Şahane roman fikirleri, Türk gibi ayrılmaklar ve alternatif uzunluk ölçüleri

HABER MASASI
Abone Ol

Salkım Hanım’ın Taneleri bir “azınlık” hikâyesi anlatmıyor bize. Temelde bir insan hikâyesi anlatıyor, o arada Kemalizm ile boğuşuyor, varlık vergisiyle boğuşuyor, Ermeni olmak, Rum olmak gibi meselelerle boğuşuyor ama bunları gözümüzün içine soka soka “bir azınlık hikâyesi bu” diye anlatmıyor.

İsmail: Entelektüel bir giriş olsun. Geçtiğimiz hafta, iki İran filmi bir de Filistin filmi seyrettim peş peşe. Filistin filmi, Abu Assad’ın The Idol filmiydi. 2011’de Arapların ses yarışması Idol’ü kazanan Muhammed Assaf’ın hikâyesi. Biri, Parting diye Afganistan’dan gelip İran’ı geçip Türkiye’ye gitmek isteyen bir gencin mültecilik hikâyesi. Biri de Circumstances. O da iki İranlı kızın -en hafif tabirle- birbirine âşık olma hikâyesi.

Reçel yapmanın incelikleri üzerine bazı iktisat dersleri
Cins

Şimdi ilk iki filmde yani The Idol’de ve Parting’de “ülkelerinden nefret eden yönetmenler” diye bir şey yok. Ama ülkesinin hatasını eksiğini göstermekten çekinmeyen iki yönetmen var. Hem Parting’de öyle hem de The Idol’de. Ama mesela Circumstances’ı izlerken şunu fark ettim. Bir insan ülkesinden niye nefret eder? Ülkenden nefret etmeden sanat yapsan, mesela Avrupalılar sana ödül mü vermiyor? İnsan ülkesinden nefret eder mi? Rejimden nefret et, durumdan nefret et. The Idol’de de Gazze’deki çocukların odasında Arafat ile Leyla Halid’in fotoğrafları var. “Bunlar Hamas’tan değil” diye altını çiziyor Abu Assad. Ama yadırgamıyorsun… Bugün bir vesileyle Yusuf’la da konuştuk. Mesela Yeşim Ustaoğlu, anlatmadık azınlık bırakmadı filmlerinde. Yani Türkiye’de azınlık kimlik olabilecek kim varsa filmlerinde anlatmayı denedi. Dünyada Yeşim Ustaoğlu diye bir markamız yok. Ama son derece sıradan insan hikâyeleri anlatmayı başaran Nuri Bilge Ceylan diye bir markamız var. Bana, anlatmayı biliyorsan böyle numaralara ihtiyaç yokmuş gibi geliyor. En çok hangi romanda hissettim bunu, mesela Salkım Hanım’ın Taneleri’nde.

2011’de Arapların ses yarışması Idol’ü kazanan Muhammed Assaf’ın hikâyesi.

Furkan: Yılmaz Karakoyunlu… Romanın da sahibi.

İsmail: Evet, mesela roman haliyle Salkım Hanım’ın Taneleri bir “azınlık” hikâyesi anlatmıyor bize. Temelde bir insan hikâyesi anlatıyor, o arada Kemalizm ile boğuşuyor, varlık vergisiyle boğuşuyor, Ermeni olmak, Rum olmak gibi meselelerle boğuşuyor ama bunları gözümüzün içine soka soka “bir azınlık hikâyesi bu” diye anlatmıyor. Üç film üst üste izleyince böyle tuhaf bir şey düşündüm ve bununla başlamak istedim Cins Oturum’a.

Son derece sıradan insan hikâyeleri anlatmayı başaran Nuri Bilge Ceylan diye bir markamız var. Bana, anlatmayı biliyorsan böyle numaralara ihtiyaç yokmuş gibi geliyor.

Arda: Abi bir şey soracağım. Şimdi azınlık olmak ile ülkeni sevmek bahsini peş peşe açtın ya. Böyle bir şey mi var? Bir kalıp, bir paket mi bu? Çünkü azınlık olup ülkesini seven ya da azınlık olmayıp ülkesini sevmeyen elbet çok insan vardır.

İsmail: Yok yok. O manada söylemedim. Yeşim Ustaoğlu’nda bahsettiğim bağlamda söyledim.

Aykut: Azınlık hikâyesi anlatmak dışarıdakilerin ilgisini çeken bir şey de olduğu için…

İsmail: Meselen varsa anlatıyorsun abi. Meselen yoksa festivallerin, birtakım kültür sanat çevrelerinin dikkatini çekmek üzere çeşitli numaralar yapıyorsun.

Arda: Anlamak için soruyorum o hâlde; konumuz, “meselesi olmak” mı yoksa “bir insan ülkesini neden sevmez” mi?

İsmail: Yok, şöyle düşünelim abi bunu… Belki biraz açmak lazım, iyi oldu bu soru. Diyelim Hasan Ali Toptaş, bize bir kamyon şoförü hikâyesi anlattığında ya da bir Kürt hikâyesi anlattığında -anlatırsa- veya bir Ermeni hikâyesi anlattığında biz Hasan Ali Toptaş’ın bunu baya baya ülkesiyle hesaplaşmak için yaptığını düşünür müyüz? Ya da yurtdışında ödüle uzanmak için yaptığını düşünür müyüz? Ama Elif Şafak, Mevlânâ da yazsa ne bileyim Hallâc-ı Mansûr da yazsa Fatih Sultan Mehmet de yazsa anlıyoruz ki Elif Şafak bunu bir yerlere selam çakmak üzere ve bir projenin parçasıymış gibi yapıyor. Dolayısıyla geldik saf edebiyat meselesine. Hikâyen varsa anlatıyorsun abi. Hikâyen yoksa bir projeye dönüşüyorsun. Bir proje yazara, bir proje yönetmene, bir proje müzisyene.

Bir insanın hikâyesi olabilmesi için, hikâye anlatabilmesi için, insanı, öncelikle de kendi insanını sevmeyi bilmesi lazım.

Aykut: Şöyle abi, hikâyen varsa anlatıyorsun. Evet ama bir insanın hikâyesi nasıl olur? Temel, çekirdek sorumuz bu. Ne olur da bir sanatçının hikâyesi olur. Ben geçen ay Cins’te biraz yazdım. Orada unuttuğum bir şeyi ekleyeyim. Hatırlatmak için o yazının spotunu söyleyeyim, Kara Murat filminden: “Anasını seven kısrağını, kadınını, vatanını ve toprağını da sever.” Buna ek olarak orada unuttuğum şeyi de söyleyeyim. Benim çok sevdiğim bir Borges hikâyesi var. Genç Borges, ihtiyar Borges ile karşılaşıyor. Bir düşsel ortamda 30 yıl sonraki Borges ile konuşuyor. Genç olan diyor ki: “Ben bütün insanlığı seviyorum, onun için yazıyorum.” İhtiyar olan da diyor ki: “Emin misin? Bütün insanlığı sevmek kolay ama mesela komşunu seviyor musun? Kapının önünü temizleyen çöpçüyü seviyor musun? Diğer komşularını kazıklayan -vurgular bana ait- bakkalı seviyor musun? Sütçüyü seviyor musun?” Genç olan afallıyor. Niye? Çünkü büyük şeyleri sevmek kolay. İnsanlığı sevmek kolay ama insanı sevmek kolay değil. Aslında insanı sevmek insanlığı sevmektir. Bence bir insanın hikâyesi olabilmesi için, hikâye anlatabilmesi için; insanı, öncelikle de kendi insanını sevmeyi bilmesi lazım. Kendi insanına dair bir sevgisi, bir merakı, bir ilgisi olması lazım. Bu ilgi olmayınca da işte, “ne anlatayım, azınlık mı anlatsam”; işte, “eşcinsellik mi anlatsam”, falan diye projeler üretmeye başlıyor. Çünkü dert içeriden gelmiyor gibi geliyor bana.

Arda: Üstelik trend.

Aykut: Derdi olmayan trend arar zaten.

İsmail: “Tutarmış bu”, diye başlıyorsun. Seneler önce Selahattin Yusuf ile ortak bir şakamız vardı. “Selahattin şahane bir roman fikrim var!” diyordum ben ona. Selahattin bunun acayip bir şaka olduğunu anlayıp gülüyordu her seferinde. Çünkü “şahane bir roman fikrim var” demek, aslında romanla hiçbir ilginin olmadığını kabul ediyor olmak demek. Yani “Şahane bir roman fikrim var” diyerek roman mı yazılır? Ama piyasa böyle insanlarla dolu. Bunun artık bir şaka olduğunu kimseye anlatamıyorsun.

  • Ya bu şaka abi. “Şahane bir roman fikrim var” şakası, kötü bir şaka. Berbat bir şaka. Öyle değil ama şimdi. “Şahane bir roman fikrim var” diyen insanlar ve o insanlara yazar diyen insanlar var şimdi.

Aykut: Abi ben geçen hafta Yüzyıllık Yalnızlık’ı gerçekten yeniden okudum. “Yeniden okudum”, diye bir şey var, eyvallah, ama ben gerçekten yeniden okudum. Yazar olarak, bir meslektaş olarak çok ciddi bir çaresizlik hissettim orası ayrı da; Marquez romanda kelimenin tam anlamıyla Latin Amerika ile boğuşmuş. Bütün kıtayla boğuşmuş. Ama büyük bir sevgiyle boğuşmuş. Ve bunu romanın her sayfasında hissediyorsun.

İsmail: Tam bunu diyorum abi işte. Tam da bunu kastediyorum. Mesela Nazım Hikmet hakkında ya da Yaşar Kemal hakkında “şahane bir projesi vardı” diyor muyuz? Demiyoruz. Yaşar Kemal’in adı Nobel ile geçti ama Yaşar Kemal, Nobel almak için yazdıklarının dışına çıkmış birisi değil. Ben proje falan derken böyle bir şeyden bahsediyorum Arda.

Arda: Anladım.

Furkan: Abi Marquez’in yaptığını büyük yazarların hepsine uygulayabiliriz. Mesela Puşkin’e bakıyorsun öyle.

Arda: Şimdi yeni okuduğum için rahat söyleyebiliyorum Infante için de öyle.

Salkım Hanım’ın Taneleri bir “azınlık” hikâyesi anlatmıyor bize.

Furkan: Infante için de öyle. Nasıl yazarsa yazsın; klasik, neo-klasik, avangart, postmodern bütün baba yazarlarda olan şey şu: Bir yazar önce kendi hikâyesindeki insanı, kendi çevresindeki insanı belirliyor ve bunu bir proje gibi, bir hedef gibi yapmıyor. Zaten yaşadığı, kendi hikâyesindeki insan üzerinden gidiyor. Mesela Puşkin’in Yevgeni Onegin’ini düşünün. Puşkin’in hayatında Yevgeni karakteri var. Rus hayatında Yevgeni karakteri var. O topraklarda Rusça konuşan bir insan olmakla ilgili Puşkin’in çok ciddi bir fikri var. Adam o bağın dışına çıkmıyor ki abi, onu yazıyor. Biz de alıyoruz, kabul ediyoruz onu.

İsmail: Niçin almayalım abi…

Furkan: Tabii.

Arda: Infante için de benzer; Küba’yı, Havana’yı anlatıyor Kapanda Üç Kaplan’da, ama kitabı gurbette yazıyor. Çünkü nerede olduğunun önemi yok. Hikâyesi Küba’da.

İsmail: Evet, sürgündeki Neruda gibi.

Furkan: Yani şimdi Neruda tutup da Fransa’da bir Fransız bohem gibi yazsaydı, biz bugün Neruda’yı bilmeyecektik abi.

İsmail: Abi bu çok insan için geçerli, Canetti için de geçerli. Yani Canetti Fransa’da, İngiltere’de geçirdiği yıllar boyunca bir Fransız, bir İngiliz gibi hissedip yazsaydı...

Arda: Ki Beckett ile çok yakınlar, ciddi derecede onu o tuzağa çekebilecek entelektüel bir çevreye sahip.

İsmail: Öyle olsaydı, Canetti diye birinden söz ediyor olmayacaktık. Hatırla Furkan, Cins’in ilk sayısında ben multi-kültüralizm üzerine bir şeyler yazdım. Bence berbat bir şey multi-kültüralizm; bir ideolojik formasyon olarak berbat. Yoksa kültürlerin birbirine teması kaçınılmaz ama multi-kültüralizm ideolojisi berbat bir ideoloji. Romanyalı bir kız fakat şiirlerini Fransızca yazıyor ve bir Fransız gibi hissettiğini söylüyor. Slovenyalı bir çocuk, Slovenya’da yaşıyor ve şiirlerini İngilizce yazıyor, bir İngiliz gibi hissettiğini söylüyor. Korkunç bir şey bu!

Arda: Mümkün mü?

İsmail: Ardacığım, mümkün olabilir mi ya?

Furkan: O ancak nerede mümkün olabilir abi biliyor musun; mesela Cioran Fransızca yazıyor. Kendini Romanyalı gibi de hissetmiyor. Fakat Fransız gibi de hissetmiyor. Yani o tam bir boşluğun içerisinde yazıyor.

İsmail: O melez boşluk çok belli zaten Cioran’da. Ben Romanyalı kız için söylüyorum. Bu mümkün değil.

Arda: Peki, Romanyalı kız Romanya’da mı doğmuş?

İsmail: Romanya’da doğmuş, Fransa’ya geçmiş. Bütün ‘hafif parlak’ şairlerin yaptığı gibi Fransa’ya yahut İngiltere’ye gitmiş. Ve orada sanat çevrelerine kabul edilmenin ön şartının Fransızca yazmak olduğunu keşfetmiş. Biz beraber bir Japon şair ağırlamıştık. Buraya festivale, bir programa gelmişti. Kıza, “Kendini bir Japon gibi mi hissediyorsun?” diye sorduğumuzda “hayır” demişti, “kendimi bir İngiliz gibi hissediyorum ve İngilizce yazıyorum.” Yani bizim o manada anlamakta çok zorlandığımız bir şeydi.

Katolik oynayan takımlar, yobaz toplumlar, uzak meşrepler ve dergisine ayar veren bazı güzel okurlar
Cins

Arda: Tam buradan Özil’e de geçmesek mi? Çünkü her şeye rağmen “Türk gibi” ayrıldı.

İsmail: “Alın topunuzu nidem tımarınızı,” dedi. Enteresan bir şey oldu. Başka çok az insan Almanya’daki faşizmi dünyanın odağına bu kadar hızlı oturtabilirdi. Çok net bir tavırla ayrıldı.

Arda: Tam “Türk gibi” ayrıldı ya.

İsmail: “Türk gibi” ayrıldı. Tamam işte, Türk öyle der: “Al atını nidem tımarını.” Ceketini alıp çıkar ilişkiden. Öyle yaptı Mesut.

Furkan: Zaten Mesut’un Alman Milli Takımı’nda oynaması Mercedes fabrikasında çalışması gibiydi, bir gurbetçi refleksi gibiydi.

Aykut: Almanya Milli Takımı’nı seçince o dönem Mesut’a da kızmıştık ama onları da unutmayalım. Yani Mesut Özil, Almanya’yı seçmişti.

Faşizm merkez Avrupa’nın önümüzdeki dönemlerde en ciddi sorunlarından biri olacak.

Furkan: Ona binaen söyledim zaten.

İsmail: Hem Mesut Özil Almanya’yı seçmişti hem de Real Madrid’e transfer olduğunda “Türk Milli Takımı’nda oynamayı tercih etsem Real Madrid’e transfer olamazdım” demişti. Fakat Mesut’un hemen ardından Hamit Altıntop ile Nuri Şahin Real Madrid tarafından transfer edilmişti.

Furkan: Fakat Mesut yine de haksız değil. Her ikisi de oynayamadı Real Madrid’de. Her ikisi de kontenjana takıldı. Transfer oldular ama AB dışı futbolcu kontenjanına takıldılar.

İsmail: Ama yani temelde şunun adını koymak lazım. Faşizm, merkez Avrupa’nın önümüzdeki dönemlerde en ciddi sorunlarından biri olacak. Ve biz biliyoruz ki faşizmin merkez Avrupa’da yükseldiği dönemlerin peşine dünya savaşı çıkar. Faşizm inanılmaz hızlı yükseliyor. Bizim yarı aydınlar durmadan “Batı’nın değerleri” falan diyorlar ama öyle değil. “Avrupa değeri” diye bir şey kalmadı ve faşizmin yavrusu olarak İslamofobi, bugün en önemli sosyal problem olarak duruyor Avrupa’nın karşısında.

  • Üstelik içinde bu kadar çok yabancı barındırırken; merkez Avrupa, faşizmin yükselmesi, İslamofobi’nin yükselmesi işlerin çok daha karışık raddeye gelebileceğinin göstergesi.

Furkan: Bariz ve oraya doğru gidiyor. Ben aslında bazı kodların çok da değiştiğine inanmıyorum. Almanya özelinde baktığımız zaman kamuya açık bir alanda bir Alman Hitler’i reddeder. Fakat bunu söylemeye maruz kaldığı sürece reddeder. Ben herhangi bir standart Alman’ın 3. Reich’in son imparatoru hakkında çok da olumsuz düşündüğünü zannetmiyorum.

Arda: Abi, şu an “acaba kamusal alanda da reddediyorlar mı?” sorusu aklıma geliyor.

Furkan: İşte, meclise girdi Nazi Partisi.

Arda: Nazi Partisi’nin yaptığı son yürüyüşe -ben de Twitter’dan gördüm de- 3000-4000 kişi katılmış. Demek ki yavaş yavaş kamusal alanda da bir ret söz konusu olmayacak.

Furkan: Tabii. Son bir şey ekleyeyim abi, o Alman Naziliği ile ilgili… Çok acayip bir numara çektiler, Neo-Nazi diye bir kavram ürettiler. Her defasında “kavramlar çok tehlikelidir” diyoruz ya. Neo-Nazi kavramı çok karikatür bir kavram. Dazlak, genelde dövmeli, piercingli, kafası kazınmış değilse de saçları garip renklere boyanmış, serseri, ipsiz, sapsız adamlar Neo-Nazi ve Alman milliyetçisi olarak, son derece “toplum dışı insanlar” olarak resmedildi. Yani dünyaya “bunlardan bir halt olmaz, bunlar toplumun artıkları, Nazi denilen şey de artık Alman toplumunun artığı” dendi. Bence bu acayip bir dolaptı.

İsmail: Güzel dolap.

Furkan: Bu Neo-Nazi dediğin adamlar, Alman milliyetçiliğini ya da gerçek Nazizm’i temsil etmiyorlardı. Bütün yükü, bir günah keçisi gibi bu garibanların üzerine attılar, “bunlar toplum dışı” diye…

Çok acayip bir numara çektiler, Neo-Nazi diye bir kavram ürettiler.

Oysa gerçek Nazizm’i Alman sanayisinin patronları, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra hiç yargılanmamış büyük sermayedarlar, onların hinterlandı, siyasetçiler, onların torunları, Alman Ordusu -hemen hemen hiç değişmemiş bir şekilde- devam ettirdi. Bunları da biz “Alman toplumunun Batılı değerleri” olarak kabul ettik. Nazizm ayaktaydı. Bize üç tane dazlağı gösterip “bunlar da bizim artığımız” dediler. Büyük numaraydı yani.

Kılıç mı, mızrak mı?

İsmail: Arda kılıç mı mızrak mı, niçin?

Arda: Kargı.

İsmail: Üçüncü bir kategori yok Arda.

Arda: Bir mızrak türü olarak kargı.

İsmail: Niçin?

Arda: Bilmiyorum, herhalde kargıyı düşününce bile kendimi at sırtında hissettiğim içindir.

İsmail: Güzel. Aykut Bey kılıç mı mızrak mı?

Aykut: Kılıç, tabii ki kılıç. Mızrak bile fazla uzak. Biz düşmanımızı yakınımızda severiz.

İsmail: Çok güzel oldu. Furkan Bey kılıç mı mızrak mı?

Furkan: Kılıç, mümkünse kısa olanı. Çünkü kılıcın kısaysa bir adım fazla atmak zorundasın.

Arda: Oo, baya iyiymiş.

İsmail: Peki, ben mızrak diyorum. Çünkü mızrak aynı zamanda bir uzunluk ölçüsüdür.

Furkan: Çok güzel.

İsmail: O zaman eyvallah.