Süleymaniye Camii, Nazım Hikmet ve Şeyh Bedreddin Destanı'na Zeyl

Açılan öğle güneşinin altında Sinan'ın Süleymaniye'si bulutlara yaslanmış bir dağ gibiydi.
Açılan öğle güneşinin altında Sinan'ın Süleymaniye'si bulutlara yaslanmış bir dağ gibiydi.

Nazım Hikmet Ran, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı ismini taşıyan kitabına baskı aşamasında nokta kabilinden de olsa bir ek yazma gereği duyar. Şeyh Bedreddin Destanı’na Zeyl-Milli Gurur ismini taşıyan bu ek kendi içinde iki bölümdür ve Nazım Hikmet’in Süleymaniye Camii’ne bakışını özetleyen bir girişe sahiptir.

Türkçeye çevrilen günlüklerinde büyük romancı Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Rusya’nın ve Ortodoksluğun ütopyasına şu ifadelerle tercüman olacaktır:

"Slavların yeniden doğuşunu hangi Rus istemez? Ne dersiniz, gerçek değil mi bu? Bu amaç için ister istemez İstanbul er ya da geç bizim olacaktır. Halifeyse Halife, Beyaz Çar da Halife.. Doğuda yaşatılan İsa gerçeğinin yeniden yükselişi, İsa haçının yeniden yükselişi, İsa haçının yeniden Ayasofya'ya dikilmesi ve başında uzun zamandan beri Rusya'nın bulunduğu Ortodoksluğun son sözü olacaktır bu."

Mehmet Akif Ersoy’un vefat ettiği 1936 tarihinde Nazım Hikmet Ran, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı ismini taşıyan kitabına baskı aşamasında nokta kabilinden de olsa bir ek yazma gereği duyar. Şeyh Bedreddin Destanı’na Zeyl-Milli Gurur ismini taşıyan bu ek kendi içinde iki bölümdür ve Nazım Hikmet’in Süleymaniye Camii’ne bakışını özetleyen bir girişe sahiptir.

İlk bölüm Süleymaniye Camii, ikinci bölüm Lenin ve Ruslar üzerinedir. İkinci bölümü uzun olması hasebiyle gerekli ve yeterli ölçüde incelemeye çalışacağız. Şimdi ilk bölümden ilgili kısmı okuyalım:

“… Bana öyle geliyordu ki, tek bir satır yazı yazdım; fakat bu satırın sonuna nokta koymasını unuttum.

Vakit öğleye yakındı. Şafakla beraber çalkalanmağa başlıyan lodos, ağır bulutların üstüne boşanmasıyla durulmuştu. Çok geçmeden yağmur da dindi. Gökyüzünün karanlığı yol yol yarıldı. Ağır perdeleri birdenbire düşen bir pencere gibi hava açıldı.

  • Ve ben, hapishane gecelerinde doldurulmuş bir hatıra defterinde «Destan»ımın sonuna koymasını unuttuğum noktayı arayıp dururken Süleymaniye'yi gördüm.

Açılan öğle güneşinin altında Sinan'ın Süleymaniye'si bulutlara yaslanmış bir dağ gibiydi.

Evimin penceresiyle Süleymaniye'nin arası en aşağı bir saattir. Fakat ben onu elimi uzatsam dokunacakmışım gibi yakın görüyordum. Bu, belki, Süleymaniye'yi en küçük girinti ve çıkıntısına kadar ezbere, gözüm kapalı bile görebilmeğe alıştığım içindir.

Rüzgâr, deniz, endamlı ince kemerleri üstünde nasıl durabildiğine şaşılan eski bir taş köprü, “Çarşambayı sel aldı” türküsü, bir yağlığın kenarındaki “oya”, bütün bunlar nasıl, ne kadar bir Cami değilse, bütün bunların Cami olmakla ne kadar alakaları yoksa, bence Süleymaniye de öyle ve o kadar Cami değildir; minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye'nin de camilikle o kadar alakası yoktur.

Ben ne zaman Sinan'ın Süleymaniye'sini hatırlasam Türk emekçisinin yaratıcılığına olan inancım artar. Kendimi ferâha çıkmış hissederim.

Süleymaniye, benim için, Türk halk dehasının; şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesapla maddenin ahengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir. Sinan'ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedidir. Ben ne zaman Sinan'ın Süleymaniye'sini hatırlasam Türk emekçisinin yaratıcılığına olan inancım artar. Kendimi ferâha çıkmış hissederim.

İşte bu sefer de, büyük bir Türk halk hareketi için yazdığım bir risalede unuttuğumu sandığım son noktayı ararken Süleymaniye'mizi, biraz önce yağan yağmurla yıkanmış, açan güneşin altında pırıl pırıl görünce aradığımı birdenbire buldum. Ferahladım. Bulduğumu hatıra defterimin son sayfalarında okudum. Ve anladım ki “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı” isimli risaleme; belki on satırlık, belki on sayfalık bir zeyl yazmak mecburiyetindeyim.”

Cemil Ölürken, Serviliklerde, Mevlana, Sekiz Yüz Elli Yedi, Ağa Camii şiirlerinden on beş yıl sonra, 1936’da yazılır Zeyl-Milli Gurur. Bu tablo çok ilginç bir dönüşümün ilanı niteliğindedir. Bir reddi miras veya çok yönlü bir soyutlama havasında... Mehmet Akif, Yahya Kemal ve Nazım Hikmet arasında bir ortak noktadır Süleymaniye Camii. Bir bakıma son sözlerin söylendiği mabettir.

Biz de yazımızda Nazım’ın bu Zeyl’i ile ilk şiirleri arasındaki ilişkiyi ele alıyoruz.
Biz de yazımızda Nazım’ın bu Zeyl’i ile ilk şiirleri arasındaki ilişkiyi ele alıyoruz.

Biz de yazımızda Nazım’ın bu Zeyl’i ile ilk şiirleri arasındaki ilişkiyi ele alıyoruz. Üç şairin Süleymaniye Camii merkez olmak kaydıyla varoluşlarını anlamlandırdıkları yer ve buna dair gelişen değerlendirmeler…

İlk şiirlerinde Yahya Kemal tesirinde olan Nazım Hikmet’in Rusya dönüşünde başka bir duygu ve düşünce dünyası tesirinde kaldığı görülmekte

Konuyu ele alanların yanlı bakışları, Yahya Kemal ile Nazım Hikmet arasında yapılan karşılaştırmalar da konuya dahil. Bunun dışında mevcut bilgi ve belge niteliklerinin ideolojik değerlendirmeler karşısındaki çaresizliğine yeri geldikçe değineceğiz. Fetih Şiiri ve Ağa Camii şiirinin istikameti yanında söz konusu Zeyl şairin bu öze karşı muhalefetini tanımlamakta. Şairin yaşamı boyunca iki zaman diliminde beliren bu değişikliğin sürekli “tesirlere açık kişiliği”nin mi yoksa istikrarlı bir düşünce sürecinin mi sonucu olduğu merak edilir. İlk şiirlerinde Yahya Kemal tesirinde olan Nazım Hikmet’in Rusya dönüşünde başka bir duygu ve düşünce dünyası tesirinde kaldığı görülmekte.

Mayakovski tesirinde yeni biçim denemesiyle yetinmediği, bunun yanında yeni duygu ve düşüncelerden örülü bir davanın sözcülüğünün daha önemli olduğu ve hayatın bu yöndeki sürprizlerine açık olduğu yaşam öyküsü safahatında görülmekte. Cemal Granada şöyle bir anısını anlatır. Nazım Hikmet’in “Salkımsöğüt” ve “Bahr-i Hazer” şiirlerinin olduğu plak, bir kış günü yemekte Mustafa Kemal’e dinletilir:

“Bu nedir Çelebi Efendi?”

“Nazım Hikmet’in şiiri paşam.”

“Şimdi nerede bu adam?”

“Bursa Hapishanesi’nde paşam”

  • Atatürk bunun üzerine şunları söyledi:
  • “Şimdi bu adamı dışarı çıkarsak… Gel bizimle çalış desek, gelmez. Halk Fırkası’na sokmaya kalksak, girmez. Girdiği zaman küçüleceğini sanır. Kendisinde büyüklük duygusu var.”

Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Trabzon açıklarında öldürülmesi sebebiyle Kemalizm’i ve Atatürk’ü birçok yazısında eleştirir Nazım. TKP’yi zor durumda bırakacak türden eleştirilerdir bunlar. 1938 yılında irtica konusunda farklı düşünmediği iktidar eliyle “orduyu ve donanmayı isyana teşvik” suçlarından 28 yıl 4 ay hapis cezasına mahkum edilir. Ağustos 1938’de Mustafa Kemal’e yazdığı mektupta ise “Kemalizmden ve senden adalet istiyorum.” der. Dolmabahçe Sarayı’nda hasta yatağındaki Mustafa Kemal’e mektubun ulaştırılmadığı ve kesin olmamakla beraber İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya takıldığı söylenir. Mustafa Kemal’i Suphi ve arkadaşları için suçlayıp sonra kemalizmden adalet istemek, buna mukabil İnönü ve CHP iktidarının “irtica” aleyhindeki başarıları hatırına saygıda kusur etmemek, Nazım tarafından amaca giden her yol mübah ve meşrudur prensibince uygulanır. Bunlar Zeyl’de ifadeye kavuşan büyük bir Türk Halk hareketi hatırına katlanılan külfetlerdir.

“Kemalizmden ve senden adalet istiyorum.”

Zeyl’deki ütopya için bir bakıma ilk yoldaştır Kemalizm. 18 Temmuz 1932 tarihli bir genelge ile başlayan ve zamanla kapsamı genişletilen ezanı susturan yasaklara -dönemin ruhuna uygun olarak- 1936’da “minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye’nin de camilikle o kadar alakası yoktur” diyerek yoldaş olur. Ezanın mevcut yasaklanması sürecini Şeyh Bedreddin vakasından yola çıkıp kitabın baskı aşamasında Zeyl derdiyle Süleymaniye Camii üzerinden desteklemek anlamına gelen, hatta tarihe musallat olacak kadar tarihten bugüne ezanı ve ona bağlı her şeyi yok sayan bu ifadeler, Türkçe lisanıyla söylenebilecek en düşük sözler olsa gerektir. Kemalizm’i ve CHP’yi de geride bırakacak kadar İslam karşıtı uygulamaların irtica adına derinleştirilmesi konusunda şahin kesilmesi sanat hayatında sürekli tesire açık kişiliğin yansıması…

**

Yakın arkadaşı Vala Nureddin.
Yakın arkadaşı Vala Nureddin.

Ocak 1950 tarihinde “irticanın doludizgin gittiği şimdiki yıllar”dan söz eder Bursa Cezaevinden Yahya Kemal hakkında yazdığı bir mektupta. Yakın arkadaşı Vala Nureddin de Fevzi Çakmak’ın ölümünün ardından “Mareşal Çakmak’ın inkılapçı mazisi” başlıklı yazısında mareşalin “irtica” ile mücadelesine değinir. Nazım Hikmet’in hapiste yatmasına sebep olduğuna dair bir iması dahi yoktur. 1944’te mareşal emekli olmuştur halbuki. Falih Rıfkı Atay İnönü’nün “..bir gün bir gündelik gazetede Yahya Kemal’in divan biçimi bir gazelini göstererek: ‘Bunları okudukça Nazım’ın hapiste olmasına canım yanıyor.” dediğini aktarır. Nazım’ın İsmet İnönü dönemi boyunca hapiste olduğu bilindiği halde Milli Şef İnönü de bu kalemler tarafından eleştirilmez. Nazım Hikmet ve arkadaşı Vala Nureddin başta olmak üzere o çevrede ve konuya ilgili diğer yazarlar nezdinde eleştiriler o gün, Mustafa Kemal’e yönelmediği gibi İnönü ve Fevzi Çakmak’a da yönelmez. İrtica ortak paydasında buluşan dönemin iktidar anlayışıyla beraber Nazım Hikmet ve çevresi o günden beri tutarlı eleştirel mantıktan uzaktırlar. Bu tercihin motivasyon kaynağı o günden beri “irtica ile mücadele”dir.

  • Bugün de aynı tutarsız, ikircikli tavrın devam ettiği malum. “Devletlü” sayılabilecek yakınlık dereceleri bulunan Nazım’ın hapisten çıkması kaderin bir cilvesi olarak Adnan Menderes’e nasip olur. 8 Nisan 1950 tarihinde açlık grevine başlar Nazım Hikmet.

Annesi Celile Hanım Galata Köprüsündeki Kadıköy iskelesinde imza kampanyası başlatır. Abidin Dino, Ahmet Hamdi Tanpınar, Fikret Adil, Halide Edip, Mina Urgan, Orhan Veli, Sabahattin Eyüboğlu ve Sait Faik’in imzalamış oldukları bir mektubu, 14 Mayıs seçimlerinden birkaç gün sonra 18 Mayıs 1950 tarihinde Cerrahpaşa Hastanesi’ne gönderirler. Mektupta yeni hükümet kuruluncaya kadar açlık grevine ara vermesini isterler. 14 Temmuz 1950 tarihinde hükümlülerin cezalarında indirim düzenleyen madde Meclis’te kabul edilir ve Nâzım 14 Temmuz 1950’de serbest bırakılır. Nazım Hikmet çeşitli sebeplerle, belki de Türkiye üzerine dillere pelesenk söylenen bu ülkede yaşanmaz anlayışı gereği Rusya’ya kaçar. 25 Temmuz 1951 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla da Türk vatandaşlığından çıkarılır. Mustafa Kemal Nazım’ı affetmez. Falih Rıfkı ve Ali Fuat Cebesoy’a İnönü’nün “affedilecek ve Ankara’ya gelip Hakimiyet-i Milliye -Ulus- kadrosu içinde çalışacak” demesine rağmen Milli Şef’in F. Çakmak engelini aşamadığı söylenir. Fakat Fevzi Çakmak emekli olduktan sonra da oralı olmaz İnönü. Mustafa Kemal’in razı gelmediğinden uzak durmakla açıklanabilecek bir durumdur bu. Nazım bundan dolayı da suçlamamıştır İnönü öncülüğündeki muhalefeti. İnönü ve CHP Nazım için nihayetinde istikbalde uyum sağlayabileceği tek muhalefet odağıdır.

Menderes’e karşı daha doğrusu Türkiye’ye karşı safları sıklaştıran taraftadır.

Adnan Menderes’in Rusya seyahatinden önce bir darbeyle indirilmesi ve arkadaşlarıyla beraber idam edilmesinin Nazım tarafından nasıl karşıladığını 1955-59 tarihlerinde Diyet, Menderes’e Öğütler ve Gazete Fotoğrafları Üstüne metinlerinde görmekteyiz. Zeyl’de bir benzerini gördüğümüz halin devamıdır bu. Büyük bir kin, burada yer vermekte hicap edeceğimiz derecede tiksinti uyandıracak galiz ifadeler vardır bu metinlerde. Bu sövgüler, günümüzdeki Nazım ortak paydasındaki sol-kemalist çevrelerin dil ve üslubunu da açıklar mahiyettedir. 1955 tarihli “Gerileyen Türkiye yahut Adnan Menderes’e Öğütler” şiirinde “Şu muhalefetle de alıp veremediğin ne, Niye öyle hışımla gidiyorsun üzerine” der. CHP’ye düşük düzeyden birkaç mısralık ironiyle selamlama yaparken Menderes’e karşı daha doğrusu Türkiye’ye karşı safları sıklaştıran taraftadır. Bir kediyi okşar gibi sever İnönü muhalefetini. Şiirin devamında “Bindiğin dalı kesiyorsun Menderes” diye de İnönü’nün 1960 darbesine giden yolda en ateşli mütercimidir!

Bu merak ve bilgiler dolayısıyla belli çevrelere mensup edebiyatçılar ve dergiler, vefatından sonra Nazım’ın şiiri ve yaşamında keyfi tahliller yaparak, bu tesire açık hali korumak, tesiri sürdürmek ve böylece onu kendilerince yaban ellerden kurtarmak, yerli eleştiriden korumak istiyorlar. Nazım’ın yapamadığını yapmak amacıyla ortaya çıkan yaklaşımların dönemin atmosferini, duygusal sıcaklığını muhafaza etmesi konuyu istismara açık tutuyor. İki durumun yerine göre birbirinin reddi veya devamı olduğu gerçeğinin şartlara göre propagandaya açık olması, öncelikle sağlıklı bir özeleştirinin imkanlarıyla barışık kalamayacağı için bu konuda sonuç almak mümkün gözükmüyor. Buna ve başka değerlendirmelerimize rağmen durumun bütünüyle ideolojik olduğunu söylemiyoruz. İdeolojik olan insani gerekçelere öncelikle yaslanmak isteyecektir çünkü. Temel tezimiz Nazım’ın sanat ve dünya görüşünde tesire olabildiğince açık olduğu gerçeği üzerinedir. Bu tesirin ağırlığını makul bir te’vil ile düşürmek mümkün olduğu halde bilgi kaçırarak, yorum üstünlüğü ve propagandaya öncelik vererek yol alınmak isteniyor.

Türk milletinin şu veya bu sebeple öz evladı için gitti, gitmese iyi olacaktı şeklinde söylendiği, gönlünü dile getirdiği, gönül kıvamına konunun taşınması esas. Köksüz partizan tutumların ve ikircikli çevrelerin ideolojik bakışının propaganda üstünlüğü dolayısıyla edebiyat tarihinin söz hakkı alamadığını söylemeliyiz. Edebiyat tarihinin tespit ve değerlendirme yapamadığı durumlarda şairin hata yapmış olma ihtimali elinden alınmış olur. Bu ise putlaştırma anlamına gelir. Çelişkinin diğer bir tarafı fikrin, fikir adamının yeniden değerlendirilme gerçeğini kabul eden bu çevrelerin te’vil ve eleştiriye daha açık olan şair kimliği karşısında bundan kaçınmalarıdır.

Nazım Hikmet’in Süleymaniye Camii'ne maddi unsurlar ve hendesi cephelerden bakışını, bu bakışı şekillendiren ifade biçimini ve neticede Süleymaniye’nin uhdesinde bulundurduğu değerlerden soyutlanmasını görmeyerek esas mesele gözlerden kaçırılmış oluyor.
Nazım Hikmet’in Süleymaniye Camii'ne maddi unsurlar ve hendesi cephelerden bakışını, bu bakışı şekillendiren ifade biçimini ve neticede Süleymaniye’nin uhdesinde bulundurduğu değerlerden soyutlanmasını görmeyerek esas mesele gözlerden kaçırılmış oluyor.

Nazım Hikmet’in Süleymaniye Camii'ne maddi unsurlar ve hendesi cephelerden bakışını, bu bakışı şekillendiren ifade biçimini ve neticede Süleymaniye’nin uhdesinde bulundurduğu değerlerden soyutlanmasını görmeyerek esas mesele gözlerden kaçırılmış oluyor. Doğan Hızlan’ın Süleymaniye Camii’nin restorasyon sonrası açılışı sebebiyle yazdığı yazılar (16-17.11.2010 Hürriyet) buna örnektir: Doğan Hızlan “Yahya Kemal tarihi ve dünü Süleymaniye’de simgeleştiriyordu.” cümlesiyle şiirin yazılış tarihi ve aşağıda değineceğimiz noktaları dışarıda bırakarak Zeyl ve Yahya Kemal’in şiiri arasındaki esas farklılığı dışarıda tutuyor. Devamında “Nâzım Hikmet, dünün büyük abidesinden yarını görüyordu. Onun için Süleymaniye, bir bileşimdir, yalnızca bir cami olarak kısıtlı bir algılama yerine, onu cami ve aynı zamanda Türk halk dehası olarak nitelendiriyor.” cümlesini “Bu yorumu, şairin yaklaşımını, geniş açı bir yorum biçiminde değerlendirmeliyiz.” ifadesiyle destekliyor.

Süleymaniye, benim için, Türk halk dehasının; şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesapla maddenin ahengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir.

Burada eleştiriye açık noktaların farkında olduğu için “geniş açı bir yorum biçiminde değerlendirme” yapılmasını kuşatıcı bir çözüm olarak görüyor. Bunun yanında Zeyl’in ikinci kısmında yer alan aşağıdaki diyaloğu, Süleymaniye’nin konu olduğu birinci kısımla ilişkilendirerek maddi bir hataya düşüyor: “Şair, Ahmed’e ne diyor?” “Sen Bedreddin hareketinden biraz da milli bir gurur duyuyorsun.” Doğan Hızlan “Daha sonraki satırlarda alıntılar yaparak, “Milli şuur duygusuna yabancı olmadığını” belirtiyor.” diye ekliyor fakat bu alıntıların Lenin ve Ruslar üzerine olduğundan bahsetmiyor. Halbuki orada Ahmed’in Lenin’den yaptığı uzun iktibas ve bu iktibasın isabet ve detayları karşısında şaşkınlıkların gizlenmediği okunacaktır. Milli Gurur ve Milli Şuura örnek gösterilen Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal oradadır. Ve Nazım’ın “Bedreddin’in materyalizmiyle Spinoza’nın materyalizmi arasında bir mukayese yapayım demiştim.” cümlesi de oradadır. Şairin, Bedreddin “iğtişaş”ını kimlerin hangi sanat alanlarında köpürtebileceğine dair verdiği detaylar da…

Doğan Hızlan’ın iki bölümden yaptığı bu alıntılar gerçeği yansıtmıyor. Milli Gurur bahsinin Süleymaniye Camii ile alakası yok. Lenin, Ruslar, materyalizm, Şeyh Bedreddin “iğtişaş”ı ve devamına yönelik gerekçeler ve sair ayrıntılarda milli şuur aramaksa komiktir. Bütün bu gözden kaçırmaların maksadının okuyucuyu doğru yorumlarla bilgilendirmek olmadığı ortada. Oysa Milli Gurur bahsinde saydığımız başlıkların eksiksiz aktarılmasının Nazım’ın doğru anlaşılmasına önemli katkıları olacaktır. Doğan Hızlan, Yahya Kemal ve Nazım Hikmet karşılaştırması yapıyor Süleymaniye üzerinden: “Yahya Kemal Beyatlı, tarihi perspektiften, ağırlıklı olarak dini ama kahramanlık serüvenimizi de Süleymaniye’nin içinde tasvir ediyor. Oysa Nâzım Hikmet, cami hüviyetini de ortaya koyarken, fanatik bir anlayışı eleştirerek onun milli yanını da anlatıyor.” Doğan Hızlan’ın “fanatik olan” dediği ve eleştirilmesini haklı bulduğu yerde, beş vakit ezan, namaz gibi İslam’ın rükünleri vardır. Süleymaniye, yapılan ibadetlere ve Müslümanlara rağmen cami olamamıştır, Müslümanlar da ibadetleri de Süleymaniye’yi cami yapmakta kifayetsiz kalmıştır, dolayısıyla Ulu Mabed cami değildir demiştir Nazım. Doğan Hızlan bunları “fanatik” bir kılıfla açıklar.

Nazım’ın konuya bu kadar uzak ve hatta yakışıksız ifadelerle giriş yapması, “Beş vakit ezan, namaz, cami, minare, secde” gibi kavramların Süleymaniye’yi cami kılmakta yetersiz olduğunu iddia etmesi, Türk Milletinin değerlerine bakışın somut ifadeleri.

Sözün özü Nazım’ın daha kapsayıcı olduğunu söylemek insafsız ve köksüz bir değerlendirmedir. Belki de yukarıda ayrıntısını verdiğimiz noktalarda zeyl’e dair hatalı aktarımlar yapan Hızlan’ın beraberinde doğru sonuçlara ulaşması zordur. “Minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye'nin de camilikle o kadar alakası yoktur.” ifadelerinde Süleymaniye’nin cami hüviyetinin Nazım’ın ilk şiirleri doğrultusunda sürdüğünü görmek imkansız. Doğan Hızlan ise “Fanatik bir anlayışı eleştirerek onun milli yanını da anlatıyor.” ifadesiyle yıllar sonra bile Nazım’la aynı perspektifi koruyor, hatta daha ileri gidiyor. İslam dinine ait olanın “fanatik”, İslam dinine ait olmayanın “milli” olabildiği anlamında şeyler söylemek her şeyi birbirine karıştırmaktır. Zeyl’de rüzgara, havaya ve suya bakarak söylenenleri diğerleri de aynı minval üzere rüzgara, havaya ve suya bakarak takip ediyor, gündeme alıyor, gözden kaçırıyor. Nazım’ın konuya bu kadar uzak ve hatta yakışıksız ifadelerle giriş yapması, “Beş vakit ezan, namaz, cami, minare, secde” gibi kavramların Süleymaniye’yi cami kılmakta yetersiz olduğunu iddia etmesi, Türk Milletinin değerlerine bakışın somut ifadeleri.

Nazım Hikmet Süleymaniye Camii’ne bakışında Türk Milleti’ne bir reddi miras teklif ediyor


Fyodor Dostoyevski bile Ayasofya ve İstanbul konusunda bu kadar rahat değil. Tedbirli, mantıklı ve gerçekçidir. Fyodor Dostoyevski’nin Ayasofya için: “Fetih hakkı olmasına, yapılan minarelerine ve minarelerinde yüzyıllardan beri okunan beş vakit ezana; hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Ayasofya’nın camilikle o kadar alakası yoktur.” dediğini farz edelim. Bir dakika, farz-ı muhal dememize gerek yok aslında. Sadece girişte Dostoyevski’nin günlüklerinden yaptığımız alıntıyı bazı değişikliklerle okuduk. Fakat büyük romancı Ayasofya’nın cami olmadığını söylemiyor. Bunu kabul ediyor. Buna ve ibadet rükünlerine dair de bir şey demiyor. Ayasofya’nın artık cami olmamasını istiyor; minarelerin yıkılıp, tepesine er ya da geç “haç” dikilmesi gerektiğini söylüyor. Bunun yanında Çar’ın da Halife olabileceğini ekliyor. Nazım Hikmet ise yüksek hakikate ermiş bir edaya bürünerek Süleymaniye Camii’ne bakışında Türk Milleti’ne bir reddi miras teklif ediyor.

Yahya Kemal tarihi ve dünü Süleymaniye’de simgeleştiriyordu.
Yahya Kemal tarihi ve dünü Süleymaniye’de simgeleştiriyordu.

Şu halde Nazım’ın payına Dostoyevski’nin bir cüz’ü olmak bile düşmeyebilir. Süleymaniye Camii’nin gerçeği, hakikat ile kurulu ve yapılıdır. Muazzam, ulvi ve ulu bağlardır. “Rüzgâr, deniz, endamlı ince kemerleri üstünde nasıl durabildiğine şaşılan eski bir taş köprü, «Çarşambayı sel aldı» türküsü, bir yağlığın kenarındaki «oya», bütün bunlar nasıl, ne kadar bir cami değilse, bütün bunların cami olmakla ne kadar alakaları yoksa..” ifadeleri ve Zeyl’deki sözcükler toplamı nereye bağlanacak diye merak ederken şairin kaleminin rüzgarın önündeki yaprak gibi savrulup Süleymaniye’nin cami olmadığını iddia edecek kadar uzaklaşabileceği düşünülebilir miydi? Okuyucu sözün nereye bağlanacağı konusunda enteresan örneklerle oradan oraya koştururken aniden “bence Süleymaniye de öyle ve o kadar Cami değildir” ifadesiyle karşılaşır. Bu örneklerin uyumsuzluğu mantık zafiyetini işaret eder. Fakat okuyucu bunu yakıştırmak istemez. Bütün bunları söylerken başka bir şey söylediğini düşünmek ister. Zira propaganda dün de bugün de o yöndedir. Çünkü Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı şiirini okuyucunun vicdanına bırakmak istememiştir Nazım. Zeyl’i bu şiirin okuma kılavuzu yapmıştır. Şiirin hangi amaca dönük olduğunu bir okuma kılavuzu olarak kitabın sonunda temsil etsin istemiştir.

İlk bakışta mantıksız gelen örneklerin ne kadar da maksatlı olduğu anlaşılır bu şekilde. Şiir bu düzyazılarla ovaya inmekten kurtarılmıştır. Artık olan olmuştur. Ve artık okunması gereken de okunmuştur. Dostoyevski rüzgara, denize, taş köprülere; çeşitli folklor unsurlarına, şuraya veya buraya el atmıyor; bahanelerin ve tuhaf örneklerin peşine düşmüyor. Sadece gerçekçi bir eda ile kendi hakikatinin peşinde hak iddia ediyor. Rus değerlerini budama yolunu tercih edip Ayasofya’yı unutun demiyor kendi halkına. Hilal’in olduğu yerde haç’ın olması gerektiğini söylüyor. Kendi cephesinde duruyor. Olduğu ve olması gerektiği yeri terk etmiyor. Olması gerekeni akan suya ve uçan havaya bakmadan söylerken halkından fire beklemediğini sorularla pekiştiriyor:

Slavların yeniden doğuşunu hangi Rus istemez? Ne dersiniz, gerçek değil mi bu? Bu amaç için ister istemez İstanbul er ya da geç bizim olacaktır.

Evet akan suya ve uçan havaya bakmadan hedefine odaklanmış olarak nasıl da en önde olmanın coşkusunu milletine fert fert yetiştiriyor. “..Hangi Rus istemez?” diyerek kesin cevap veriyor ve her şeyden emin olduğunu sezdiriyor. Evet bunun için “Halifeyse Halife, Beyaz Çar da Halife.” diye kestirip atıyor tabiri caizse.

**

İzmir’de cami hoparlörlerinden ‘çav bella’ çalınmasıyla ilgili gündemin ortasında Nazım Hikmet’in Zeyl’i de bir bakıma bizim aradığımız son nokta oldu. Zeyl “Türk Halk dehası, Sinan’ın Süleymaniye’si, Sinan’ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedi, Türk emekçisinin yaratıcılığı, Türk Halk hareketi” gibi ifadelerle Süleymaniye’yi İslam’ın Ulu Mabedi olmanın dışına itmeye çalışırken N. Hikmet’in bahsettiği “nokta” Zeyl’in ikinci bölümünde detaylı olarak karşımıza çıkar. Süleymaniye Camii bahsinin akabinde Ahmed’le yapılan bir konuşma vardır. Bu konuşma Zeyl’e vücut veren o nokta olur. Ahmed’in konuşması Lenin ve Ruslar üzerinedir. Ahmed, Lenin’e yoldaş olarak aradığını Şeyh Bedreddin ve müritlerinde bulmuş olmalı ki Nazım’a “Senden bir ‘Bedreddin Destanı’ isteriz” demiştir. Nazım da konuya bir vasiyet havası kazandırır: “Ben, benden istenenin ancak bir karalamasını becerebildim. Daha iyisini de yapmaya çalışacağım. Fakat tıpkı benim gibi Ahmed’in dostu, arkadaşı, kardeşi olduğunu söyleyenler, benden istenen sizden de istenendir.” diyerek “roman, şiir, tablo” türü çalışmalarla Lenin’e yoldaşlık daveti yapılır.

Nazım, Süleymaniye meselesini: “... Bence Süleymaniye de öyle ve o kadar cami değildir; minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye'nin de camilikle o kadar alakası yoktur. … Süleymaniye, benim için, Türk HALK dehasının; şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesapla maddenin ahengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir. Sinan'ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedidir.” cümleleriyle kendince halletmeden o son nokta olan Lenin bahsine geçmiyor.

Esasında Lenin bahsi ve Süleymaniye meselesi Nazım’ın kafasında tek bir nokta olarak duruyor: Dostoyevski’nin Ayasofya ve İstanbul meselesinin bir cüz’ü ve müridi olarak..
Esasında Lenin bahsi ve Süleymaniye meselesi Nazım’ın kafasında tek bir nokta olarak duruyor: Dostoyevski’nin Ayasofya ve İstanbul meselesinin bir cüz’ü ve müridi olarak..

Esasında Lenin bahsi ve Süleymaniye meselesi Nazım’ın kafasında tek bir nokta olarak duruyor: Dostoyevski’nin Ayasofya ve İstanbul meselesinin bir cüz’ü ve müridi olarak... İbrahim Kaboğlu’nun Sultanahmet Camii çıkışı da aynı şekilde bu cüz’ün bir parçası görülmeli.. Şeyh Bedreddin’i, müritleri uçurdu. Şeyh Bedreddin’i ve müritlerini, Nazım uçurdu. Olası “hareket” için Süleymaniye Camii’ni İslami değerlerinden soyutlamayı tercih etmek, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in bıraktıkları yerden Şeyh Bedreddin’in bazı fikirler adına yüceltilmek istenmesi, Ahmed’in Hikayesi bölümünde; “O gelecek yine. Çırılçıplak ağaca asılan çırılçıplak gelecek yine” diyerek mesiyanik söyleme göz kırpılmasıyla sadede bağlanır: “Biz Bedreddinin kuluyuz, ahrete, kıyamete inanmayız ki dağılan, fena bulan bedenin yine bir araya toplanıp dirileceğine inanalım.”

“Fetret Dönemi” olayları üzerinden şiir anlayışının ötesinde faydalar umarak Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı akabinde söz konusu Zeyl’de “Destan”ımın sonuna koymasını unuttuğum noktayı arayıp dururken Süleymaniye’yi gördüm.” dedikten sonra söylediklerinin bir örneği daha var mıdır, bilemiyoruz.

  • Süleymaniye Camiinin İslami olandan soyutlanmasının “büyük bir Türk halk hareketi için” … değerlendirilmesi ve birçok bakımdan yoldaki taş muamelesi yapılması ve malum bir “nokta”ya alet edilmesi son derece ilginçtir.

**

Süleymaniye Camii ve şiir deyince akla Mehmet Akif Ersoy ve Yahya Kemal Beyatlı gelir. İki büyük şair bu Ulu Mabed’in ismini taşıyan iki büyük eseriyle şiirimize büyük değer katmışlardır. Mehmet Akif/Safahat Birinci Kitap Fatih Camii şiiri (1911) ile başlar. İkinci Kitap Süleymaniye Kürsüsünde’dir (1912). Üçüncü Kitap Hakkın Sesleri (1913) ve Dördüncü Kitap Fatih Kürsüsünde (1914). Görüldüğü gibi Akif’in şiiri camii merkeze alarak vücut bulur. Bu sebeple bilhassa Süleymaniye Camii hakkında söylenen her söz bir şekilde Akif’e muhatap olur. Bu söylediğimizin daha veciz ifadelerini Mehmet Akif’in Asım (Altın Kitap-1924) kitabında okuruz. Mehmet Akif bu şiirde N. Hikmet’in Zeyl’de söylediklerini on iki yıl önce büyük bir öngörüyle anlatır:

Süleymaniye Camii ve şiir deyince akla Mehmet Akif Ersoy ve Yahya Kemal Beyatlı gelir.
Süleymaniye Camii ve şiir deyince akla Mehmet Akif Ersoy ve Yahya Kemal Beyatlı gelir.

“Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?

Onu en çolpa herifler de, emin ol becerir.

Sade sen gösteriver “işte budur kubbe” diye;

İki ırgatla iner şimdi Süleymaniyye.

Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhat, o zaman,

Bir Süleyman daha lazım yeniden, bir de Sinan.

Bunların var mı sizin listede hiç benzeri, yok! Ya ne var? Bir kuru dil, siz buyrun, karnım tok”

Yine başka bir yerde düşünürlerin halk ile arasının açık oluşunu eleştirir:

“Sizde erbâb-ı tefekkürle avâmın arası,

Pek açık. İşte budur bence vücudun yarası.”

Esas meselenin burada toplandığını yine halkın ve düşünürlerin anlayacağı şekilde dile getirir: “Sonra bir bak ki, meğer karga imiş beslediğin!

Hem nasıl karga? Değil öyle senin bellediğin!”

Ve yaklaşmakta olan tehlikeyi haber verir:

“Yıkılır bir gün olur medreseler, ma’bedler;

En temiz yerleri en kirli ayaklar çiğner;

Beşeriyyet yeni bir din tanıyıp ilhâdı,

Beşerin hâfızasından silinir Hakk’ın adı;”

Yahya Kemal Beyatlı’nın Kendi Gök Kubbemiz kitabının ilk şiiri Süleymaniye’de Bayram Sabahı 1957 tarihli. Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’na Zeyl’de söylenenlerden yirmi bir yıl sonra Ulu Mabed diye seslenir Yahya Kemal, Süleymaniye Camii’ne. "Bir zaman hendeseden abide zannettimdi" derken çok samimidir. Vaktiyle bir yönüyle böyle bir zanna düştüğünü bu mısraından anlıyoruz. Ulu Mabed hakkında hendesi bir bakışa, bir zanna sahip olmanın burukluğunu taşır. Fakat yanlışlığını ifade eder nihayetinde. Nazım’ın Süleymaniye için düşündüğü, söylediği ne varsa özetler ve “hendeseden bir abide”, yani -Nazımın ifadesiyle- “hesapla maddenin muazzam verimlerinden biri” “ Sinan'ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedi” olmadığını ilan eder. Çünkü dediğimiz gibi kendisi bu hali vaktiyle yaşamıştır. Şiire varlık kazandıran bu hatıra, esasında sahiplenmediği bir şey değildir. Fakat yıllar sonra da olsa Yahya Kemal’in bu fikri, bu hatırası sebepleriyle ve gayesiyle buluşmuştur. Bunun için Yahya Kemal Süleymaniye’ye vücut veren hiçbir iklimi unutmaz.

Yahya Kemal’in Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiiri Nazım’ın Süleymaniye Camii’ne hendesi bakışına karşı bir cevaptır bize göre.
Yahya Kemal’in Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiiri Nazım’ın Süleymaniye Camii’ne hendesi bakışına karşı bir cevaptır bize göre.

Devlet-i Aliye’nin bütün sütunlarını ve inceliklerini Ulu Mabed'e vücut veren unsurlarla beraber yeniden görür ve yaşar. Yahya Kemal’in Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiiri Nazım’ın Süleymaniye Camii’ne hendesi bakışına karşı bir cevaptır bize göre. Hatta bir cevap olarak yazılmıştır diyebiliriz. Bir belge yok bildiğimiz fakat şiirlerin yazılış tarihleri bu ihtimali kuvvetlendiriyor. Yahya Kemal’in vaktinde cevap vermemesi de şiirine vücut buldurma aşamalarında beklemeyi önemsemesinden kaynaklanmış olabilir. Bunların aksi iddia edilse bile şu bir gerçektir ki herhangi bir şair bu sebeplerden ötürü Nazım’a cevap vermek istese "Bir zaman hendeseden abide zannettimdi" mısrası ile aynı soydan şiirler söyleyecekti.

Nazım’ın “Süleymaniye, benim için, Türk HALK dehasının; şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesapla maddenin ahengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir. Sinan'ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedidir.” ifadeleri karşısında Süleymaniye’de Bayram Sabahı dört başı mamur bir cevaptan daha fazlasıdır. Cumhuriyet dönemi nesline Ulu Mabedin manasını, Türk Milleti nezdindeki yerini yeniden belki ilk defa anlatmak niyetindedir Yahya Kemal. Çünkü Mehmet Akif yukarıda Süleymaniye Kürsüsünde şiirinden aldığımız mısralarda tehlikenin işaretini vermiştir.

“Yıkılır bir gün olur medreseler, ma’bedler” diye seslenen Akif aslında gelecek kuşakların Ulu Mabed karşısındaki tavrını sezmiştir. Yahya Kemal’in de Ulu Mabed’de bir bayram sabahı, bu şiiri görmesi tesadüfi olamaz. Bunun için Zeyl’deki ifadeler Ulu Mabed'in manasını indirip onu maddi bir kütleye hapsetmek olacaktır. Bu bakımdan Süleymaniye’de Bayram Sabahı yeni neslin -Nazım Hikmet dahil- algısına muhatap, yanlış düşüncelerine cevap, saldırısına kalkan niteliğindedir. Yahya Kemal şanına yakışır bir ifadeyle “Sinan'ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedidir” yaklaşımını gölgede bırakır:

“Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor.

Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor”

  • Yahya Kemal şiirde Süleymaniye mimarından bahsetmez. Aşağıda ayrıca ele alacağımız şekilde Ulu Mabedin mimarını “bir neferdir” der ve “ön safta” karşılar. Belli ki Mimar Sinan’ın da kendisi gibi düşünmüş olabileceğini daha makul bulmuştur.

Şiirin başlığını kastımız ölçüsünde dışarıda tutarsak Kanuni de bir hükümdar hüviyetiyle geçmez şiirde. Onları bir isme bağlamayı tarihe havale edip şöyle ifade eder Süleymaniye’nin vücut bulma sebebini:

“Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı

Adamış sevdiği Allahına bir böyle yapı.

Taşımış harcını gâzîleri, serdârıyle,

Taşı yenmiş nice bin işçisi, mîmâriyle”

Mısraları ifade imkanına kavuşturur Süleymaniye Camii’nin varoluşundaki ulvi ve hendesi sebepleri...

Nazım Hikmet ise “Türk emekçisinin yaratıcılığına olan inancı” gibi sendikal bir söylemle açıklamaya çalışır Süleymaniye Camiinin mimarını.

Mehmet Akif’in Süleymaniye Kürsüsünden seslendiği cemaati Yahya Kemal “Bir neferdir bu zafer mabedinin mimarı” diyerek şu üstün niteliklerle anlatmaya doyamaz:

Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri

Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbîr`i;

Ne kadar saf idi sîmâsı bu mü`min neferin!

Kimdi? Bânisi mi, mîmârı mı ulvî eserin?

Ta Malazgird ovasından yürüyen Türkoğlu

Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,

Yüzü dünyâda yiğit yüzlerinin en güzeli,

Çok büyük bir işi görmekle yorulmuş belli;

Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz.

Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz;

Vatanın hem yaşayan vârisi hem sâhibi o,

Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,

Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,

Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.

Süleymaniye Camii, Türk Milleti’nin gönlünün tercümesidir.
Süleymaniye Camii, Türk Milleti’nin gönlünün tercümesidir.
Nazım Hikmet, Mehmet Akif’e bir kitap, Yahya Kemal’e bir büyük şiir ilham eden Süleymaniye Camii’ni yukarıdan aşağıya bütün ulvi vasıflarından arındırmak ister.

Nazım Hikmet, Mehmet Akif’e bir kitap, Yahya Kemal’e bir büyük şiir ilham eden Süleymaniye Camii’ni yukarıdan aşağıya bütün ulvi vasıflarından arındırmak ister. Hendesi yorumlarla Süleymaniye Camii’ni bir reddi mirasın nesnesine dönüştürme arzusu, Ulu Mabedin bu soyutlanmalara razı olabileceği düşüncesi vehimden ibarettir halbuki. Ruhundan yükselen istimdat için Şeyh Bedreddin isyanı, Süleymaniye Camii ve Lenin vasıtasıyla bir terkibe ulaşmayı arzu edebilmesi bu vehmin derecesine işarettir. Özet olarak Nazım’ın Süleymaniye Camii ve manasıyla ilgili söyledikleri Türk dili var oldukça unutulmayacaktır. Bu ifadeleri ısrarla görmezden gelenlerin sebepleri ve bahaneleri de aynı şekilde Türkçenin hafızasına emanettir. İslam’ın huzurunda Süleymaniye Camii, Türk Milleti’nin gönlünün tercümesidir. Mehmet Akif Süleymaniye Kürsüsünde, Yahya Kemal de cemaatin arasındadır:

Ulu Mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;

Ben de bir varisin olmakla bugün mağrurum;

Kaynakça:

Nazım Hikmet / Benerci Kendini Niçin Öldürdü/YKY

Doğan Hızlan / Nazım Hikmet ve Gurur Kavramı / Hürriyet.com.tr

Yahya Kemal ve Nazım da Süleymaniye’de buluştu

Mehmet Akif Ersoy / Safahat / Huzur Yay.

Yahya Kemal Beyatlı / Kendi Gök Kubbemiz / İstanbul Fetih Cemiyeti

İsmail Birateş / Yahya Kemal ve Nazım Hikmet/ Remzi Kitabevi