Kuşları doyuranın gölgesinde

Abdulmuttalip'in bir lakabı da Mut'imu't-Tayr idi, yani kuşları doyuran adam.
Abdulmuttalip'in bir lakabı da Mut'imu't-Tayr idi, yani kuşları doyuran adam.

Dede, kültürün ve geleneğin yeni nesle intikalinde de başrol oynar. Geçmiş dedenin anlatı/hikâye edişiyle tarihe dönüşür. Çocuğun zihninde tarihsel bilinç dedenin eli ile biçimlenir.

Bir insanın hayatında dedenin yeri, tarihin toplumdaki yeri gibidir. Dede-torun ilişkisi tarih-toplum ilişkisine çok benzer. Her toplumda kendi tarihinin izleri görülür. Bu izler toplumun karakterinin ana hatlarını şekillendiren kalın çizgilerdir. Her nesil bir öncekine göre akan, canlı hayatın dinamik yapısı içinde bir nebze değişiklik gösterir. Baba bu değişimin canlı olduğu geçiş dönemine denk gelir. Baba-oğul arasındaki çatışmanın en temel sebeplerinden biridir bu. Fakat dede ile torun arasında bu çatışma gözlemlenemez. Çünkü değişim süreci tamamlanmış ve her iki taraf da mevcut durumu kabullenmiştir. Tarihe yön veren büyük insanların yaşadığı çağlarda değil de bir nesil sonrasında kıymetlerinin anlaşılması da bundandır. Çünkü tarihe yön vermek, toplumsal akışın yatağını değiştirmek demektir. Bu değişiklik değişim sürecinde büyük çatışmalara sebebiyet verir. "Köklü değişikliklere maruz kalmış halk, kaos ve çatışmaya en elverişli kitledir" der ünlü sosyolog Eric Hoffer.

Karşılıklı maddi bir aktarım olmadığı gibi herhangi bir beklenti de yoktur.
Karşılıklı maddi bir aktarım olmadığı gibi herhangi bir beklenti de yoktur.

Fakat bir nesil sonra tarihsel süreklilik yasası tecelli eder ve çatışma yerini sükûnet ve kabule bırakır, yani artık nehir yeni yatağını bulmuştur. Torunun temsil ettiği "olan" hayat ile dedenin temsil ettiği "geçmiş" arasındaki boşluk tamamlanmış olur. Baba ise bu "olan" ile "geçmiş" arasındaki "oluşmak" denilen tarihi momenti temsil eder. Baba oğul arasındaki çatışma oluşum sürecinin sancısını dede-torun arasındaki uyumun ise geçmiş ile bugün arasında karar ve sükûneti temsil eder. Dede, kültürün ve geleneğin yeni nesle intikalinde de başrol oynar. Geçmiş dedenin anlatı/hikâye edişiyle tarihe dönüşür. Çocuğun zihninde tarihsel bilinç dedenin eli ile biçimlenir. Ve bu baba-oğul arasında olduğu gibi otoriter değil, son derece merdümperest bir tarzda gerçekleşir. Bundan dolayı daha tesirli ve kalıcı olur. Bu gerçeğin babanın otoriter bir kişiliğe sahip olmasıyla da direkt alâkası yoktur aslında.

Kendinden önceki yönetimin aksine katılıma açık bir yönetim sistemi kurdu. Kabe'nin hemen yanına şehir meclisi -Daru'n-Nedve- bina etti. Kısa zamanda Mekke'yi yarımadanın en önemli ticaret merkezi hâline getirdi.

Konumu gereği baba çocuğun temel ihtiyaçlarını karşıladığı için doğal olarak, her minnet ve şükran duygusunda olduğu gibi çocukta da babaya karşı duyulan şükranda, içinde bir boyun eğiş bir temenna duruş gizler. Bu baba-oğul ilişkisini doğal olarak hiyerarşik bir hâle döndürür. Dede torun arasında ise böyle bir durum olmadığından dolayı dede-torun ilişkisi agapiktir. Karşılıklı maddi bir aktarım olmadığı gibi herhangi bir beklenti de yoktur. Dede sosyal hayattan çekilmiş torun ise henüz sosyal yaşama dahil olmamıştır. Her ikisi de hayatın dışında olma düzleminde eşittir. Bundan dolayı dede-torun ilişkisi eşitler arası bir terapötik şefkat ilişkisidir. Ayrıca yüzü ahirete dönük olduğu için torun dede için bir tesellidir; yakın zamanda toparlanıp gideceği bu diyara zihin, ruh ve karakterinde var olacağı bir eser bırakmanın mutluluğunu yaşar. Engel olamayacağı bu sonsuz yolculuğun belirsizliği ve korkusunu bir nebze dindirmiş olur.

Doğduğun ev kaderindir

İnsan hayatının en önemli safhası çocukluk dönemidir; 5-8 yaş arası. Karakterinin yüzde sekseni bu dönemde şekillenir. Jean Piaget ve Lawrence Kohlberg başta olmak üzere modern psikanalistler ahlaki gelişimin, bilişsel gelişime paralel seyrettiğini söyler. 4-5 yaşına kadar ahlâk öncesi dönemdedir çocuklar. Bu dönemde davranışları yönlendiren ihtiyaçlardır. 6-10 arasında ise çevresindekilerin uydukları kurallara uymaya, onları taklit etmeye başlarlar. Yani beş yaşından itibaren kişilik yapısı şekillenmeye başlar. Bu dönemlerde etkileşimde oldukları kişilerin çocuğun karakter yapısında müspet/menfi çok net izleri görülür. İlerleyen dönemlerde nevroz başta olmak üzere birçok psikolojik vakaların kaynağı bu yaşlardır. İnsanın karakteri kaderidir. Doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği yer karakteridir. Bundan dolayı tarih boyu bir insanın karakterine dair ön fikir edinmek için nereli olduğu sorulagelmiştir.

Çünkü doğduğu, büyüdüğü yer kimliğine dair fikir veren en önemli unsurdur. Modern zamanlarda bu durum çok radikal bir değişime uğradı; artık bir kişiyle ilgili ön fikir edinmek için hangi burç olduğu soruluyor. Hâlbuki kişinin doğduğu zaman aralığının karakterine hiçbir etkisi yoktur. Gerçi sorunun değişmesinin sebebi burçların karaktere etkisinden ziyade, artık doğduğu ve büyüdüğü yerin insanın karakterini eskisi gibi belirleyici olmaması. Çünkü artık modern zamanlarda doğumundan itibaren çocuğun anne ve babasıyla iletişimi yok denecek seviyeye geriledi. Çocuklar annesinin koynunda değil, anne işte, çocuk anaokulunda. Anne okul olmaktan çıkınca okul anne oldu. Artık yeni nesil ana kuzusu değil kreş kuzusu. Bu sosyolojiye uygun olarak insan karakterine dair önbilgi edinme sorusu da değişmiş oldu. Burçların inandırıcı olmasından değil, doğduğu yerin artık belirleyici olmamasından.

Gerçi sorunun değişmesinin sebebi burçların karaktere etkisinden ziyade, artık doğduğu ve büyüdüğü yerin insanın karakterini eskisi gibi belirleyici olmaması.
Gerçi sorunun değişmesinin sebebi burçların karaktere etkisinden ziyade, artık doğduğu ve büyüdüğü yerin insanın karakterini eskisi gibi belirleyici olmaması.

Abdulmuttalib

Dadısı Ümmü Eymen öksüz çocuğu dedesine teslim ettiğinde henüz altı yaşındaydı. Abdulmuttalip oğlu Abdullah'a Hz. Amine'yi nikâhlarken Amine'nin amcasının kızı Hale binti Üheybi'yi de kendisine nikahlamıştı. Böylelikle öksüz çocuğun babaannesi aynı zamanda annesinin öz amca kızı yani bir yönüyle teyzesiydi. Amine'nin öksüzü, dedesinin gözetimindeyken annesinin eksikliğini hissettirmeyecek bir teyzenin yanında yer almış olacaktı. Ayrıca bu evde kendisiyle yaşıt biri vardı; Hamza. Hem yeğeni hem kuzeni hem de süt kardeşi. Yeni yuvada yeni bir hayata adım atıyordu. Bu dönem hayanın en önemli dönemleriydi. Çünkü bir Arap efendisinin rahle-i terbiyesine girmiş bulunuyordu. Abdulmuttalip çok çalışkan ve çok zeki bir insandı. Lider ruhlu cesaret sahibi bir kişilikti. Cömertliği bütün Araplar tarafından kabul edilmiş bir adamdı. Onun bir lakabı da Mut'imu't-Tayr idi, yani kuşları doyuran adam. Vefası ve akrabayı gözetmesi şiirlere konu olmuştu. Bütün Arap onun yönetimine rıza göstermişti.

İnsanın karakteri kaderidir. Doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği yer karakteridir. Bundan dolayı tarih boyu bir insanın karakterine dair ön fikir edinmek için nereli olduğu sorulagelmiştir.

Dost düşman herkes tarafından adaleti teslim edilmiş bir zattı. Tam bir Arap bilgesi, Kureyş beyefendisiydi. Merhamet ve azameti kendisinde cemedebilmişti. Çocuğunu boğazlamayı göze alacak kadar sözüne sadık, şehri işgal eden Ebrehe'nin karşısına korkusuzca çıkacak kadar da cesur ve metanetliydi. Kendisini Kabe'nin hizmetine adamıştı. Hacıların su ihtiyacını karşılamak için deriden havuzlar yapmıştı. Bu havuzların yanına bal ile karıştırılmış deve sütü de bırakırdı. Aynı zamanda kuru üzüm satın alır, hoşaf yaptırır onu da hacılara içirirdi. Bu hizmetinin bir ödülü olarak rüya ile kendisine zemzem kuyusunun yeri gösterilmişti. Sabır ve teenniyle hareket ederdi. Tam bir siyasi dehaydı. Mekke'de kendi kabilesi dışındakileri de yönetimde söz sahibi yapmıştı. Onu tanıyan herkes siyasi dehasından bahsetmeden geçmezdi. Bedevi, vahşi kabilelerle bile çok iyi iletişim kurmayı başarabilen, gönüller yaparak yönetebilen bir liderdi.

Dedenin dizinde

Abdulmuttalip ömrünün son yıllarında artık elini işten bir nebze çekmiş, torununu eğitmekle meşguldü. Ona çok ayrı bir ilgisi vardı. Gittiği her yere beraberinde götürür, onsuz sofraya oturmazdı. Daima elinin altında tutar ve sürekli saçlarını okşardı. Kabe'nin gölgeliğinde kendisine ayrılmış özel bir yeri vardı. Hiç kimse oraya oturtulmazdı. Bir defasında torunu oraya oturunca kaldırmak istemişler, o ise bunu engellemiş sadece onun oturmasına müsaade etmişti. Neredeyse hiç yanından ayırmazdı. Hatta başkanlık ettiği şehir meclisine onu da yanında götürürdü.

Hz. Peygamber iki yıl boyunca en kritik kararların alındığı şehir meclisindeki toplantılara şahit olmuştur. Çok sayıda torunu ve çocuğu olmasına rağmen ona gösterdiği bu sevginin belki de en önemli sebebi onu kendisiyle özdeşleştirmesidir. Çünkü kendisi de onun gibi küçük yaşta yetim kalmış ve amcası tarafından büyütülmüştü. Asıl adı Şeybe olmasına rağmen, amcası Muttalip'e nispet edilerek Abdulmuttalip "muttalibin kölesi" şeklinde isimlendirilmişti. Çünkü bir rivayete göre babası Gazze'de vefat edince, amcası onu devesinin terkisine bindirip Mekke'ye getirmişti.

  • Hırpani görünüşünden dolayı yeğeni olduğunu söylemeye çekinerek kölesi olduğunu söylemişti. Babasızlığın ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. Bir gerçek var ki artık çok yaşlıydı. Bu yetimin kaderi de kendisi gibi bir amca elinde büyümek olacaktı. Bu da ona daha sıkı bağlanmasına sebep oluyordu.

Sebep ne olursa olsun Hz. Peygamberin hayatının en kritik dönemlerini, böylesine önemli bir şahsiyetin dizinin dibinde geçirmiş olması kaderin bir cilvesidir. İnsanın doğup büyüdüğü ev kaderidir dedik. Hele bir de bu ev 6. yüzyıl Arabistan'ında ise istisnaya yer olmayacak tek gerçektir. Kişinin mensup olduğu kabile hem karakterini hem kariyerini belirleyen yegâne unsurdur. 6. yüzyıl Arabistan'ında kabile her şeydir. Kime dost kime düşman olacağını, neyin doğru neyin yanlış olduğunu kabile belirlerdi. Hatta vicdan bile kolektif bir vaziyette işiyordu. Vicdanın ne zaman harekete geçeceğini kabile belirliyordu. Toplum, kişiliği kabilesine tam uyumlu fertlerden oluşuyordu. Abdulmuttalip tam bir Kureyş beyefendisiydi. Kureyş'in kabile karakteri onda tecessüm etmişti.

Kureyşli olmak

Kureyş, bedevice hayat süren Arapları ilk defa dünya sahnesine taşımıştır.
Kureyş, bedevice hayat süren Arapları ilk defa dünya sahnesine taşımıştır.

Arabistan coğrafyasında adını bir şahıstan almayan tek kabiledir Kureyş. Fezareoğulları, Huzzaoğulları, Cürhümoğulları vardır. Fakat Kureyş bir şahıs ismi değildi. Kureyş'in sırrı hikâyesinde saklıdır. Kureyş, aslı Hz. İsmail'e dayanan bir soydur. Kabe'yi Hz. İbrahim, oğlu İsmail'le yapmasına rağmen Mekke yönetimi Yemen'de gerçekleşen tsunami sonrası güneyden göç eden kabileler tarafından İsmailoğulları'nın elinden alınmıştı. O yıllarda Fihroğulları olarak anılan kabile, Mekke'nin dışındaki dağların eteklerinde, deve derisinden yapılmış çadırlarda, sefalet içinde yaşıyorlardı. Kabile şehir yönetimine dahil edilmediğinden dolayı sürekli ticaretle meşgul oluyordu. M.S. 440 yılında Hz. Peygamberin büyük dedesi Kusay bin Kilab üstün siyasi zekasıyla Bizans'ında desteğini de alarak kan dökmeden şehrin yönetimini ele geçirdi.

Kendinden önceki yönetimin aksine katılıma açık bir yönetim sistemi kurdu. Kabe'nin hemen yanına şehir meclisi -Daru'n-Nedve- bina etti. Kısa zamanda Mekke'yi yarımadanın en önemli ticaret merkezi hâline getirdi. Kusay'dan sonra oğlu Abdimenaf babasından devraldığı ticari ağı daha da genişleterek Yemen-Şam arasındaki bütün Arabistan'a yaydı. Abdimenaftan sonra yerine geçen oğlu Haşim, Bizans imparatoru I. Leon ile anlaşarak Kureyş'in Anadolu'ya kadar büyük bir bölgede ticaret yapmasını sağladı. Ayrıca Habeşistan kıralı Necaşi'ye mektup göndererek ticari anlaşmalar yaptı.

  • Kureyş'in Yemen'den Anadolu'nun içlerine kadar büyük bir alanda güvenle ticaret yapmasına imkân verecek yol emniyetini sağladı. Abdulmuttalip işte böyle bir geleneği miras almıştı ve babası Haşim'den devraldığı kabileyi daha da ileriye taşıdı. Kureyş, bedevice hayat süren Arapları ilk defa dünya sahnesine taşımıştır.

İslam'dan önce Abdulmuttalip'in ölmesiyle bu yükseliş akse dönmüş olsa da uzun yıllar Arap yarım adasının mutlak hakimiyetini korumuştur. Kureyş'in, "toplayan toparlayan bir arada tutan" anlamına gelen bir kelimeyle anılması tarihi genetiğinden kaynaklanır. Kureyş demek siyaset demektir. Birbirlerinden farklı gurupları dengede tutarak yönetebilmek demektir. Bütün Araplar Kureyş'in önderliğini kabullenmesinde böyle bir geçmişin bakiyesi olması gibi bir gerçek yatar. Kureyş'in üstünlüğü İslam'dan sonra da devam etmiştir. Efendimizin vefatından sonra Ensar, Hazreç'in lideri Sad bin Ubade'nin halifeliğine karar verdiği mecliste Hz. Ebu Bekir söz alarak; "Arapların ancak bir Kureyşli'nin önderliğine rıza göstereceğini, Hazreç'li birinin halifeliğinin Arap yarımadasında büyük isyanlara sebep olabileceğini söylemiş ve Efendimizin "imamlar Kureyş'tendir" sözünü hatırlatması üzerine Ensar'ın da bu gerçeği kabullenerek, bu karardan vazgeçmesini sağlamıştır.

Kureyş bu üstünlüğü hilafetin Türklere geçmesine kadar sürdürmüştür. İşte Abdulmuttalip'in sahip olduğu vasıflar Kureyş'in kabile karakterinin eserleridir. O doğup büyüdüğü kabilenin karakterini taşıyordu. Torununu da bu asil peygamber soyunun temiz karakteriyle terbiye ediyordu. Doğduğu evin ve karakterinin kavislerinin çizildiği yaşları, dizinin dibinde geçirdiği dedenin izlerini taşıyordu kişiliğinde. Huneyn'de herkesin savaşı bırakıp bir tarafa kaçıştığı bir anda o en yüksek sesiyle "Ey insanlar bana doğru gelin, ben Abdulmuttalip'in torunuyum bunda şüphe yok" diye bağırıyordu. Tıpkı dedesinin herkesin kutsal şehri bırakıp kaçtığı bir zamanda korkusuzca işgal orduları komutanı Ebrehe'nin karşısına dikilip ben Kureyş'in lideriyim demesi gibi.