Toprak kokan odalar

Gökyüzü kimsenin bozamayacağı engin bir huzur.
Gökyüzü kimsenin bozamayacağı engin bir huzur.

Sabahları serin ve yağmurlu havaların eskisi gibi ruhuma iyi geldiğini düşünmüyorum. Çünkü bu aldanış yüzünden harcadıklarımın karşıma dikilip bana hesap sorduğunu fark ediyorum. İkiye bölünmüşlüğün cehenneminde kalakalmak da nasıl olsa ilk fırsatta bertaraf ediliyor içimde, bana rağmen kurulduğuna inandığım ve beni adeta makineye çeviren mekanizmalar tarafından.

"Aşk bir hatıradır maziden kalan."

Vincit omnia veritas

Gecenin altında bir bağ evi burası. Yaz serinliğini tüm kalbimizle dinliyoruz. Su motorlarının sesi cır cır böceklerine karışıyor. Yeteneksiz bir mutluluğum ben. İki odalı kulübenin duvarları beyaz. Biz giriş kısmındaki tahta masayı dışarı koyduk ağacın altına. Bir de Ferdi dinleyebilsek dedim. Yıldızlar pırıl pırıl. İçimizden bir yerlerden Ferdi şarkıları duyuluyor yine de. Bağlar ara sokaklar gibi bölüm bölüm uzayıp gidiyor karanlığa doğru. Gökyüzü kimsenin bozamayacağı engin bir huzur. Çay olmalı, çayla tamam olan bir rahatlık olmalı. Ayağımızın altında sanki başka bir cennetin toprakları serin serin dokunuyor. Tepsiyi ve çaydanlığı aramıza koyup doldur bakalım, dedim. Ellerini göğsünde kavuşturup bana ne, deyişine güldüm. Seninki açık. Ama birden dalıp gitmelerin, susuşların. O anlarda beni kaplayan telaş. Bir rüyada olmalıyız dedin. Evet dedim, rüyadayız, sen benim rüyama konuksun.

Ama niye çayı ben demledim dedin çocuksu bir öfkeyle.
Ama niye çayı ben demledim dedin çocuksu bir öfkeyle.

Ama niye çayı ben demledim dedin çocuksu bir öfkeyle. Orası da senin rüyana benim konuk oluşum. Oooo, dedin. Beklentisiz aşkımız bizi özgür kılar mı tıpkı bu rüya gibi, diye sordum. Ne güzel hiç beklentimiz olmasın, öyle yaşayalım, dedin küçük bir sevincin varlığını fark etmiş gibi. O daha kötü ya, dedim. Biteceğini bilmek. Uyanacağımızı bildiğimiz bir rüyanın eksik mutluluğuyla öptün beni. Ellerimi dudaklarına götürüp avuç içlerimi öptü dudakların. Böyle yapma deyip çektim elimi. Sen bunu yaptığında ben bunda bir teselli tadı alıyorum. Bunu sevmiyorum. Sessiz bakışların yıldızlarla ne konuştuysa sende kaldı. Bu bizim yıldızımız, deyişin çocukça. Omuzlarını öptüm. Çayından bir yudum aldım. Elinden tutup kaldırdım masadan. Hani bizim yıldızımız, diye sordum. Bana yaslanıp gösterdin. İkimiz de yıldızlara karşı aslında iki küçük çocuk. Birimiz hile yapınca diğeri hep alındı.

Dudaklarımın titremesine aldırmadan, seni çok özleyeceğim diyorum. Ruhlarımız tam anlamıyla birbirine sıkıca sarılmadan bu kanatan temaslar bu tamamlanmayan kavuşmalar…

Tam sırası, şu aptalla konuşmasan artık diyeceğim, ama bir heyecan ki diyemiyorum. Sanki söz konuşmayacağım, dese yıldızlar daha bir parlayacak, gece daha da güzelleşecek, daha bir benim olacak elleri. Yeteneksiz bir mutluluğum ya diyorum. Aramıza sokma onları deyişine nasıl da kanıyorum ama. Kanmak için sordum zaten. Ama bir eksiklik, bir kırgınlık. Senin kızıl saçların var ya dilimin bağını çözüyor. Aslında çenen kusurlu. Neyi varmış bakim benim çenemin? Geniş biraz, gel yürüyelim. Yürürken bana sokuluşun yok mu… yaslanışın. Ama hâlâ boyun benden uzun gibi. Daha da küçültebilsem seni yürüdükçe. Keşke hiç uyanmasak dedin ya, yeter. Artık uyansak da olur.

Dudaklarımın titremesine aldırmadan, seni çok özleyeceğim diyorum. Ruhlarımız tam anlamıyla birbirine sıkıca sarılmadan bu kanatan temaslar bu tamamlanmayan kavuşmalar… Sus tamam, sus, duymak istemiyorum, bu anı da mahvetme dedin. Senin ele avuca gelmeyen kalbin nasıl ulaşılmaz olurdu o anlarda. Sen mızıkçılık yapan çocuk gibi sevimli ve yorucuydun. Ama saçlarına aldanmak, elimi sıkıca tutuşuna aldanmak, kokuna aldanmak, yanımdaymış gibi yapışına bile bile kanmak… Fazlası için kalbim yetersizdi. Teselli edilen saf bir âşık gibi kalakalırdım. Bu bile yeterdi bazen. Sonrası …

Seni son bir defa görmem belki de

Orasını tam doğru söyledin deyişindeki minik titizliğin aynısı bende de var. Bitmek üzere olan bir aşkın tarihine dokunur gibi dilimizde şarkı… Birbirimizi kaybedişin yıldızları ardımızda parlarken eve döndük.

Sonrası bitmeyen uyanışlar…

Sabahları hayatta olmak

"Kolay bir saadet mi, yoksa insanı yükselten ıstırap mı daha iyi? Evet, hangisi daha iyi?.."

-Yeraltından Notlar-

Sabahları hava kapalı ve neredeyse karanlık oluyor. Yarısı gecede ve kelimelerde kalmış olan ben, otobüste ve özellikle okuldaki öğretmen türlerinin içine karışıp, onları görmek zorunda kaldığımda kendimi çok eski zamanlardan gelecek yüzyılların metalik atmosferine zoraki savrulmuş biri gibi yapayalnız hissediyorum. Dillerini, huylarını ve manalarını anlayamadığım onca insanı görmenin yorgunluğuyla şiddetle kendime dönüyorum. Yaşıyorlar, konuşuyorlar ve gülüyorlar, görevleri var, amaçları da vardır, ilişkiler içindeler, planlı ve ustalar saatleri ve günleri geçirmek konusunda. Hepsi sanki bana "yanlış yoldasın" der gibi geçip gidiyorlar önümden, ömrümden. Sonra ben eve gittiğimde kuracağım hayalleri düşünüyorum. Bunun şifa vermeyen tarafına alıştıktan beri bir alışkanlık olarak onu ve kendimi yaşıyorum. Sabahları serin ve yağmurlu havaların eskisi gibi ruhuma iyi geldiğini düşünmüyorum.

"Kolay bir saadet mi, yoksa insanı yükselten ıstırap mı daha iyi? Evet, hangisi daha iyi?.."
"Kolay bir saadet mi, yoksa insanı yükselten ıstırap mı daha iyi? Evet, hangisi daha iyi?.."

Çünkü bu aldanış yüzünden harcadıklarımın karşıma dikilip bana hesap sorduğunu fark ediyorum. İkiye bölünmüşlüğün cehenneminde kalakalmak da nasıl olsa ilk fırsatta bertaraf ediliyor içimde, bana rağmen kurulduğuna inandığım ve beni adeta makineye çeviren mekanizmalar tarafından. Sabahın olanca sıkışmışlığının ağırlığını hafifleten tek şey "sonra" düşüncesi. Sonra diye bir şey var. Kaderini kendi yazan -ki o benim- sonrasında neler yaşayacağını bildiği için biraz rahatlıyor. Sabahları ilk aklıma gelen geceleri kendimle yaptığım bütün konuşmaların gözüme ne kadar hayat dışı görünmesi ve nerelerde yorulup bu sabahın ortasında yarım kalan bir düş gibi kırılganlıklar içinde düşüşüm oluyor.

  • Düşüş, bilincinin iplerini sımsıkı elinde tutan ben için an be an gözlemlenen bir hâl. Çıktığım avlardan elim boş döndükçe bunu da hafifletmek konusundan ustalaştığımı dehşetle fark ediyorum.

Gerçekten üzülmek ya da gerçekten sevinmek mümkün olamadığı için her şey öğütülmek üzere o mekanizmaya havale ediliveriyor. Sabahları, yarım kalmış bir düş ya da yarım kalmış cümlelerle yola koyulduğumda, en çok yüzümde taşıdığım gecenin seslerini dinledikçe bunca umutsuzluğun gücü etkisinde umuda malzeme taşıdığını bilmek benim asıl derdim. Ne o umutsuzluk hakkında ne de umutsuzluğun beslediği umut hakkında hiçbir fikrim yok. Ama bu cümle hemen şu cümleyi doğuruyor ki bu da mekanizmanın çalıştığına delalet ettiği için kısır döngünün görkemine işaret:

Sen o umudun içini de doldurmayı nasıl olsa becerirsin. Çünkü senin varlığın adını ancak senin koyabileceğin o umudun içini kendinle doldurmak. Bu yüzden yaşayamaz hâle geldiysen elinden gelenin sadece bu olduğunu da biliyorsun zaten.

Şimdi bunları sus!