallaştırıyor bana kalırsa. Hatta şöylesi daha doğru: İnsanların aptallıklarını okşuyor ve onları yüceltiyor. Herkes mışıl mışıl, oh ne güzel. Hiç mi İsa’yla konuşmaz bu sünepeler. İsa onların kulaklarını çekerdi. Buna hiç şüphem yok dostum. Bu kesin. Bu heriflerin gün boyu basit şeylerin dünyasında mesai harcadıktan sonra kâğıdın başına geçip aziz kesilmeleri artık midemi bulandırıyor. Ne yani? Onlar başka bir dünyada mı yaşıyor? Sadece onların dünyaları kutsanmış da bizler acınası faniler miyiz? Bence artık buna dur demenin vakti geldi.”

Hortlağın tekrar hortlamasına benziyor her şey.

Gömleği terden sırılsıklamdı. Purosunu küllüğe bırakıp saçlarını karıştırmaya başladı. Heyecanı biraz geçmişti sanki. Ama gergindi.

Dünya işleri

Okulun arka duvarının önüne, otların arasına koyduğumuz masada çalışan iki idareciyiz Sabri ile. Bütün idari işleri biz yapıyoruz. Arada bir okula yeni atanan öğretmenler geliyor resmi işlemleri için ve tüm bu işleri otların ve rüzgârların ortasına koyduğumuz masada gerçekleştiriyoruz. İlk kez ataması yapılan Tuğba diye ana kuzusu bir kızı bugün üçüncü kez ilçe milli eğitime gönderdik. Çünkü sürekli işleri yanlış yaptığımız için evraklar ilçeden geri dönüyor. Ve biz hiç istifimizi bozmadan “Olur böyle şeyler.” deyip tüm ciddiyetimizle çalışmaya devam ediyoruz.

  • Tuğba babasıyla gelmiş okula. Babası ikide bir “Hocam okulu görseydik bir.” dedikçe Sabri “Okul kilitli, bizde de anahtar yok.” deyip durmakta. Ben hemen ekliyorum, “Görürsünüz, telaşa mahal yok, nasıl olsa buradasınız.” Adam kabulleniyor çaresiz… Biz sürekli imkânların kısıtlı olduğundan söz ediyoruz Sabri ile. Ve tek bir masada, yan yana işimizi yapmaya çalışıyoruz.

Ara sıra kâğıtlar yola doğru uçuyor ve “Kâğıtları getirir misiniz?” diye rica ediyoruz adama. Adam yüksünmeden dediğimizi yapıyor. Ama yüzünde bir ekşime olmuyor da değil. Öğle oldu mu yemek molası veriyoruz aynı yerde. Yemeğimiz de sabah gelirken aldığımız döner dürüm ve ayran. 1,5 saat boyunca, 12-13.30 arası çalışmıyoruz. Baraja doğru yürüyüşler yapıp yapılması gereken iş ve işlemlerden bahsediyoruz. Masayı terk ederken içimizde bir sıkıntı olsa da, öğretmen arkadaşlara emanet ediyoruz orayı. Kâğıtların üstüne birkaç taş koyup uçmasını engelliyoruz böylelikle. Mesai bitimi masanın üzerini, hemen okulun altında evi olan bir adamdan aldığımız bir brandayla örtüp, brandanın yere değdiği yerlere de büyük taşlar yerleştirdikten sonra gönül rahatlığıyla evimize gidiyoruz.

Okulun hemen aşağısındaki bakkaldan aldığımız küçük mavi tüpte çayımızı demleyip şevkle ve ciddiyetle çalışmaya devam ediyoruz.

Bugün Sabri küçük bir pilli radyo getirmiş. Buna çok sevindik. Radyo cızırtılı olsa da vaktimizi sıkıntısız geçirmemize yardımcı oluyor. Okulun hemen aşağısındaki bakkaldan aldığımız küçük mavi tüpte çayımızı demleyip şevkle ve ciddiyetle çalışmaya devam ediyoruz. Okul müdürü izinli. Okul bahçesinin cümle kapısı da kilitli ve o kapının anahtarları da onda. Duvarların üzerinde demir korkuluklar olsa da aslında bahçeye atlayıp çalışmalarımızı orada sürdürebiliriz.

Saatler
Cins

Ama müdür beye bir türlü ulaşıp bu konuyu soramadığımız için ve ondan habersiz okulun avlusuna girmeye yetkili olmadığımızdan şimdilik duvarın önüne koyduğumuz masada çalışıyoruz. Masayı Sabri bir nakliyeciden bulmuş. Topu topu dört sandalyemiz var kahveden aldığımız. İkisine biz oturuyoruz, diğer ikisinde de Baş Müdür Yardımcımız ve işi düşen öğretmen ya da veli oturuyor. İşimiz bitince ya da okulun içindeki idare odasında bulunan güzel masalarda çalışmaya başladığımızda bu masayı adama geri vereceğiz. Aslında bu masa demir ve sağlam bir masa. Hatta üzerinde kim bilir ne zaman yapıştırılan “yangında ilk kurtarılacak” ibaresi hâlâ durmakta. Daktilo ya da bilgisayar kullanmadığımız için tüm resmi yazıları elimizle yazıp yolluyoruz. Her gün milli eğitime gidecek biri olmuyor tabii ki. Bazen ben, bazen de Sabri okula gelmeden milli eğitime uğrayıp evrakları teslim ediyoruz.

Evrakı alan memur, el yazısını görünce yüzümüze tuhaf tuhaf baktığında, “Şimdilik imkânlarımız kısıtlı, yakında düzelecek durumlar.” deyip uzaklaşıyoruz yanından.

Seminer çalışması için okula gelen öğretmenler ise bütün gün okulun karşısındaki boş arazide oynuyorlar. Her sabah ve her akşam imza atıp, bütün gün ip atlama, elim sende, sek sek, yakar top oynadıktan sonra evlerine gidiyorlar. Birkaçı milli eğitime durumu bildirmiş ve yakında bir şube müdürünün okula geleceği söylentisi etrafta dolaşsa da, Sabri ve ben tüm ciddiyetimizle işimizi yapmayı sürdürüyoruz. Bazen işler birikiyor ve gece geç saatlere kadar çalışıyoruz. Havalar serin oluyor buralarda. Sokak lambasının ışığı masayı aydınlatmaya yetmiyor ve benim cep telefonun ışığı altında çalışıyoruz. Mühür yerine patatese yazdığımız “İbrahim Koçarslan İ.Ö.O.” ibaresini basıyoruz kâğıtlara. Yazının üzerini siyah sulu boyayla resimden anlayan bir öğrenciye boyattık. Fena da olmadı. Geçenlerde velilerden biri bize bir lüks getirdi. Lüksü bilmeyenler için söyleyelim: küçük tüpün üzerindeki gaz çıkan yere takılan ampule benzer bir tül düşünün. Tüpü açtığınız zaman o tül küçük bir balon gibi şişer ve hem ses hem de güzel bir aydınlık verir. Geç saatlere kadar çalıştığımız için bunun çok yararı olduğunu söylemeliyim.

Bazen işler birikiyor ve gece geç saatlere kadar çalışıyoruz.

Akşamları çok serin olduğu günler birkaç dosyayı koltuğumuzun altına alıp eve götürüyoruz işler aksamasın diyerek. Doğrusu çok yoruluyoruz. Ama işimizi yaptığımız da bir gerçek. Öğretmen arkadaşlar da durumu kabullenmiş görünüyorlar. Bazen Baş Müdür Yardımcısı Osman Naci Hoca bize yardımcı oluyor. Ama o hâlinden memnun. Bütün gün karşımıza oturup sigarasını tellendirmekte. Geçenlerde yakında ülkemizde ihtilal olacağından uzun uzadıya söz etti. Bu yüzden şu an üyesi olduğumuz sendikadan istifa etmemiz gerektiğini anlattı. İhtilal olduğunda bütün sendika üyeleri içeri alınacakmış, asker bugünlerde sabırsızmış ve her şeyin iyice tadı kaçmış dediğine göre.

  • Bu konuyu Sabri’yle aramızda konuştuktan sonra, diğer arkadaşlara haber verip, onların içinde eğer hükümete yakın olan sendikaya üye olan varsa istifa etmelerinin doğru olacağını söylemeye karar veriyoruz.

Ama Osman Naci Bey bunu duyunca da korkuyor ve “Beni karıştırmadan bunu yaparsınız sevinirim.” diyor. “Saygı duyarım ama böyle toplu bir istifa beni ve okulumuzu zor durumda bırakabilir. İstifalar belli aralıklarla olsun.” diyor. Ben ve Sabri aynı korkuyu paylaşıp şimdilik bunu öteliyoruz. Osman Naci Bey de rahatlayıp bize birer sigara uzatıyor. Ben, Osman Naci Bey’e en azından bir sehpa ya da komedin bulup üzerinde çalışmasının doğru olacağını, çünkü yakında şube müdürlerinden birinin okulumuza gelebileceğini söyleyince telaşla “Yaaaa!” deyip yarına bir masa ya da sehpa bulmaya karar veriyor. “Valla yakarlar başımı!” diye de ekliyor.

Göreve yeni başlayan üç öğretmen var ve onlar etrafa ve bize şaşkın gözlerle bakıyorlar. Bazen bize “Hocam böyle olmaz, buna bir çözüm bulalım.” deseler de biz her defasında şimdilik böyle çalışmamız gerektiğini ve müdürün yakında döneceğini söyleyerek onları susturuyoruz. Çok şükür şimdiye dek herhangi bir evrak ya da dosya çalınmadı, kaybolmadı. Ben yine de yarın bir dolap bulup getirmeyi düşünüyorum. Çünkü çok fazla dosya birikmeye başladı masamızda.