Rousseau’nun tasavvufi çevirisi

DİLARA YABUL
Abone Ol

Rousseau ne dedi, çevirmen ne anladı?

Jean-Jacques Rousseau

Romantiklerin doğa gezilerine bakışı malum, zamanı bölümlere ayırarak insanın günlerini, haftalarını bile nasıl geçirmesi gerektiğine karar veren modern ve tekdüze hayattan hem kaçış hem de kendine yöneliş, içsel bir yolculuk onlara göre. Doğada yürüyüş yaparken kurduğu düşleri ve aklına gelen düşünceleri kaleme alanlardan biri Jean-Jacques Rousseau

Yalnız Gezerin Düşleri ismiyle Türkçeye çevrilen kitabın İngilizce basımını okurken tasavvuf çevirileri yapan biri olarak kullanılan dil bana çok aşina geldi.

Tabiatın yüceliği karşısında büyük bir coşku ile kendinden geçen Rousseau, bir anlamda “vecd ü istiğrak” içinde değil miydi? Ya da etrafındaki her şeyi tek tek görüp fark etme yerine külliyen hepsine aynı gözle bakıp “tüm eşya ile bir olduğunu” hisseden yazar, bize başka şeyler hatırlatmıyor muydu?

Kokunun iyileştirici gücü : Aromaterapi
Nihayet

Keyifli bir okuma sunsun diye metne müdahil olmadan, sadece Rousseau’yu bağlamından koparıp tasavvufi bir çevirisini yapma fikri galip geldi. Mesela toplum nezdinde doğru kabul edilebilecek bir iş olsa da sırf vicdanları el vermediği için o işi yapmayan insanlardan bahsediyor Rousseau. O zaman Rousseau’nun şöyle demiş olabileceğini varsayabilir miyiz?

  • Varsın yazmasın kitaplarda, ama öyle insanlar vardır ki kendilerine karşı çok dürüsttürler ve vicdanlarına danıştıklarında kalplerinin mutmain olmadığı, razı olmadıkları hiçbir işi yapmazlar. (Dördüncü Yürüyüş)

Ya da başına gelen tüm musibetlere karşı sabrı tavsiye eden bir Rousseau:

  • Tanrı adil, biliyorum. Istırap çekmemi dileyen de o. Ama masum olduğumu ondan daha iyi kim bilebilir? İşte bu yüzden şeksiz şüphesiz inanıyorum; aklım da yüreğim de haykırıyor: Hayal kırıklığına uğramayacağım. Bırakalım insanlar ve hatta kader ellerinden geleni artlarına koymasınlar, sessiz sedasız ıstırap çekmeyi öğrenmemiz gerek. En nihayetinde ise hak yerini bulacak ve er geç benim sıram gelmiş olacaktır. (Sekizinci Yürüyüş)

Hayatı çok büyük zorluklarla geçer, imtihanlar peşini bırakmaz Rousseau’nun. O kadar ki âdeta kalbi “saflaşır”, kötü huylar kül olup gider. Nefsinden azat olmuştur, sakince ölmeyi beklese de, kimseye bir zararı dokunmasa da insanlardan gelen imtihanlar bitmez. Musibetler dayanılmaz bir hâl alınca Rousseau da halvete çekilmeye karar verir:

Doğada yürüyüş yaparken kurduğu düşleri ve aklına gelen düşünceleri kaleme alanlardan biri Jean-Jacques Rousseau

İmtihanların ateşiyle tezkiye oldu kalbim, o kadar ki ne kadar arayıp tarasam da kınanacak hiçbir huy göremiyorum onda. Tüm dünyevi zevkleri kalbimden söküp attıktan sonra itiraf edecek neyim kalmış olabilir ki? Kendimi ne hakir görebilirim ne de fahrederim bununla: İnsanlar arasında bir hiçim artık. Onlarla ne irtibatım ne de dostluğum kaldı, kaçınılmaz bir sondu bu. (…) Bu ten sadece yük artık bana, şimdiyse var gücümle ten kafesinden can kuşunu kurtarmanın peşindeyim. (Birinci Yürüyüş)

Kırk Ambar-Dervişin Muradı
Nihayet

Değil mi ki tüm insanlar benim kardeşim, dünyevi saadet hayalleri kurmaya başlardım. Bu hayaller herkesi ve her şeyi şamildi; gülmek herkes gülüyorsa gülmekti, düşünmedim hiçbir zaman zata mahsus saadeti. Gel gör ki kardeşlerim benim ıstırabımda aradılar mutluluğu. İşte o zaman vazgeçtim tüm bunlardan, onlardan nefret etmemek için kaçmaktan ve tabiat anamızın koynuna sığınmaktan başka çare bulamadım. Onun aguşunda, kendi çocuklarının saldırılarından korunmaya çalıştım, inzivaya çekildim sonunda. Hatta bana yabani ve insanları sevmeyen bir kişi de dediler, varsın desinler, çünkü inziva, sadece ihanet ve nefçamur ve kumdan başka nesi vardır ki?

  • Ama tabiatın hayat verdiği, çağlayan ırmaklar ve şakırdayan kuşlar arasında düğün elbisesini giyinip kuşanmış olan toprak, bu üç krallığın ahenk içinde olduğu zamanlarda insana capcanlı ve büyüleyici bir manzara sunmaktan kaçınmaz. Öyle ki insanın ne gönlü ne de gözü bu manzaraya bakar bakar da hiçbir zaman doymaz. Ne kadar hassas olursa temaşa eden kişi, bu ahenk karşısında o derece vecde gelir.

Bazı zamanlar pek derin ve latif bir düş sarar benliğini, böylesine keyifle kendinden geçtiği vakitlerde bu harikulade düzenin uçsuz bucaksızlığı karşısında kendinden geçer. Sanki tamamen tabiat ile özdeşleşmiş gibidir. Artık gözü tek tek nesneleri görmez olur; gördüğü ve hissettiği her şey “bir”dir ona. (Yedinci Yürüyüş)

Peki bu münzevi hayat, insanlardan uzakta doğada geçirdiği günler ona ne kazandırır? Rousseau doğaya nasıl bakılacağını, onun nasıl okunacağını öğrenir. Bir uçurumun eteğinde durup manzaraya bakarken azameti fark etmek ne demek onu anlar. Ve anladıkça da vecde gelip mevcudat ile âdeta bir olur:

  • Hayır; ne şahsi ne de nefsani hiçbir şey ele geçiremez benim ruhumu. Kendimi tamamen unutabildiğim sermest anlarımda öyle tatlı hayaller ve düşünceler sarar ki beni, hiçbir şeye değişmem.

Vecd ü istiğrak içinde mahlukatın yekûnunda eriyip kendi benliğimden geçerim, tabiattaki her bir zerre ile kendi benliğimi âdeta bir sayarım. Ağaçlar, çalılıklar ve bitkiler… İşte dünyanın giysisi ve ziyneti. Hiçbir şey çorak bir arazi kadar hüzünlü değildir şu dünyada, çünkü gözlerimizin önüne serebileceği taş çamur ve kumdan başka nesi vardır ki?

Saraydan bavula bavuldan kasaya
Nihayet

Ama tabiatın hayat verdiği, çağlayan ırmaklar ve şakırdayan kuşlar arasında düğün elbisesini giyinip kuşanmış olan toprak, bu üç krallığın ahenk içinde olduğu zamanlarda insana capcanlı ve büyüleyici bir manzara sunmaktan kaçınmaz. Öyle ki insanın ne gönlü ne de gözü bu manzaraya bakar bakar da hiçbir zaman doymaz. Ne kadar hassas olursa temaşa eden kişi, bu ahenk karşısında o derece vecde gelir. Bazı zamanlar pek derin ve latif bir düş sarar benliğini, böylesine keyifle kendinden geçtiği vakitlerde bu harikulade düzenin uçsuz bucaksızlığı karşısında kendinden geçer. Sanki tamamen tabiat ile özdeşleşmiş gibidir. Artık gözü tek tek nesneleri görmez olur; gördüğü ve hissettiği her şey “bir”dir ona. (Yedinci Yürüyüş)