CHP 27 Mayıs darbesinin tam merkezindeydi

Demokrat Partinin iktidar yıllarında, yani 50’li yıllarda devletçi seçkinler iktidardan uzaklaştırıldılar. Bunu bir türlü kabul edemediler. Seçim yoluyla iktidar da olamıyorlardı. Ellerinde bir araç kaldı; askeri darbe. Sistemi baypas ederek yönetimi silah gücüyle ele almaya karar verdiler.
Demokrat Partinin iktidar yıllarında, yani 50’li yıllarda devletçi seçkinler iktidardan uzaklaştırıldılar. Bunu bir türlü kabul edemediler. Seçim yoluyla iktidar da olamıyorlardı. Ellerinde bir araç kaldı; askeri darbe. Sistemi baypas ederek yönetimi silah gücüyle ele almaya karar verdiler.

Darbelerle terbiye edilmeye çalışılan bir tarihin başıydı 27 Mayıs. Halkın teveccühü ayaklar altına alınmış, tabiri caizse “Sen demokrasiden ne anlarsın ulan öküz Anadolulu” denilmişti. Bundan dolayı her yıldönümünde ister istemez bir hüzün çöker insanın içine. Bu hüznün sebeplerinden en mühimi elbette ki Adnan Menderes ve arkadaşlarının Yassıada’da başlarına gelen insanlık dramı ve ardından Türkiye’nin utanç hanesine yazılacak idamlardır. Yeni kurulan Cumhuriyet demokrasi adına hızla ilerlerken, bir darbeyle tökezletilmesinin sebebi neydi? Darbeye giden yollar nasıl döşenmişti? Demokrat Parti kurulduğu andan itibaren kaybetmeye mahkum olan CHP darbenin neresindeydi? Bu soruları “Cumhuriyetin Tarihi” kitabının yazarı Prof. Celaleddin Vatandaş’a sorduk. Demokrat Parti yıllarında devletçi seçkinlerin iktidardan uzaklaşmayı bir türlü kabul etmediklerini söyleyen Vatandaş, CHP’nin 27 Mayıs darbesinin tam merkezinde olduğunu ifade ediyor.

İktidara geldikten sonra Türkçe okunan ezanları aslına döndürmesi, büyük oranda yasaklanan Kur’an eğitimini serbest bırakması sebebiyle Adnan Menderes’in muhafazakâr bir insan olduğuna ilişkin toplumumuzda yaygın bir kanaat var. Menderesin muhafazakâr kimliği hem sevenleri hem de sevmeyen muhalifleri açısından ortak nokta. Bu konuda ne dersiniz? Menderes muhafazakâr bir kişilik miydi?

Ezan ve Kur’an konusu çok önemli olmakla birlikte, Adnan Menderes’in toplumun kahir ekseriyetini oluşturan muhafazakâr kesimler tarafından sevilmesinin temel sebebi CHP’dir.
Ezan ve Kur’an konusu çok önemli olmakla birlikte, Adnan Menderes’in toplumun kahir ekseriyetini oluşturan muhafazakâr kesimler tarafından sevilmesinin temel sebebi CHP’dir.

Dediğiniz doğru. Hem sevenleri açısından hem de siyasi muhalifleri açısından Adnan Menderes’in muhafazakâr bir kişiliğe sahip olduğuna ilişkin ortak kanaat var ve bu kanaat son derece yaygın. Gerçek öyle mi? Son söylenecek sözü başta söyleyerek konuya girecek olursam; gerçek çok farklı. Gerçek durum toplumda yaygın olan kanaatten oldukça uzak. Muhafazakâr kesimlerin özellikle aile yaşantısı, ahlâkî durumu açısından Adnan Menderes’in yaşantısını onaylamaları beklenemez. Açıkçası, Adnan Menderes’in ortalama düzeyde de olsa dindar bir kişiliğe sahip olmadığı açık. Ancak buna rağmen muhafazakâr kesimler tarafından çok sevilmiş ve sevilmeye de devam etmektedir. Bu sevgide en somut sebep ise 18 yıl Türkçe okunan ezanı asıl diline çevirmiş olmasıdır. Tabi buna samanlıklarda, ahırlarda gizli gizli okunmak zorunda kalan Kur’an’ı Kerim’i açıkça okuma, öğrenme ve öğretme faaliyetleri de eklenebilir.

Muhafazakâr olarak kabul edilmesinin tek sebebi bu muydu?

Bana sorarsanız ezan ve Kur’an konusu çok önemli olmakla birlikte, Adnan Menderes’in toplumun kahir ekseriyetini oluşturan muhafazakâr kesimler tarafından sevilmesinin temel sebebi CHP’dir. Bir başka ifadeyle tek parti dönemi uygulamalarıdır. Halk, tek parti iktidarı döneminin ilk 23 yılında öylesine uygulamalarla karşılaştı ki, Demokrat Parti’yi ve liderini çok sevdi. Demokrat Parti’nin ve liderinin halkın sevgi ve saygısını kazanması için özel bir şey yapmasına gerek bile yoktu. Tek parti iktidarının otoriter ve totaliter zihniyet ve uygulamalarından uzak kalmak fazlasıyla yeterdi. Ezan ve Kur’an konusu ise söz konusu sevgi ve saygıyı perçinledi. Bu sevgi ve saygı, Menderes’in ahlâkî zafiyetlerini görmeyi bile engelledi.

CHP’yi Değişim De Kurtaramadı

Hocam tek parti dönemini ifade ederken 23 yıl dediniz. Tek parti dönemi 27 yıl değil mi?

Bakın bu son derece enteresandır. 21 Temmuz 1946 seçimlerine kadar 23 yıllık çizgisinde herhangi bir sapma veya ayrılma gerçekleştirmeyen iktidar partisi, 46 seçimleri ile iktidarda kalmasının zorlaştığını fark edince çizgisinden çark etti ve hatta bizzat kendisinin icat ve inşa ettiği devrim kanunlarını bile hiçe sayan uygulamalara imza attı. Türbelerle ilgili yasağın kaldırılması, dinî eğitim veren okulların açılmasına izin verilmesi gibi uygulamalar bunlar arasında yer alır. Hatta bizzat İnönü, 1950 seçim kampanyasında millete Anayasa değişikliğine gidilerek Altı Ok’un Anayasadan çıkarılacağını vaat etmiştir. Amaç halka şirin görünmek ve bir süre daha iktidarda kalmaktı.

  • Fakat 14 Mayıs 1950 seçimleri iktidar partisine korktuğunu yaşattı ve iktidardan düştü. CHP’nin 1946 sonrası uygulamaları 46 öncesinden taban tabana farklı olduğu için tek parti dönemini 23 yılla sınırlama ihtiyacı hissettim.

Açıklamalarınızdan Demokrat Parti’nin 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanmasından ziyade, CHP’nin kaybetmesinin süreci belirlediğini anladım, doğru mu?

Adnan Menderes’in ortalama düzeyde de olsa dindar bir kişiliğe sahip olmadığı açık. Ancak buna rağmen muhafazakâr kesimler tarafından çok sevilmiş ve sevilmeye de devam etmektedir.
Adnan Menderes’in ortalama düzeyde de olsa dindar bir kişiliğe sahip olmadığı açık. Ancak buna rağmen muhafazakâr kesimler tarafından çok sevilmiş ve sevilmeye de devam etmektedir.

Çok doğru. 1950 seçimleri için “Demokrat Parti kazanmadı, CHP kaybetti” denmiştir. Esasen CHP’nin 1946-50 arası uygulamaları birçok bakımdan halkın hoşuna gidecek şeylerdi. Fakat halk buna rağmen CHP’ye itibar etmedi. O günün psikolojisini yansıtması açısından 1950 seçimleri öncesinde Çankırı’nın Şabanözü ilçesinde yaşanan bir durum oldukça açıklayıcı ve manidardır. Seçim faaliyetleri için CHP milletvekili adaylarından birisi Şabanözü ilçesine gelir. Kahvehanelerden birisine gider ve seçim propagandası kapsamında vaatlerini sıralamaya başlar. Fakat tüm vaatlerine ve sempatik görünme çabalarına rağmen halkın kendisine itibar etmediğini fark edince öfkelenir. “Yahu Demokrat Parti de kim oluyor? Daha kurulalı ne kadar zaman oldu? Bu parti ne yaptı ki, bu kadar savunmasını yapıyorsunuz?” diyerek tepkisini dile getirir. Onun bu tepkisine orada bulunan bir köylünün verdiği cevap çok önemlidir: “Demokrat Parti henüz bir şey yapmadı, ne yapacağını da bilmiyoruz. Ama olsun, sizleri ayağımıza kadar getirdi ya. Bu bize yeter.”

Köylü vatandaşın cevabı, daha doğrusu tepkisi şu açıdan çok önemlidir:

  • Tek parti döneminde hiçbir milletvekili adayı seçim bölgesine gitmezdi; gitmesine gerek yoktu. Önemli olan Çankaya’da yapılan listeye girebilmekti. Halk ise sesini duyuracak aracılar bulamazdı.

ABD İstedi Çok Partili Sisteme Geçildi

Fakat çok partili sisteme karar veren ve uygulayan da CHP değil mi? Halk bunu neden görmezden geldi?

Yaygın yanlışlardan birisi, hatta CHP’nin hâlâ söz açıldığında övünerek ifade ettiği tarihi gerçeklerle ilgisiz iddialardan birisi çok partili sisteme İnönü’nün yani dönemin CHP’sinin iktidarı kaybetmek pahasına karar vermiş olduğu iddiasıdır. Konu oldukça geniştir ama buna rağmen şunu belirtmek gerekiyor; Türkiye’de çok partili sisteme geçilmesi CHP’nin isteğiyle değil Amerika’nın isteğiyle gerçekleşti. CHP hiçbir zaman bunu istemedi. Hatta daha da önemlisi o güne kadar olan ömrü çok partili sisteme geçişi önleme girişimleriyle doluydu.

  • Ancak İkinci Dünya Savaşının küresel sonuçları gereği Türkiye’de çok partili sisteme geçilmesine karar verilmişti ve bu İnönü’ye açıkça bildirildi. İnönü buna yanaşmayınca Sovyetler Birliği Türkiye’nin üzerine salınıp Ardahan ve Kars’ı istemesi sağlandı. Ve CHP başta Amerika olmak üzere Yalta’da dünyayı aralarında paylaşan iradeye teslim olarak çok partili sisteme geçmeyi kabul etti. İktidardan uzaklaşınca ancak on yıl dayanabildi ve askerin arkasına saklanarak Demokrat Parti’yi iktidardan indirtti.

27 Mayıs askeri darbesinden bahsediyorsunuz. CHP darbenin neresindeydi?

İçinde, hatta merkezinde. Demokrat Partinin iktidar yıllarında, yani 50’li yıllarda devletçi seçkinler iktidardan uzaklaştırıldılar. Bunu bir türlü kabul edemediler. Seçim yoluyla iktidar da olamıyorlardı. Ellerinde bir araç kaldı; askeri darbe. Sistemi baypas ederek yönetimi silah gücüyle ele almaya karar verdiler.

Devletçi seçkinler ile hangi kesimleri kastediyorsunuz?

CHP’lileri, sivil bürokratları ve askerî bürokratları kastediyorum. Bu listeye, her ne kadar o günün şartlarında pek göz önünde olmasalar da az sayıdaki büyük sermaye sahiplerini de eklemek mümkündür.

‘Ulan Öküz Anadolulu’

Devletçi seçkinler Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle ne kaybettiler ki kaybettiklerine tekrar ulaşmak için askeri darbeyi tek çözüm olarak görmek zorunda kaldılar?

Yaşanan talihsiz bir olay, devletçi seçkinlerin, yani devlet aygıtını eline geçirmiş ve keyfince kullananların 1950’den sonra ne kaybettiklerini olanca çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. Söz konusu olay 1943 yılında yaşanır. Dönemin 3. Ordu Komutanı olarak görev yapan Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın emriyle Van’ın Özalp ilçesindeki 33 köylü kurşuna dizilir. Fakat asıl önemli gelişmeler de olayın açığa çıkmasından sonra yaşanır. Çünkü, olay açığa çıktığı ve ölenlerin yakınlarının bütün şikâyet ve girişimlerine rağmen Muğlalı Paşa hakkında herhangi bir hukukî işlem yapılmaz. Demokrat Partinin kurulmasından sonra olay Meclise taşınır ve DP milletvekillerinin olayın arkasını bırakmaması nedeniyle açılan dava sonucunda, olayın gerçekleşmesinden 7 yıl sonra, 1950 yılında Muğlalı suçlu bulunup 20 yıl hapse mahkûm edilir. Fakat 1951 yılında cezaevinde ölür.

Buradaki “seçkin” olma durumunu düşünebiliyor musunuz? 33 kişiyi kurşuna diziyor ama adlî olarak herhangi bir işleme tabi tutulmuyor.

Aslında bir başka örnek hem seçkinlerin durumunu, hem de halkın CHP’yi bir türlü sevememesine karşılık DP’yi sevmesinin sebebini de ortaya koyuyor. 18 yıl Ankara valisi ve belediye başkanı olarak görev yapmış, görev süresi boyunca en yakındaki köye, kasabaya, esnafa, sanayiye gitmemiş, halkı “güdülmesi gereken bir sürü” olarak gören Nevzat Tandoğan, siyasi faaliyetlerinden dolayı tutuklanarak huzuruna getirilen gençlere “Ulan öküz Anadolulu” diye hitap edecek ve dönemin otoriter zihniyetinin gereğine uygun olarak şunları söyleyecektir: “Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi askere çağırdığımızda askere gelmek.”

Seçimden 23 Gün Sonra Darbe Planları

27 Mayıs darbesine gelmek istiyorum. Darbeye giden yol nasıl inşa edildi? Hangi hâdiseler darbeye zemin hazırladı? Medya da işin içinde miydi?

Darbe çığırtkanlığı bir umutsuzluğun, bir çaresizliğin ürünüdür. Bu nasıl bir umutsuzluk derseniz, bu iktidarı istediği gibi kullanma sorumsuzluğuna ulaşamamanın neden olduğu bir umutsuzluktur.
Darbe çığırtkanlığı bir umutsuzluğun, bir çaresizliğin ürünüdür. Bu nasıl bir umutsuzluk derseniz, bu iktidarı istediği gibi kullanma sorumsuzluğuna ulaşamamanın neden olduğu bir umutsuzluktur.

14 Mayıs 1950 seçimini DP kazanınca, iktidarlarını kaybedeceklerini anlayan, sırtını halkın oylara yansıyan iradesine dayamış bir iktidar döneminde, önceki gibi güçlü, itibarlı ve hesap vermez olmayacaklarını anlayan bir grup subay darbe planlamalarına başlarlar. Bir albay darbe hazırlıklarını Menderes’e ihbar eder. İlginçtir seçimin üzerinden sadece 23 gün geçmiştir.

Menderes ânî ve isabetli bir kararla Genel Kurmay Başkanı ile bazı Kuvvet ve Ordu komutanlarını değiştirdiği gibi 15 general ve 150 Albayı da emekliye sevk eder. Bu durum asker bürokratların tekrar iktidar olma arzularına ulaşma yönündeki çabalarının çok gizli şekilde işletilmesine vesile olur. Devletçi seçkinler için seçim umut olmaktan çıkar. İşte bu aşamada dönemin medyası işe dahil olur. Hem de akıl almaz bir iğrençlikte.

İğrençliğin boyutuna bir örnek; devletçi seçkinler adına konuşan dönemin Akşam gazetesinin bir manşeti oldukça enteresandır. Manşet “Cesetler, yem makinalarında kıyılıp toz haline getirilmiş” şeklindedir. Halbuki İstanbul’da çıkan olaylar sırasında Turan Emeksiz isminde bir öğrenci ölmüştür.

  • Esasen 27 Mayıs 1960 darbesi, halkın yaptığı 14 Mayıs 1950 darbesinin rövanşıdır. Bu rövanşın görünen aktörü asker ise de asıl aktör CHP’dir. Bu konuda İnönü’nün darbeden bir süre önce, 17 Nisan’da, bazı generallerle evinde toplantı yapması ve “Türk devriminin ideallerini korumanın görevleri olduğunu” söylemesi önemli bir delildir. Ayrıca 18 Nisan’da Meclisteki konuşmasında “şartlar mecbur ettiğinde ihtilâlin meşru hak” olduğunu ilan etmesi oldukça önemlidir. Darbe sonrası tutum ve davranışları ise başlı başına delildir.

Darbe ve darbecilik Türkiye’de bir geleneğe sahiptir. Bu geleneğe ilişkin neler söylersiniz?

Gerçekten de böyle bir gelenekten rahatlıkla bahsedilebilir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan, 15 Temmuz darbeleri fiilen silahların gölgesinde, hatta namlusunda gerçekleştirildi. Esasen daha başka darbeler de var. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının ve Serbest Fırkanın kapatılması siyasi darbedir. Bu siyasi darbeler Refah Partisi’ne ve AK Parti’ye yönelik de işletildi. Yani birçok siyaset ve yargı darbesinden de bahsedilebilir. Darbeciler ise hemen her zaman CHP’lilerden, askerlerden, sivil bürokratlardan, medya patronlarından, sermayedarlardan teşekkül etmiştir.

Darbe Çığırtkanlığı Nostaljiden İbaret

Güncel bir konuyu sormak istiyorum. Bu günlerde birileri darbeden bahsetmeye başladı. Bu konuda ne diyorsunuz? Bu darbe çığırtkanlıkları veya özlemleri bitmeyecek mi?

Darbe çığırtkanlığı bir umutsuzluğun, bir çaresizliğin ürünüdür. Bu nasıl bir umutsuzluk derseniz, bu iktidarı istediği gibi kullanma sorumsuzluğuna ulaşamamanın neden olduğu bir umutsuzluktur. Türkiye’de bazı kesimler sosyolojik meşruiyeti elde etmekte zorlanıyor. Bunun nedeni kendilerinin uzak veya yakın dönemdeki siyasal geçmişleridir. Hadi bu halk tek parti dönemini unuttu diyelim, 28 Şubat süreci unutulacak kadar eski değil.

Bugün özgürlüklerden hatta başörtüsü özgürlüğünden bahseden CHP’liler, başörtüsü problemini kendilerinin çıkardığını unutmuş gibi görünüyor ama halk unutmuyor.

Halk sadece başörtüsünün zorla açılmasını değil; “411 el kaosa kalktı”, “topyekûn savaş” manşetlerini atanları ve attıranları, namaz kılan avına çıkanları, irtica yaygarası çıkaranları, milletin vekili için “bu hanıma haddini bildirin” çağrısını dile getirenleri, bir gecede buharlaştırılan milyarları da unutmuyor. Böyle olunca birilerinin umudu darbeye çıkıyor. Ancak bu umudun da temelsiz kaldığını biliyorlar. Artık Türkiye darbecilere selam duran Türkiye değil. Bunu en açık ve somut şekliyle 15 Temmuz kalkışması gösterdi. Dolayısıyla söz konusu darbe çığırtkanlıklarını birilerinin nostaljik söylemleri olarak değerlendiriyorum.