Telve içre delil-i zahir

Bir akşam bir kahve yapmış ve ninesinden dinlediği mangal üstünde cezvede büyük ninelerinin pişirdiği kahve hatıralarını düşünüyordu
Bir akşam bir kahve yapmış ve ninesinden dinlediği mangal üstünde cezvede büyük ninelerinin pişirdiği kahve hatıralarını düşünüyordu

Bir akşam bir kahve yapmış ve ninesinden dinlediği mangal üstünde cezvede büyük ninelerinin pişirdiği kahve hatıralarını düşünüyordu ki telefonu çaldı. Arayan annesi idi. Sık görüşmezlerdi ya, içine bir telaş düştü. "Oğlum deden yoğun bakımda, bilinci gitti artık. Gecelik sabahlık. İstersen gel. Baban gelmiyor. Görmeyecekmiş. Sen gel." Babası dedesiyle küs komşular gibiydi ya, o da babasıyla tanışamadan ayrılmış akrabalar misaldi.

"Getir bakalım kahvelerimizi Munise Hanım!" dedi Ahmet Bey. Mangalın üzerinde tütsülenen dumanı ile süzülen cezve, cephede kalan babasından yadirgârdı. İstiklâl Harbi…

Onlu yaşlarından duruca hatırlıyordu. Kasabanın Ankara yolu üzerinde, ahalinin "Hamidiye Nişanı" diye ünlediği şanlı binanın Yunan zapt edip de esir aldığı yöre erkeklerine hapishane ve sorgu yeri olarak kullandığı ve tuğlaların arasına saklanmış Türk çakılarından sırlı günleri… Kasaba dervişlerinin karargâhtan gelen emirlere göre dönüşümlü cepheye gidip arda kaldıkları günlerde, devriye gezen Yunan'la karşılaşma ihtimaline karşın bellerinde beylik tabancaları ile geceleri Kütahya tarafındaki dik kayalıklardan adeta tırmanarak sızdıkları Seyyid Tekkesi'nde, alperenlerin ruhani dergâhı içre ettikleri dualar ve okunan Fetih Sûreleri'ni…

Elindeki kitabı açtı, ilk sayfada Molla Kasım'dan iki satır vardı: "Bi-hakk-ı Hazret-i Mecnun izâle eyleye Hak… Serimde derdi hıredden biraz eser kaldı…" Otuz yıllık gözlerinden, yüz yıllık yaşlar süzüldü…


Şehirden gelen yolun Kütahya tarafa döndüğü yamaçta kurulu Selçuklu atadan kalma tarihi hamama zorla getirilip "iffetimi bırakmam" diye gâvur askerine direnen ve kendilerini şu kenardaki dereye atıp sonra da kurşuna dizilen genç kızları… Hülasa barut kokusunun yenice dağıldığı vakitlerin sızısındaki aziz hatıraları fısıldıyordu mangalın üzerindeki cezve, şahitti.

Feda olsun, hamd olsun. Kovulmuştu gâvur. Çalışma vaktiydi gayrı. Ahmet Bey, berberlik konusunda mahirdi ve dahi saat tamiri yapardı. Fisebilillah işleri de çoktu. Oğlu Sabri'nin yetişmesini ve bir an önce onun da eline zanaatı almasını istiyordu. Delil-i zahir o ki yeni bir sergüzeşt takdir oluyordu kullar bahsinde. Az biraz tarla da vardı ya, buraların iklimi belliydi. Yetmezdi. Bir yıl kadar sonra Sabri makasa ve usturaya epey hâkim oldu. Eli oynuyor, iş görüyordu. Ahmet Bey ile oğlu Sabri'nin haddizatında pek sıcak bir baba – oğul münasebetleri de yoktu. Usta – çırak misal bir ilişki izleyip gidiyorlardı. Bir akşam, han evinin üst katında merdivenin başına gelerek uzun gece entarisi içinden elinde kandille seslendi Ahmet Bey: "Sabri! Yarın sabah namazdan sonra çayını iç, Derekavak'a git. Orada müşteriler vardı. Benim selamımı söylersin, kendini tanıtırsın! Yürü gerekirse. Yolda araba denk gelirse binersin! Haydi! Fazla da oyalanma, yat artık! Yarın iş çok, hayırlı geceler, selametle!" Sabri sadece "Tamam baba…" dedi. Tekrar alt kattaki odasına döndü. Kandile baktı. "Tamam" dedi fısıltı ile… Söndürdü ve girdi yeşil sabun kokan yatağa…

***

Sabri bağırdı oğlu İhsan'a: "Ulan ben daha on yedi yaşındayken yürüyerek Derekavak'a tıraşa gidiyordum. Sen, altına otobüs verdik, neymiş, muavin olmayacakmış, direksiyona geçecekmiş! O da olur! Hele bir dur bakalım, az bir sabret! Şehrin otogarında yamyamlara soyduracaksın kendini haberin yok! Satarım bu otobüsü! Gider nerede şoförlük yapacaksan yaparsın! Anladın mı!" İhsan "Anladım baba…" dedi.

Ulan ben daha on yedi yaşındayken yürüyerek Derekavak'a tıraşa gidiyordum.
Ulan ben daha on yedi yaşındayken yürüyerek Derekavak'a tıraşa gidiyordum.

İçine sular saldı, toprak serpti, çöller döktü. Olmadı! Sesi çıkmadı ya… Ateşi de sönmedi. Dededen kalma hanlık evler amcalarla halalarla üleşilip satıldıktan sonra geldikleri bu yeni evde kendisine düşen arka tarafa çekildi. Anası çay getirdi. Bir parça patatesli gözleme ile birkaç dilim peynir de koyuvermişti tepsiye. Bıraktı, hiçbir şey demeden de çıktı kadıncağız. Bunları da sırladı içinde. Radyoyu açtı İhsan. Neşet Ertaş çalıyordu: "Beni eller gibi gorme, sen benimsin ben seninim…" Madem otobüste babasının dediği olacaktı, İhsan da o sevdiği kızı alırdı! Hodri meydan!

***

  • Küçük Sabri 4 yaşındaydı. Dedesinin adı verilmişti ya… Yok, yine de Sabri Bey sevmiyordu gelin hanımı. Filvaki İhsan'la da birbirine küs komşu gibi olmuşlardı. Evin ön tarafı ile arka tarafına duvar çekildi. Arka tarafa bir kapı, ön tarafa yan sokaktan başka bir kapı yapıldı.

Tencere aynıydı ya, sofralar ayrılmıştı artık. Öfke bu ya, o istenmeyen gelin de geldi ya, otobüs satıldı. Bir taksi alındı, kalan parayla da eve boya badana bakım tamir yapılıp, yetip de gideceği yere kadar artanı da bankaya atıldı. Kışın kömür odun, bayramda kurbanlık alındı. Lakin şu duvar, hayatları da ayırıverdi. Huzur, akşam ajansındaki yazlık salata üzeri iki bardak çay kadar sürede neyse o kadar kaldı. İhsan'ın gece işleri uzamaya başladı. Bir türlü otobüs gitmiyordu aklından. Taksi ile işe çıkmıyordu.

Savruluyorlardı. Bittabi bereket de kalmadı ne kesede ne kâsede.

Bu arada küçük Sabri de arka taraftaki evde babasının gece kopardığı fırtınalardan korktuğundan ön tarafa, ninesiyle dedesinin yanına geçti. Lise çağına geldiğinde yan kasabada bir okul kazandı. Kendisi gibi yedi sekiz öğrenci daha vardı.

Olsun, devlet memuruydu artık, İstanbul'daydı! Hepsi hallolurdu zamanla. Halloldu da hem. Birkaç yıl içinde epey düzen tuttu. Para biriktiremiyordu ya, olsun.


Servis minibüsü ile gidip geleceklerdi. Sabah ninesi sıcak suya şeker katıp şerbet ediveriyor, yanına da iki zeytin ile biraz ekmek koyabiliyordu. Öğleni de okulda burs parasıyla geçiriyordu. Mutfak zorluyordu. Gelin hanım da arkaya çekildi lakin Sabri Bey'in üç kuruş emekli parasıyla döndürmeye uğraşıyorlardı iki evi. Şaka değil, sadaka alıyorlardı.

***

Sabri, hiç istemeden mecburen ve eldeki şartlarla, onun bunun desteği, burs filan derken olduğu kadar okuduğu ucuz yollu üniversite yıllarından sonra memurluk sınavı yerleştirme sonucunu gördüğünde içinde yıllarca tokmağı şu duvarda asılı duran davul sanki vuruyor da vuruyor, inletiyordu memleketi! Yaz tatillerinde toz toprak çalıştığı inşaat işlerine, orada burada süpürdüğü dükkanların süpürgelerine, iki bisküvi alıp da yemek yemeden çekildiği yurt ranzalarına selam etti! Ah ne selâm etti! Hey gidi İstanbul! İşte bak bir garibin daha sana düştü yolu! Anne gibi aç koynunu, bas bağrına! Sabri, İstanbul'da büyük bir üniversiteye memur olarak atanmıştı. Topladı valizini. Yeni birkaç gömlek pantolon aldı. Bir mont, ayakkabılar… Dudullu'da indi otobüsten, hemen servise geçip Üsküdar'a seyirtti. Ne güzel kokuyordu şu deniz. Ah bu boğaz ne afili bir ahenkti! Âşık besteler boşuna değil, bilakis azdı bu inciye az! Aradan birkaç ay geçti. Beşiktaş'ta bir bodrum kat kiraladı ya maaşın neredeyse yarısı kiraya gidiyordu. Bir sünger yatak, dolap ile bir de ikinci el tekli koltuk alabilmişti.

Hey gidi İstanbul! İşte bak bir garibin daha sana düştü yolu! Anne gibi aç koynunu, bas bağrına!
Hey gidi İstanbul! İşte bak bir garibin daha sana düştü yolu! Anne gibi aç koynunu, bas bağrına!

Olsun, devlet memuruydu artık, İstanbul'daydı! Hepsi hallolurdu zamanla. Halloldu da hem. Birkaç yıl içinde epey düzen tuttu. Para biriktiremiyordu ya, olsun. Bereket versin idi. Bir akşam bir kahve yapmış ve ninesinden dinlediği mangal üstünde cezvede büyük ninelerinin pişirdiği kahve hatıralarını düşünüyordu ki telefonu çaldı. Arayan annesi idi. Sık görüşmezlerdi ya, içine bir telaş düştü. "Oğlum deden yoğun bakımda, bilinci gitti artık. Gecelik sabahlık. İstersen gel. Baban gelmiyor. Görmeyecekmiş. Sen gel." Babası dedesiyle küs komşular gibiydi ya, o da babasıyla tanışamadan ayrılmış akrabalar misaldi. İzin aldı kurumdan. Trende yer yoktu. Hemen otobüs bileti aldı. Otobüse bindi. Otobüs…

Ah otobüs… Muavin kolonya döktü. Etraftakilere kolonya gözünü yakmış da yaşarmış gibi yapıp çaktırmadı ya, esasen yüreği yanıyordu. Çok yanıyordu. Elindeki kitabı açtı, ilk sayfada Molla Kasım'dan iki satır vardı: "Bi-hakk-ı Hazret-i Mecnun izâle eyleye Hak… Serimde derdi hıredden biraz eser kaldı…" Otuz yıllık gözlerinden, yüz yıllık yaşlar süzüldü…