Gece gelen telefon sadece acı getirir

Hemen gözlüğü taktı ve ekrana baktı. ‘Babam’ yazıyordu.
Hemen gözlüğü taktı ve ekrana baktı. ‘Babam’ yazıyordu.

Koşmaya başlarken aklında tek bir cümle var ‘Koş oğlum çok kötüyüm’ koşuyordu Mehmet, koşuyor ama ne fayda? Yirmi metrelik mesafe bir türlü bitmek bilmiyor, sokağın sonu görünmüyordu.

Telefon acı acı çalmaya başlamıştı. Uykusu çok derin olmadığından ikinci çalışın ardından ışığı yakıp, yataktan fırladı. Bu vakitte kim ne diye arardı? Hemen gözlüğü taktı ve ekrana baktı. ‘Babam’ yazıyordu.

Hemen dokundu yeşile. ‘Ne oldu Baba?’ dedi. “Koş oğlum çok kötüyüm” der demez, üstüne hemen pantolonunu geçirdi, birkaç dakika cüzdanını aradı, “bu lanet sigarayı nereye koydum?” derken elleri titremeye, göğsü sıkışmaya başladı. Aynı sokakta oturuyorlardı babasıyla. Babası da dedesiyle aynı sokakta oturmuştu. Babalar ve oğullar ayrılmaz bir bütünün parçasıydı. Bu bütün kaç nesildir böyle devam ediyordu. Ne şehir yaşantısı ne de post-modern hayatın dayattıkları onlara işlememişti. Baba neredeyse erkek evladı onun yanında yarenlik edip, ona ömür boyu dostluk edecekti. Hayata tutunmanın yegâne kuralı buydu.

‘Ömrüm’ dediği babasının yüzünü kapatıp, yatırdıkları sedye önünden geçerken de kör olmuştu. Derinden sesler duymaya başladı. Kendine gel oğlum, kendine gel. Yediği tokatla beraber gözyaşları iki gözünden birden döküldü.

Koşmaya başlarken aklında tek bir cümle var ‘Koş oğlum çok kötüyüm’ koşuyordu Mehmet, koşuyor ama ne fayda? Yirmi metrelik mesafe bir türlü bitmek bilmiyor, sokağın sonu görünmüyordu. Babası Lütfü hoca kendi dünyasında yaşayan bir öğretmendi. Yıllarca nesiller yetiştirmiş, emeklilik zamanı geldiğinde de kendini terasında yetiştirdiği çiçeklerine vermişti. Çocuklarına veda ettikten sonra kendine yeni öğrenciler olarak çiçekleri seçmişti. Nerdeyse tüm çiçeklerin isimlerini, hangi mevsim, hangi çiçeğin yetiştirileceğini bilirdi. Kahveye hiçbir zaman gitmediği gibi, emekliliğinde de önünden bile geçmemişti. Onun en yakın dostu uzun zamandır oğlu Mehmet’ti. Hiç kimseye söylemediği bankadaki parasından, gençliğinde kendine bile anlatmadığı olayları bile sadece oğluyla paylaşırdı. Aralarında ‘Aşk’ derecesinde bir ilişki vardı.

Lütfü hoca 26 yıldır kronik hastalıklarla mücadele etmiş ve her seferinde Allah’ın izniyle hep ayağa kalkmıştı. Çeyrek asır boyunca hastaneler artık uğrak yeridir. 2 defa ağır kalp krizi, açık kalp ameliyatı, hele hele tansiyona bağlı hastaneye taşınma artık bir ritüel haline gelmiştir. Tüm bu olaylar sonrasında Lütfü Hoca’nın ağzında tek bir kelime vardır “Allah’a şükür oğlum. Demek ki bu dünyada yaşayacak vaktimiz, yiyeceğimiz rızkımız var. Önemli olan bu emaneti, sahibine layıkıyla teslim etmek. Gerisi laf-u güzaf. Bu dünyada ne kadar yaşadığının bir önemi yok. Çünkü zaman bizi kandıran saatlere ve takvimlere bağlı bir eylemdir.” Ağzından bir kez bile Neden ben hasta oldum ya da hastaneye yattım lafı duyulmadı. Mehmet koşuyordu, merdivenleri üçer üçer çıkıp yedinci kata vardı. Kapı açık olduğundan babasıyla, ‘Leyla’sıyla göz göze geldi.

Hiç kimseye söylemediği bankadaki parasından, gençliğinde kendine bile anlatmadığı olayları bile sadece oğluyla paylaşırdı. Aralarında ‘Aşk’ derecesinde bir ilişki vardı.
Hiç kimseye söylemediği bankadaki parasından, gençliğinde kendine bile anlatmadığı olayları bile sadece oğluyla paylaşırdı. Aralarında ‘Aşk’ derecesinde bir ilişki vardı.

Bu dünyada en çok sevdiği adam, kalp krizi geçiriyordu. Yaşadığı tecrübelerden anlamıştı durumunu. Kardeşine dönüp ‘hemen ambulans’ dedi. Kardeşi 112 numarasını çevirirken o sürekli “Baba nefes al.” diyor bir yandan da ya Şafi ya Şafi diyerek Allah’a yalvarıyordu. Ambulans gelmiş, tüm komşuların da yardımıyla el birliğiyle aşağı indirmişlerdi hocayı. Cankurtaranın lambaları geceyi aydınlatmaya yetmiyordu. Sedyede bilinci hala yerinde olan babasına böyle sıkı sıkı sarılır gibi baktı.

  • Sirenler çalıyordu beyninin bir yerinde, vücudunu teskin etsin diye elindeki sigarayı var gücüyle çekiyor ama içindeki titremeye engel olamıyordu. Ambulansın ardından bakarken bir şeyleri hissetmişti sanki. Bu sefer…

Hastanenin acil servisinde 1. Derece vakalar yazan odanın önünde bekliyorlardı. Damar diyordu hemşirenin biri. Amca sakin ol amca sakin. Damar yolunu bulamıyorum hocam. Çabuk çabuk. Kemalettin hocaya haber verin. Haydi kime diyorum. Al, al son odaya alın. Son oda ne demekti? Kemalettin hoca kimdi? Yanında sedyeyle geçirdiler ve Mehmet’in sevgisinden damarlarını çatlatan en yakın dostunu son odaya götürdüler. Elektroşoku hazırlayın. Bir iki üç. Oh be. Döndü. Hasta gidiyor hocam. Bir iki üç. Bir daha. Çok şükür. Haydi babayiğit.

Dıttttttt.

İçeriden bir ses “Hasta ex oluyor…” Mehmet olanca gücüyle duvara bir yumruk atıp ‘babaaaa’ diyebildi. Bir anda güvenlikler kapıya doğru dizildi. Beyaz önlüğüyle yaklaştı doktor, burnunun önüne düşen gözlüklerini düzeltti. ‘Maalesef’ derken, Mehmet artık hiçbir şeyi duymuyordu. Lal olmuştu.

‘Ömrüm’ dediği babasının yüzünü kapatıp, yatırdıkları sedye önünden geçerken de kör olmuştu. Derinden sesler duymaya başladı. Kendine gel oğlum, kendine gel. Yediği tokatla beraber gözyaşları iki gözünden birden döküldü. Kan ter içinde kalktı uykudan Mehmet. Telefon çalıyordu… Saat gecenin ikisi. ‘Geliyorum baba’ dedi.