Requiem ya da Moğolistan hatıraları

Burukluk: Çünkü umuttur aslında bizi yoran ve mutsuz eden.
Burukluk: Çünkü umuttur aslında bizi yoran ve mutsuz eden.

Biliriz ki karanlık ışıktan daha ağır ve keskindir, mütehakkimdir, kandırılamaz. Siyah beyazdan katıdır, baskındır. Kitabın bunu kafamıza vurup duran darbelerle doluydu. Ben de oraya yerleştim ve “bu budur elden ne gelir” demeyi soğukkanlılıkla kabullendim.

Umutsuzluğun dehşetinden duyulan heyecan ve yok olmaya mahkûm oluşu haklı çıkarmanın huşu içinde kabullenilişi ve sevgiyi reddeden bir hayvanın insan şeklinde sakin hırıltılar salması ve inanç ile girdiği muharebeyi baştan kazandığı halde bunun yetmediğini anlayıp kelimelerin bağrında nafile dinlenme çabaları ve bir ömür süren cenaze marşını huzursuzluk içinde

dinlerken bundan haz duymak ve yine kelimelere ve onların manasına beyhude tutunmalar ve her şeyin farkında olmanın tesellisiz bilinci ve geceyle omuz omuza “bu budur, bu da budur” deyip elden ne gelir katılığında bize bakan uzak ve tanıdık bir çehre…

Sana bu inleyişi… Ya da şu: İçimizde terk edilmiş bir tanrı yaşar. Zaman zaman onu ziyaret eder ve günahlarımızı affetmesi için rüşvet teklif ederiz ona. Ama bu geçici barış talebinin kendimizi bile kandıramadığını bilir ve huzursuzluğumuzu hırpalayarak sevmeye devam ederiz. Öte dünyadan haber alamadıkça artan bu dehşet hissi bize anlık travmalar ve nihai delilikler bahşeder.

"Dünyanın yeteri kadar ıssız olmadığına üzülürüz, dağları düzeltmek isteriz, gün batımlarının korkunç olduğu bir Moğolistan düşleriz."

Bu deliliği düşünerek ve yazarak ıslah etmeye çabalarız, senin yaptığın gibi. Çözümsüzlük güzellemeleri halinde uzayan sayfaların hayali okyanusunda bir an olsun huzursuzluğumuzu unutmaya ya da ona hak vermeye çalışırız. Zaman zaman başarırız da bunu. Ama senin de, dostum Cioran, nihayetinde kâğıt üstündeki çırpınışlarının ölümsüzlüğe yetmediğini ve öldüğünü bilmenin karanlığıyla kapımızı çalacak ölümün bize biraz daha yaklaştığını duyarız. Bu da bizi yolumuzdan döndürmez ve elimize tekrar bir kitabını alıp dünyadaki mezarımıza sokulmayı sürdürürüz. Yıllar da böyle senin ve benim ölümümün ve sayfalarının üzerinden geçer gider. Sonra başkaları da senin ölümcül cümlelerine karanlık bir sonsuzluk iştiyakıyla dalar ve orada kendi karanlığında bir kör huzur bulur.

"Dünyanın yeteri kadar ıssız olmadığına üzülürüz, dağları düzeltmek isteriz, gün batımlarının korkunç olduğu bir Moğolistan düşleriz."

Cioran- Gözyaşları ve Azizler
Cioran- Gözyaşları ve Azizler

Gözyaşları ve Azizler

Dostum Cioran

Mezarından bana uzattığın kitaplarını aldım. Hayatımın en berbat günlerinde elime geçen Çürümenin Kitabı’nı okurken duyduğum tanışıklık hissi yakamı hala bırakmadı. Orada dibine kadar mutsuz ve umutsuz bir ruhun kendine kelimelerden kurduğu konfora ben de yerleştim.

  • Öyle zannediyorum üzerini örtmeye çalışsam da hala oradayım. Orada, kabullenişin temkinli karanlığında ve arada bir o karanlığı yırtmaya çalışan ışıklara çok da aldanmadan ama aldanıyor gibi yaparak bakmanın nafileliğinde. Rahatlığında. Bütün rahatsızlıkların ve bir çıkış olmadığını bilmenin ucunda yerleşilen o rahatlık, o Oblomov’luk.

Çok şükür, beklentinin sonunda erişilen nafilelik hissi. “Umudun dehşetinden arınmak”. Umutsuzluğun karanlığında hayatın dışına çıkıp mağlup bir fatih edasıyla olan bitene soğuk gözlerle bakmak. Bu da bir mutlu olmadır. Biliriz ki karanlık ışıktan daha ağır ve keskindir, mütehakkimdir, kandırılamaz. Siyah beyazdan katıdır, baskındır. Kitabın bunu kafamıza vurup duran darbelerle doluydu. Ben de oraya yerleştim ve “bu budur elden ne gelir” demeyi soğukkanlılıkla kabullendim. Hatta o günlerde hayatını anlatan Fransızca bir belgeseli üstelik altyazısız, hiçbir şey anlamadan -acaba?- izledim, dinledim. Altyazıya gerek de duymadım, duvar diplerinden hayata bakan sen ve bazı adamlar bana umutsuzluğun insanı olduğu yere çivileyen ve beden nerede olursa olsun ruhun sonsuz münzeviliğinin asla bitmeyeceğini ifşa eden hiçlikler sundular.

Burukluk: çünkü umuttur aslında bizi yoran ve mutsuz eden.
Burukluk: çünkü umuttur aslında bizi yoran ve mutsuz eden.

O günlerde çok sevdiğim ismini kitabının Salacak sahilinde denize doğru bağırdığımı hatırlıyorum: Burukluk! Bu haykırış bana iyi gelmişti ve bunu birkaç kez tekrarladım:

Burukluk: çünkü umuttur aslında bizi yoran ve mutsuz eden.

Burukluk: çünkü umutsuzluğun rehaveti aslında hepimize iyi gelecek.

Burukluk: çünkü tasavvur halinde zihnimizde parlayıp duran hayatı ne şiir ne edebiyat ne de düşünce düzeltmeyecek. Dağlar baki…

Burukluk: çünkü Dostoyevski “40 yaşından sonra yaşamak ahlaksızlıktır” demiştir.

Burukluk: çünkü bizler milyonlarca yıllık hayatın artıklarıyız.

Burukluk: çünkü aslolan toprak ve ağaçken bizler kâğıdı ve üzerinde yazılanları keşfederek bozulduk.

Burukluk: çünkü bütün hayatımız, kayıpların telafi edilemeyeceğini bilmenin kurnazca ve sinsice, yazılarla üstünü örtme çabasından başka bir şey değildi.

Burukluk: çünkü düşünce hayattan düşünce yara bere içinde uğradığımız geçici ve eski bir konak ve orası soğuk.

Burukluk: çünkü bunu sen yazmadın ama ben ekleyeyim sayfalarına, çocuklar büyürler ve çocuklukları cismen de kaybolur. Ve ben sorarım onların 1, 3, 5 ya da 7 yaşındaki halleri nereye gitti? Bu bana daima acı verir. O ufaklık yok artık ve bu dehşettir. Sen bunu yazmalıydın.

Burukluk: çünkü sen 26 yaşında Gözyaşları ve Azizler’i yazarak anlamaya başladığını 38 yaşında Çürümenin Kitabı’nı yazarak tamamladın. 38 yaşında her şeyin farkındaydın ve ölümünü sevmeye başlamıştın ve ben 39 yaşındayım!

Burukluk: çünkü zamanın esaretinde ruhlarımız küçük aldanışlara boyun eğmeyi reddediyor ve o ıssız Moğolistan için kitabın ve kitaplarının sayfalarına gömülüyoruz. Hayattan böylece intihar etmek ve bunu defalarca yapmak yaşamaya mecal bırakmıyor.

Burukluk: çünkü uzun süre hazırladığımız ve hazırlandığımız hayat tarafından nakavt edilmiş kıyamet yüklü bilinçler olarak ortalıkta yarısı sayfalarda yarısı gökyüzünün altında kalmış yüzlerimizle hazin ve yaşamaya yine de tutunmaya çalışarak dokunaklı hikâyelerimizi tamamlamaya çalışıyoruz. Beyhudelik yakamızı bırakmıyor.

Burukluk: çünkü düşünce hayattan düşünce yara bere içinde uğradığımız geçici ve eski bir konak ve orası soğuk. Daha fazla dayanamayıp pencereleri açtığımızda ise içeriye dolan sıcaklık düşünceyi de eritiyor ve bizler var olmak için yarım yamalak debeleniyoruz.

Burukluk: çünkü aşktan söz etmeyeceğim.

Yaşayarak ve sevilerek “acılarının” içinde sörf yaptın aslında ve senin hayatın “suçlu” bir hayat.
Yaşayarak ve sevilerek “acılarının” içinde sörf yaptın aslında ve senin hayatın “suçlu” bir hayat.

Cioran

İntihar etmedin ve sevgilin vardı, bir anlamda yalnız değildin. Yaşayarak ve sevilerek “acılarının” içinde sörf yaptın aslında ve senin hayatın “suçlu” bir hayat. Söylemlerini bir kenara bırakarak söylersem, yazdıklarının intiharınla süsleyerek tasdikler ve onların kıymetini benim gözümde arttırabilirdin. Sürekli karşısında dikildiğin bu hayatı sonuna kadar sürdürmenin seni beni gözümde samimiyet noksanı yaptığını da bil. Neden öldürmedin kendini? Buna da cevap verdin ama o cevaplar da kitabi idi ve onlardan yazdıklarının bir parçasıydı aslında. Yakana yapışıp sormak isterdim: “Neden kendini asmadın?”

Sen eminim buna fiyakalı bir cevap bulurdun ve mesela atıyorum şöyle diyebilirdin: Kendimi asmadım çünkü var olmanın karanlık hazzını sonuna kadar sürdürüp intiharımı bir ömür yaşamak istedim.

  • Bunu derdin muhtemelen, sen bunu diyecek bir adamsın. Elbette intihar etmesen de yazdıkların geçerli. Ama bu kadar keskin bir duyuş seni öldürmeliydi.

Yirminci yüzyıl felsefi disiplinlerin ötesinde bir ahlakçıyı muhakkak ortaya çıkarmalıydı ve bu sen oldun. Nietzsche’nin cesedini odamıza getirdin, bıraktın. Onun felsefesinin ve deliliğinin ıslah olunmuş hali olarak yazdın. Kitaplarının o ıssız ve korkunç gün batımlarıyla dolu Moğolistan’ında, teslimiyet ve tevekkül içinde, katı cümlelerinle ve iyi bir edebiyatçıyla baş başa kaldığımda şu soruyu soruyorum kendime: Bu adam haklı mı? Ya her şey güzel bir üslup uğruna hakikati feda etmekten ibaretse? Ya iki cihan savaşının hiçliğe savurduğu bu adamı fazla ciddiye aldıysam?

Ama içten içe biliyorum ki hepimiz yazdıklarının ve sorularının üzerini inançla, aşkla ya da evcilleştirilmiş hayatlarımızla örttük ve onları hayatlarımıza karıştırmadan yaşamayı başardık, başarmaya çalıştık. Perdemiz vardı ve ona gözümüz gibi baktık. Perdenin gözümüzü boyadığını fark ettiğimizde kitaplarına kapandık. Yine de yazdıklarını hayatlarımıza karıştırmadık. İçimizde yer yer hiçliğin bilinci halinde soğuk nefesler alıp verdiler. Duyduk, duymadık, duymazdan geldik.