Bir selamın hatrına

Burası, Türkiye'nin Türkiye'den büyük olduğunu fazlasıyla hissettiren, bir selamımızın nice kapılar açtığı tam bir gönül coğrafyası.
Burası, Türkiye'nin Türkiye'den büyük olduğunu fazlasıyla hissettiren, bir selamımızın nice kapılar açtığı tam bir gönül coğrafyası.

Adnan dayıyı takip ediyorum, birlikte misafirlerini ağırladığı evinin damına çıkıyoruz. Burada günlerce kalabileceğimi söylüyor, tüm yeğenlerine ve torunlarına emirler yağdırmaya başlıyor. Yan yana tepsilerde yiyecekler, meyveler, tatlılar geliyor, biri çayları getirirken diğeri nargileye köz koyuyor. 10 dakika içerisinde dünyam değişiyor, sokakta kalacağımı düşünürken kendimi Aksa manzaralı bir damda buluyorum.

  • "Zeytindağı'nın tepesindeyim. Lut denizine ve Gerek dağlarına bakıyordum. Daha ötede, Kızıldeniz'in bütün sol kıyısı, Hicaz ve Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kamame'nin kubbesi gözüme çarpıyor. Burası Filistin'dir. Daha aşağı Lübnan var; Suriye var; bir yandan Süveşy Kanalı'na, öbür yandansa Basra Körfezi'ne kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız! Ben bu büyük imparatorluğun çocuğuyum."
  • Falih Rıfkı Atay - Zeytindağı

Yıllar evvel henüz Filistin topraklarına adım atmamış ve rehberliğe de başlamamış bir gezgindim. Nihayet tüm hayatımı kökünden değiştirecek o kararı vermiştim: Filistin'e gidiyordum. Seyahatimin son günleri ramazan ayının sonlarına denk geldiği için bu günleri Mescid-i Aksa'nın içinde geçirebilecek, diğer yandan Filistinlilerle de tanışabilecektim. Sırt çantamı hazırladım. Kafamda 17 günlük bir rota, uçak bileti ve "Allah'a emanet" bir özgüvenden başka bir şey yoktu.

Kudüs'e doğru

Çocukluğumdan beri onlarca fotoğrafını gördüğüm, bahsini dinlediğim Kudüs'te, üstelik bir ramazan günü heyecanla Kubbetussahra'ya doğru ilerliyordum.
Çocukluğumdan beri onlarca fotoğrafını gördüğüm, bahsini dinlediğim Kudüs'te, üstelik bir ramazan günü heyecanla Kubbetussahra'ya doğru ilerliyordum.

Havalimanından Kudüs'e geçip, Sultan Süleyman Caddesi'ne ve Şam Kapısı'na doğru seğirttim. Çocukluğumdan beri onlarca fotoğrafını gördüğüm, bahsini dinlediğim Kudüs'te, üstelik bir ramazan günü heyecanla Kubbetussahra'ya doğru ilerliyordum. Belki de bu âşinalıktan ötürü kendimi diğer seyahatlerime nazaran çok daha fazla ev sahibi olarak hissettim. Kudüs'ün böyle bir yönü var, ilk defa gelmiş olsanız, şu an sokaklarına siyonizmin gölgesi çökmüş olsa dahi onun manası ve hatırâtı Türk'ün bilinçaltından çıkıp gitmiyor, sanki uzun bir süredir uğramadığınız, yıllar sonra döndüğünüz köyünüze dönmüş gibi hissediyorsunuz. Önünüzde uzun bir destan, onlarca devlet ve peygamberler tarihi canlanıyor.

Böylesine önemli bir şehre kimi Filistinlilerin Batı Şeria'dan ancak özel izinle gelebildiklerini öğreniyorum. Ramazan aylarında İsrail'in işgal altındaki Doğu Kudüs'e geçiş izni vermesiyle gelebiliyorlar.

Kudüs, Tel Aviv gibi şehirlerde yaşayan Filistinliler Türk görmeye alışık olsa da Batı Şerialılar bu duruma alışık değil. Böylece her biri büyük bir ilgiyle beni sofralarına davet ediyor. Artık ramazan bitip de bayram geldi mi, itikâf da sona eriyor. Kalacak bir yere ihtiyacım var ancak ne yapacağımı bilmiyorum, herhangi bir paniğim de yok çünkü her şey, bir şekilde yoluna giriyor burada. Ağlama Duvarı'nın bitişiğindeki Silvan Mahallesi'ne girdiğimde kaldırımda nargilesini içen Adnan dayıya gözüm ilişiyor. Ucuz bir pansiyon bilip bilmediğini soruyorum:

-Sen neredensin?

-Türkiye.

-İstanbul mu?

-Evet, İstanbul.

-Benimle gel.

Ertesi gün bayram namazından sonra yanıma birisi geliyor: -Türksün değil mi? Biliyor musun biz de Türk kökenliyiz, mesela benim dedemin ismi Ebubekir Aga.
Ertesi gün bayram namazından sonra yanıma birisi geliyor: -Türksün değil mi? Biliyor musun biz de Türk kökenliyiz, mesela benim dedemin ismi Ebubekir Aga.

Adnan dayıyı takip ediyorum, birlikte misafirlerini ağırladığı evinin damına çıkıyoruz. Burada günlerce kalabileceğimi söylüyor, tüm yeğenlerine ve torunlarına emirler yağdırmaya başlıyor. Yan yana tepsilerde yiyecekler, meyveler, tatlılar geliyor, biri çayları getirirken diğeri nargileye köz koyuyor. 10 dakika içerisinde dünyam değişiyor, sokakta kalacağımı düşünürken kendimi Aksa manzaralı bir damda buluyorum. Ertesi gün bayram namazından sonra yanıma birisi geliyor: -Türksün değil mi? Biliyor musun biz de Türk kökenliyiz, mesela benim dedemin ismi Ebubekir Aga. Aga, Türkçe bir kelime değil mi? İşte, Anadolu'dan gelmiş zamanında buraya. Bu hikâyede olduğu gibi yalnızca Müslümanlardan değil, Hristiyan ve Yahudilerden de Türkiye kökenli çok kişiye rastladım. İstanbul Rum'u bir Hristiyan, Büyükadalı bir Yahudi gibi. Fakat Arap kültürünün baskın oluşundan ötürü Türk kültürü varlığını sürdürememiş. Yalnız hatıralarda, kelimelerde ve Kudüs'ün Wad Caddesi'ndeki Dişçi Abdullah Yaghmour gibilerinin soyadlarında kalmış.

  • Kudüs'ten Beytüllahim ve El-Halil'e
  • Bayramdan sonra Beytüllahim'e geçip rehberimden Hasan abiyi arayıp geldiğimi haber veriyorum. Aracıyla beni alıp etrafı gezdiriyor, evindeki Osmanlı devlet armasını büyük bir iştiyakla bana gösterip beni komşularıyla tanıştırıyor. Sabahında rotamı El-Halil şehrine, Hz. İbrahim ve ailesinin kabirlerine çeviriyorum. Burada da Kudüs'te tanıştığımız Halilîler mihmandarlık yapıyor. Akşam bir otostopla tekrar Beytüllahim'e dönüp, sabahında Hz. İsa'nın doğduğu mağarayı ziyaret edip Nablus minibüsüne biniyorum.

Künefenin anavatanı Nablus ve hesapsız durak Cenin

Nablus'ta Osmanlı izleri görmek fazlasıyla mümkün. Burada Türk çarşılarını, hamamlarını, II. Abdülhamid'in Saat Kulesi'ni geziyorum. Cenin'e dairse hiçbir planım yok, aslında gelip geçeceğim bir yerken gözüme bir cami ilişiyor. Biraz dinlenmek niyetiyle içeriye girdiğimde dikkatimi bir mezar taşı çekiyor. Arap camilerinde böyle bir şeyin asla olmadığını bildiğim için fırlıyor ve kitabesini okuyorum. Kitabe Osmanlı memuru Ali Câvış'a (Çavuş) ait. Ardından caminin ismini okuyorum: Fatma Khaton (Hatun). Tıpkı çavuş gibi bu kelime de Türkçe.

Ardından karşı duvardaki Ottoman Saraya tabelası dikkatimi çekiyor ve o an burada bir gece olsun geçirmem gerektiğini hissediyorum. Vakit ilerlemişti, herhangi bir pansiyon bulma çabasına da girmemiş, sadece Fatma Hatun Camii'nde oturuyordum. Derken Eymen geldi bir koşuşturmayla, yine aynı muhabbet: "Türk müsün?/Evet./Otel?/Yok./Bize geliyorsun./Yallah." Meğer camide beni görenler dışarı çıktıklarında bahsimi geçirmiş, kuş uçmaz kervan geçmez, konuştuğum çoğu Filistinlinin dahi ücra bir köy benzetmesi yapıp burun kıvırdığı bu şehre bir Türk'ün gelmesi hızlıca bir gündem olmuştu.

Vakit ilerlemişti, herhangi bir pansiyon bulma çabasına da girmemiş, sadece Fatma Hatun Camii'nde oturuyordum.
Vakit ilerlemişti, herhangi bir pansiyon bulma çabasına da girmemiş, sadece Fatma Hatun Camii'nde oturuyordum.

Bu haber de tabii ki Eymen'in kulağına gidecekti çünkü esnaf arasında Ebu Türkî diye anılan bu adam herkesten çok farklıydı. İri, ay yıldızlı yüzüğü, bayraklı telefon kılıfı, anahtarlığı ve çat pat Türkçesiyle, Eymen'le önce bir hanın ikinci katında çay içmeye gittik.

Akka'da mimari yapısından ötürü kendimi Eminönü Yeni Camii'de gibi hissettiğim Cezzar Ahmet Paşa Camii'nin külliyesine varıyorum.


İçeriye girdiğimde duvarların baştan aşağı bayraklarla ve İstanbul camilerinin fotoğraflarıyla kaplı olduğunu gördüm. Eymen Araplara döndü ve beni tanıttı. O an herkes oyununu bıraktı ve tebessüm edip güzel dileklerini ilettiler. Yolculuğum boyunca bu ilginin şahsımdan kaynaklanmadığını biliyordum çünkü bunun olması için herhangi bir sebep yoktu. Bir siyasetçi, sanatçı, sporcu ya da zengin birisi değildim. Zaten aldığım bu güzel karşılıklar da benden ziyade milletimin, hafızalarında bıraktığı güzel izlenimlere binaendi. Eymen'in evindeyse beni izlenen tek kanal TRT Arabiya, Türk bayrağı ile Büyük Mecidiye Camii karşıladı. Humus ve bakladan oluşan kahvaltımızın ardından bir dükkâna uğradık. İçerideki bir ihtiyar Türk olduğumu duyduktan sonra kalkıp gitti, biraz sonra geri döndü. Elinde bir kâğıt, "Babam Çanakkale'de şehit oldu, işte bu da künyesi, biz tabii ki bulamadık, ama yıllarca sakladık, sen bulur musun?" dedi. Hem emaneti hem elini sıkıca öpüp inşallah dedim, ancak bulamadım. Oysa mezarı tespit edip o ihtiyarı Çanakkale'ye getirmeyi ne kadar çok isterdim, kısmet!

Cezzar Ahmet Paşa'nın şehri, Haçlıların Kalesi, Akdeniz'in gözbebeği: Akka

Akka'da mimari yapısından ötürü kendimi Eminönü Yeni Camii'de gibi hissettiğim Cezzar Ahmet Paşa Camii'nin külliyesine varıyorum. O sırada iki turiste rehberlik yapmaya başlıyorum, Napolyon'un "Akka'da karşıma o ihtiyar çıkmasaydı tüm doğuyu alabilirdim." dediği Cezzar'dan bahsettiğimde turistler bozuluyor, ardından Fransız olduklarını öğreniyorum. Son olarak Sinan Paşa Camii, Han Umdan ve II. Abdülhamid Saat Kulesi'ni de görüp Yafa'ya geçiyorum.

Yafa/Tel Aviv

Merkezde Mahmudiye Camii, etrafında Osmanlı'dan kalma toplar, II. Abdülhamid Saat Kulesi, valilik binası, kışlası ile bizden çokça eser barındıran küçük bir bölge Yafa.
Merkezde Mahmudiye Camii, etrafında Osmanlı'dan kalma toplar, II. Abdülhamid Saat Kulesi, valilik binası, kışlası ile bizden çokça eser barındıran küçük bir bölge Yafa.

Merkezde Mahmudiye Camii, etrafında Osmanlı'dan kalma toplar, II. Abdülhamid Saat Kulesi, valilik binası, kışlası ile bizden çokça eser barındıran küçük bir bölge Yafa. Sonraki ziyaretlerimde de Mahmudiye Camii'inde birkaç gece uyumama izin vermişlerdi, yine "bir selamın hatrı" sayesinde. Ve nihayet, tüm hikâyem böyle başlamıştı Filistin'e dair.

O selamlar sayesinde öylesine bağlandım ki bu coğrafyaya, o günden bu güne onlarca defa geziler düzenledim, insanlara rehberlik yaptım. Hâsılı: Filistin coğrafyası sanılanın aksine bizlere uzak bir bölge değil. Burası, Türkiye'nin Türkiye'den büyük olduğunu fazlasıyla hissettiren, bir selamımızın nice kapılar açtığı tam bir gönül coğrafyası.