An gelir ve Ahmet Kaya ölür

Vakit tamam seni terk ediyorum... Bu incecik bir veda havasıdır...
Vakit tamam seni terk ediyorum... Bu incecik bir veda havasıdır...

Babası ona bir sürpriz yapar. Üstünde vesikalık resmi kazılı bir saz almıştır oğluna. Ahmet o kadar heyecanlanır ki durmadan çalmaya başlar sazını. Ve neredeyse 15 günde sazını çalacak kıvama gelir. Derken müzik onda bir tutkuya dönüşür. Okuldan çıktıkça plak ve kaset satan dükkânları ziyaret eder, boş vakitlerinde oralarda çalışmaya başlar.

1957’de fabrika işçisi bir baba ve ev hanımı bir annenin beşinci çocuğu olarak dünyaya gelir. Çocuğun adını Ahmet koyarlar. Ailenin babası zor bir işte çalışır. Her gece geç vakitlere kadar nöbet tutar, her sabah erkenden işe gider. Babanın tek bir hayali vardır o da İstanbul’a gitmektir. Daima Kız Kulesi’ni, boğazı, martıların şenlendirdiği denizi anlatır durur. Nitekim bu hayali 1972’de emekli olduğunda gerçekleşir. Ahmet, yıllarca babasından dinlediği İstanbul’u, böylece yakından da tanımış olur. Fakat İstanbul, daha başından itibaren güzelliklerden ziyade büyük zorluklar çıkarır ailenin karşısına.

Vardıklarında Kocamustafapaşa’da bir yer bulur, oraya yerleşirler. Ahmet de hayatın yükünü paylaşarak çıraklık ve işportacılık yapar. Ama çalışmaya başladıkça buradaki insanlardan ne denli farklı olduklarını daha iyi anlar. Mesela giyimleri başkadır, zevkleri bambaşkadır bu insanların. Tüm bu farklılıklar arasında okula başlar ve başlar başlamaz bir kıza âşık olur. Kızın yanına gider ve “Biraz seninle konuşak beş dakika, kaçıyorsun hep.” der. “Rica ederim.” cevabını alınca da hemencecik oradan uzaklaşır. Zira bu kelimeyi hayatında ilk kez o kızdan duymuştur ve kötü bir anlamı olduğunu düşünmüştür. Böylece biter başlamayan âşkı.

Sonra bir gün eve gittiğinde babası ona bir sürpriz yapar. Üstünde vesikalık resmi kazılı bir saz almıştır oğluna. Ahmet o kadar heyecanlanır ki durmadan çalmaya başlar sazını. Ve neredeyse 15 günde sazını çalacak kıvama gelir. Derken müzik onda bir tutkuya dönüşür. Okuldan çıktıkça plak ve kaset satan dükkânları ziyaret eder, boş vakitlerinde oralarda çalışmaya başlar. Burada birkaç arkadaşının vasıtasıyla Zülfü Livaneli ve Rahmi Saltuk’u dinler. Sonra Halk Bilimleri Derneği’ne gitmeye başlar.

Zamanla politik düşünceleri şekillenir ve bu konuda radikal bir tavır çizer.
Zamanla politik düşünceleri şekillenir ve bu konuda radikal bir tavır çizer.

Zamanla politik düşünceleri şekillenir ve bu konuda radikal bir tavır çizer. Hatta bir keresinde afiş asmaktan dolayı hapse atılır. Hapisten çıktığında bir kızla tanışır. Bir süre sonra nişanlanırlar. Fakat Ahmet’in önünde askerlik engeli vardır ve 1977 yılında yirmi bir yaşındayken Gelibolu’ya askerliğe gider. Askerlikte çello, piyano, elektrogitar gibi birçok farklı müzik aletiyle tanışır ve müzikal birikimini geliştirir.

Askerlik dönüşü nişanlısıyla evlenir; ama işler pek yolunda gitmez. Hayatın zorluklarıyla mücadele ederken bu kez hayatta en değer verdiği varlığı, yani babasını kaybeder. Ekonomik krizin yoğun olduğu ve pek çok insanın geçimini sağlayamadığı bu dönemde Ahmet’in durumu da içler acısıdır. Geçimini zor sağlar. Bu arada (1982) Çiğdem adında bir kızı olur. Üstelik babasının kulağına fısıldadığı “Ağlama Bebeğim” şarkısıyla. Bu şarkı Kaya’nın üç sene sonra yayımlanan ilk albümünün de ismi olur. Ve sözleri oldukça etkileyicidir: “Ağlama bebek, ağlama sen de... Umut sende, yarın sende… Çok uzakta öyle bir yer var; o yerlerde mutluluklar, paylaşılmaya hazır bir hayat var...”

Maddi sıkıntıların baş göstermesi ve Ahmet’in albüm yapma isteği eşini epey rahatsız eder ve bir gün kızı Çiğdem’i de alıp evden gider. Ahmet bu süreden sonra epey sıkıntıyla yalnız başına mücadele etmek zorunda kalır.

Yine bu yıllarda, bir yolunu bulup Ruhi Su ile tanışır. Bestelerini ona tanıtmak ister. Fakat, Ahmet şarkısını okurken, Ruhi Su şarkıyı yarıda keser ve bağlamayı Ahmet’in elinden alarak şöyle der: “Öyle at teper gibi bağlama çalınmaz, kavga edilmez bağlamayla, bağlama ile meşk edilir.” Bunun üzerine Ahmet Kaya oradan uzaklaşır. Ama bağlamaya küsmez; aksine daha da çaba sarfetmeye devam eder. Hatta birkaç arkadaşının yardımıyla Hodri Meydan Kültür Merkezi ve Bilsak’ta bir dinleti düzenleyen Kaya; afişlerinde Ruhi Su’nun kendisine söylediği cümleye şöyle göndermede bulunur: “Bağlama Böyle de Çalınır!”

Bu dinletilerin umulanın çok üzerinde ilgi görmesi üzerine Ahmet Kaya, Beyoğlu’nda, Sezer Bağcan’ın Değişim Stüdyosu’na gider. Albümünü kendisi yapacaktır. Zira tek bir amacı vardır o da sistem karşıtı bir albüm yaparak hapse girmek. Bir yandan Nazım Hikmet’in Kurtuluş Savaşı Destanı’nı yorumlarken diğer yandan Mehmet Akif Ersoy’un “Uğurlar Ola” şiirini yorumlar.

İlk albümü kısa sürede ve zor şartlar altında tamamlanır. “Ağlama Bebek” başlıklı albüm yayımlanır yayımlanmaz toplatılır ve Ahmet Kaya beklediği gibi gözaltına alınır. İlk mahkemede hâkim, Ahmet’in “Ağlama Bebeğim” şarkısındaki “Çok uzakta öyle bir yer var, o yerlerde mutluluklar” sözlerine takılır. O güzel yerlerin nereler olduğunu sorarlar. Ahmet’in nasıl bir açıklama yaptığı bilinmez; ama sonrasında albüm tekrar satışa çıkarılır.

“Ağlama Bebek” başlıklı albüm yayımlanır yayımlanmaz toplatılır.
“Ağlama Bebek” başlıklı albüm yayımlanır yayımlanmaz toplatılır.

İlk albümde beklenenin aksine satışlar çok iyi olur. Bu yüzden, Ahmet ikinci albümü için yine ilk albümünde olduğu gibi Değişim Stüdyosu’na girer. Değişim stüdyosunun sahibi ünlü sanatçı Selda Bağcan’ın ağabeyi Sezer Bağcan’dır.

Bu arada Ahmet Kaya, Gülten Hayaloğlu ile tanışır. Gülten de hapishaneden çıkar çıkmaz stüdyoda çalışmaya başlar ve Ahmet’le yakınlaşmaya başlar. O esnada Acılara tutunmak albümü yayınlanır. Kaya; aslında kendisini terk eden eşine seslenir: “Acı çekmek özgürlükse, özgürüz ikimizde. O yuvasız çalı kuşu, bense kafeste kanarya… Yalanmış hepsi yalan...”

An gelir’den sonra: O güne dek herhangi bir kategoriye sokulamayan Ahmet’in müziği, yeni bir türü ortaya çıkarır: Özgün Müzik. Ahmet, kendi kulvarını açmıştır.

Derken Gülten ile arasındaki arkadaşlık aşka dönüşür. Albüm satışları da çok iyi olunca, Ahmet mutluluğunu sevdiği kadınla paylaşır ve evlenirler. Gülten sadece Ahmet’in eşi olmakla kalmaz, menajeri gibidir de. Bir gün hapishanede tanıdığı bir idam mahkûmunun; Nevzat Çelik’in annesine yazdığı şiiri Ahmet’in önüne koyar. Ahmet şaşkınlıktan afallar ve şiirin büyüsüne kapılırarak hemen bestelemeye başlar: “Beni burada arama anne… Kapıda adımı sorma… Saçlarına yıldız düşmüş, koparma anne…”

Nevzat Çelik’in ailesine haber gönderilir ve şarkıyı ona da dinletirler. Böylece ortaya çıkan “Şafak Türküsü-1986” bomba gibi patlar. Bu, Ahmet Kaya’nın en iyi çıkış yapan albümü olur. Sonrası da malum… Önce Attilâ İlhan’ın şiiri olan “An Gelir-1987” çok satanlar listesinde ilk sıraya yerleşir. Ardından onun Atilla İlhan şiirlerini bestelemesi hem Atilla İlhan’ı hem de kendisini milyonlara ulaştırır. Artık Ahmet’in keyfi yerindedir. Bir kızı daha olur. Adını Melis koyarlar.

An gelir’den sonra: O güne dek herhangi bir kategoriye sokulamayan Ahmet’in müziği, yeni bir türü ortaya çıkarır: Özgün Müzik. Ahmet, kendi kulvarını açmıştır.

Aradan bir yıl geçtikten sonra Gülten, o günlerde çok tanınmayan kardeşi Yusuf Hayaloğlu’nun yıllardır karaladığı ve bir kenara koyduğu şiirlerlerini Ahmet’e gösterir. Bunu da besteleyen Kaya “Hani Benim Gençliğim” şarkısını ortaya koyar. Ardından Hayaloğlu’nun yazdığı Kaya’nın bestelediği pek çok şarkı daha günyüzüne çıkarılır: Resitaller 1(1989), İyimser Bir Gül (1989 Kasım), Resitaller 2 (1990 Mayıs). Ahmet’in ivmesi o kadar hızlı bir şekilde ilerler ki kimse onu durduramaz. Sevgi Duvarı (1990 Ekim), Başım Belada (1991 Ağustos), Dokunma Yanarsın (1992 Temmuz), Tedirgin (1993 Nisan) albümleriyle de 1990’lı yıllara bomba gibi düşer. Yine bu yıllarda, Tatar Ramazan(1990) ve Tatar Ramazan Sürgünde(1992) filmlerinin müziğini yapar.

1994’te en çok satış yapan albümü “Şarkılarım Dağlara” yayınlanır.

Aradan bir yıl geçtikten sonra 1995’te “Beni Bul Anne” şarkısını yazar. 1996’da “Yıldızlar ve Yakamoz” eski ve yeni bestelerini buluşturur. “Dosta Düşmana Karşı” (1998) ile çıkışı devam eder. Albümdeki “Giderim” ve “Korkarım” isimli parçalara çekilen klipler o yıl uzunca bir süre en çok istenen ve yayımlanan klipler olur.

Müzik kariyeri de politik hayatı da sansasyonel olan Ahmet Kaya’nın en büyük “günahlarından” biri işte o yıllarda gerçekleşir. 28 Şubat’ta dindarlara ve başörtülü kadınlara yönelik cadı avı kampanyasına karşı çıkar. Herkes bir köşeye saklanırken, “Benim annem de başörtüsü takıyor ve hiç kimse annemin başörtüsüne karışamaz ve el uzatamaz.” diyerek sesini yükseltir. Hatta 1997’de Erdoğan’ın okuduğu şiir yüzünden hapis cezası almasına karşı ilk açıklama ondan gelir: “Hiç kimsenin okuduğu şarkı ve şiir yüzünden özgürlüğünden alıkonulmadığı cumhuriyetler...” temennisinde bulunur.

Beni sağcılar sevmez, beni solcular sevmez, beni İslamcılar sevmez, peki kardeşim kim bu benim albümlerimi alan milyonlarca insan, kim bu konserlerime gelen on binler?

Kaya, o kadar etkili bir figürdür ki siyasi görüşü ne olursa olsun insanlar onu dinlemekten vazgeçmezler. İşte bu yüzden, “siyasi görüşünü sevmem; ama müziği ayrıydı” yorumu çokça duyulur. Zaten Ahmet Kaya “Beni sağcılar sevmez, beni solcular sevmez, beni İslamcılar sevmez, peki kardeşim kim bu benim albümlerimi alan milyonlarca insan, kim bu konserlerime gelen on binler?” diyerek halktan kopuk siyasetçi ve gazete yazarlarını işaret eder.

Ahmet Kaya’nın sanat hayatı boyunca aldığı ödüllerin sayısı da net olarak bilinmez; fakat bu ödüllerden bir tanesi onun hayatını değişterecektir. 1998’de halk oylamasıyla “Magazin Gazetecileri Derneği’nin” belirlediği “Yılın Sanatçısı” Ahmet Kaya olur. Bu ödülle birlikte Kaya’nın sürgün hayatı da başlar.

10 Şubat 1999 gecesi Türkiye’nin en ünlü sanatçılarının ve simalarının bulunduğu bir salonda tören yapılır.
10 Şubat 1999 gecesi Türkiye’nin en ünlü sanatçılarının ve simalarının bulunduğu bir salonda tören yapılır.

10 Şubat 1999 gecesi Türkiye’nin en ünlü sanatçılarının ve simalarının bulunduğu bir salonda tören yapılır. Ödül töreni Show TV’den canlı yayımlanır. Sıra Ahmet Kaya’ya gelir. O da sahneye alkışlarla çıkar, ödülünü alır ve mikrofonunu eline alarak şöyle söyler: “Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayımlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum.” Söylediği şeyler, çok değil birkaç yıl sonra çok olağan kabul edilecektir; fakat onun bu açıklamayı yaptığı konjonktür çok tehlikeli sonuçlar doğurur. Salonda önce sessizlik olur… Sonra yuhalama… Ve en sonunda da çatal ve bıçaklar fırlatılır… Tüm Türkiye’nin gözü önünde olan bu acı olayda Ahmet’in acı gülümsemesi gözden kaçmaz.

Operasyonun en büyüğünü de birkaç gün sonra Hürriyet gazetesi yapar.
Operasyonun en büyüğünü de birkaç gün sonra Hürriyet gazetesi yapar.

Ortamı yumuşatmak için sahneye davet edilen sıradaki sanatçı Serdar Ortaç’tır ve ortamı provake eder. Ardından 10. Yıl Marşı’nı söyleyerek herkesi marşı söylemeye davet eder. İşte o koşullarda, Ahmet Kaya için sona giden süreç başlamış olur. Haber bültenlerinde, gazete manşetlerinde adeta bir şeytanlaştırma operasyonu başlar. Operasyonun en büyüğünü de birkaç gün sonra Hürriyet gazetesi yapar: 1993’de Berlin’de çekildiği iddia edilen ve sahne arkasında Türkiye topraklarının bir kısmını Kürdistan olarak gösteren Ahmet Kaya konseri fotoğrafı yayımlanır ve hemen üstüne büyük puntolarla “Ayıp Ettin Gözüm” manşeti atılır. Daha sonradan Ahmet Kaya’nın 1993’te Almanya’ya hiç gitmediği ve o fotoğrafın fotomontaj olduğu ortaya çıkar. Ama iş işten geçmiştir.

  • Bir gece stüdyoda otururken birisi pencereye bir kurşun sıkar ve kurşun gelip rafa saplanır. Olay nettir. Onun deyimiyle “ipi çekilir” ve Ahmet çareyi yurt dışına gitmekte bulur.

Yurtdışındayken de operasyon devam eder. Bir röportajında söylediği “Birkaç şerefsiz yüzünden ülkemden ayrı kaldım, içime sindiremiyorum.” cümlesi ertesi gün yine Hürriyet Gazetesinde “Vay Şerefsiz” manşetiyle ve “Ahmet Kaya 65 milyona şerefsiz dedi” alt başlığı ile verilir. Her ne kadar, Ahmet Kaya, Paris muhabirini hesap sormak için aradığında muhabir, “Abi yemin ederim ben haberi öyle geçmedim, vallahi ben de anlamadım niye böyle yaptılar.” dese de yapacak bir şey yoktur. Sürgünü devam eder.

Sürgündeki yıllar kolay geçmez.
Sürgündeki yıllar kolay geçmez.

Sürgündeki yıllar kolay geçmez. 2000 yılının 16 Kasım günü son albüm çalışmalarını sürdürdüğü sırada Paris’teki evinde geçirdiği bir kalp krizi nedeniyle hayata ve bizlere kendi jargonuyla veda eder: “Vakit tamam seni terk ediyorum... Bu incecik bir veda havasıdır... Parmak uçlarına değen sıcaklık... İncinen bir hayatın yarasıdır... Hoşçakal iki gözüm, hoşçakal...”

Ve an gelir, “Ben ölümden korkmuyorum. 1.5 metrelik kefen bezimi arka cebimde taşıyorum.” diyen Ahmet Kaya ölür…