İsrail sömürgeciliğinin bir sınırı yok mu?

Alain Gresh. Henri Curiel’in (1978’de öldürülen, meşhur Mısırlı-Fransız Yahudi aktivist) oğlu olan Alain, 1948 yılında Mısır’da doğdu. Fransa’da öğrenim gördü. Le Monde Diplomatique gazetesinin genel müdür yardımcılığını üstlendi. Halen Ortadoğu uzmanı olarak çok aktif bir bloğun sahibi. Bilhassa Tariq Ramadan ya da Dominique Vidal gibi isimlerin yanı sıra birçok başka yazarın kitabında ortak çalışmalara imza attı.
Alain Gresh. Henri Curiel’in (1978’de öldürülen, meşhur Mısırlı-Fransız Yahudi aktivist) oğlu olan Alain, 1948 yılında Mısır’da doğdu. Fransa’da öğrenim gördü. Le Monde Diplomatique gazetesinin genel müdür yardımcılığını üstlendi. Halen Ortadoğu uzmanı olarak çok aktif bir bloğun sahibi. Bilhassa Tariq Ramadan ya da Dominique Vidal gibi isimlerin yanı sıra birçok başka yazarın kitabında ortak çalışmalara imza attı.

İsrail, topraklarının sınırları anayasası tarafından çizilmeyen dünyadaki tek devlettir. Neden? Tehditlere karşı kendini savunan bir demokrasi mi yoksa gerçek bir sömürgeci devlet mi İsrail? Filistin’in ve diğer komşu ülkelerin topraklarını egemenliği altında birleştirirken kendini mi koruyordu yahut adım adım genişleme arzusunu sistematik bir şekilde uygulamaya mı koyuyordu? Bugün hâlâ kolonizasyon kol geziyor. Ne için ve nereye kadar?

Çeviri: Firdevs Yiğit

İsrail son koloni mi?

Bu soru ne kadar sık sorulursa, siyonizmin kolonyal kökeninin ne denli mühim olduğu konusundaki farkındalığımız o ölçüde artar, tabii eğer bu sorunun neden bunca insanı harekete geçirdiğini anlamak istiyorsak. Zira nihai olarak çözüme kavuşmamış son sömürge sorunu bu. Aynı zamanda rafa kaldırma eğiliminde olduğumuz sömürgeciliğin ne demek olduğunun sembolü haline gelmektedir. Komünizmin, nazizmin ve diğerlerinin suçlarından bahsediyoruz fakat kolonyalizm tamamen unutuldu.

Ancak İsrail yanlıları bunun "sömürgecilik" olmadığını iddia ediyor, çünkü Fransız yahut İngiliz kolonilerinde olduğu gibi bir anakara mevcut değil…

1967’de, Les Temps Modernes dergisinin inceleme dosyasında “İsrail, bir sömürge gerçeği mi?” başlığıyla siyonizm literatüründe kurucu metinlerden biri Maxime Rodinson tarafından kaleme alındı. Rodinson, siyonist hareketin tümüyle sömürgeci düşünce ve pratik içinde değerlendirilmesi gerektiğini çarpıcı biçimde gösteriyordu. Başlangıçta bunu açıkça iddia etmek sorun değildi. Bugün, "sömürgecilik" kavramı olumsuz bir çağrışım yaratıyor ama o zamanlar öyle değildi.

  • Aslına bakarsanız kolonyalizmin başka başka türleri var. Genel olarak bilinen dolaylı kontrol (indirect rule: Hindistan’daki İngilizler örneğindeki gibi) ve yerleşim sömürgeciliği (Kuzey Amerika, Güney Afrika, Cezayir, Yeni Zelanda, Avustralya) yoluyla. Her ikisi de farklı ama aynı yapbozun parçaları. Siyonist hareket bu yerleşimci sömürgeciliğin mantığı ile birebir örtüşüyor. Demek oluyor ki orada yaşayan insanları hiçbir hakka sahip olmayan, katledilecek veya ehlileştirecek (19.yüzyıl ideolojisi) vahşiler olarak görüp, toplulukları canımızın istediği alanlara boş olup olmadıklarına bakmaksızın aktarıyoruz.

Lübnan'da bir Filistinli mülteci kampı. Lübnan’da Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı’na (UNRWA) kayıtlı toplam 475 bin 75 Filistinli mülteci bulunmakta.
Lübnan'da bir Filistinli mülteci kampı. Lübnan’da Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı’na (UNRWA) kayıtlı toplam 475 bin 75 Filistinli mülteci bulunmakta.

Siyonizm, özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştiği için, asla bu katliam iddiasının direkt muhatabı olmuyor ve kimse bu söylemi sahiplenmiyor. Ama siyonistler hep o karşımıza çıkan “Filistinli Arapların sahip olduklarından başka Arap toprakları da var, öyleyse onları niye sürgün etmeyelim?” ifadeleri ile baskı söylemini durmaksızın savunacaklar. Bu bakış açısıyla siyonizm, yalnızca bir sömürge hareketinin parçası olmakla kalmaz, aynı zamanda kendini onaylatır da. Siyonizmin mucidi Theodor Herzl’in ne diyordu, “Medeniyetin uç noktası olacağız”.

Aynı zamanda hiçbir kolonyalizmin anakarasız hayatta var olamayacağı da bir gerçek.

  • Kesinlikle ve söylediklerinin aksine Britanyalı olmadan siyonizm asla gelişemezdi, en azından 1939’a kadar. Tıpkı diğerleri için olduğu gibi siyonist hareket için de anakara desteği İngiltere’den geliyordu.

Yine de bir noktada, siyonizm İngiliz metropolüne isyan etti.

Fakat her yerde oldu, bu istisnai bir durum değil! Yerleşim sömürgeciliğinin bildiği iki senaryo vardı. Ya geri döndürülemez bir şekilde yerel nüfusu yok edip (Avustralya, Yeni Zelanda ve Kuzey Amerika örneklerinde olduğu gibi) "başardılar" ya da Güney Afrika ve Cezayir’deki gibi başarısız oldular ve dekolonizasyon sürecinde bağımsızlığa geçiş de başlamış oldu.

Filistin davası bir başarı örneği mi yoksa başarısızlık mı?

Hem öyle hem de değil, özel bir durum bu. Demografik terimlerle ifade etmek gerekirse Filistin topraklarının yarısında Filistinliler diğer yarısında İsrailli Yahudiler var. Bunlar, 1948 öncesindeki eylemleri ama aynı zamanda sonrasında da toprağı ele geçirme arzusunu anlamak için önemli unsurlar. Bilirsiniz, sömürgecilik daima toprak sorunu etrafında tatbik edilmiştir. Gerçekten merkezi mesele budur: toprak.

İsrail topraklarını genişletmeye devam ediyor, bunu nasıl açıklıyorsunuz?

  • Sözde kurucu metninde resmî ideolojisinin laik olduğu söylendi ama Kitab-ı Mukaddes’e göre şekillenmiştir. Bu nedenle "Kutsal Topraklar"ın ne olduğunu tanımlama sorunu ortaya çıkıyor ve tabii olarak kimse bu konuda hemfikir değil. Bu yüzden bölgesel genişleme pratiğinde asla tereddüt edilmedi. İşin aslı şu ki yalnızca Filistin tarafını değil, Suriye’nin Golan Tepeleri'ni (çn. Eski ABD Başkanı Donald Trump, 25 Mart 2019'da "Golan Tepeleri üzerinde İsrail'in egemenliğini ABD'nin resmen tanıdığını" ilan eden başkanlık kararnamesini imzalamıştı) de işgal ediyorlar, Güney Lübnan’ın bir kısmını işgal etmek için de çok uzun süre uğraştılar. Evet, bugün artık demografik bir gerçekliğe tekabül etmese bile topraklarını genişletme isteği var, zira artık kitlesel Yahudi göçü söz konusu değil. Şimdilerde ise İsrail büyük ölçüde sömürgecilik faaliyetlerinden sonuç alabileceği bir yer olan Batı Şeria’ya odaklanmış durumda. Bunun da ötesine uzanabileceklerini düşünmeleri bana gerçekçi görünmüyor.
Altı Gün Savaşları sonrası, İsrail'in Golan Tepeleri'ni işgalini gösteren bir harita. Grafik: TRT WORLD
Altı Gün Savaşları sonrası, İsrail'in Golan Tepeleri'ni işgalini gösteren bir harita. Grafik: TRT WORLD

Fakat toprak sınırlarını anayasa ile belirtmemek diğer yandan Birleşmiş Milletler’in 1948 yılında kendilerine bıraktığı toprakları İsrail’in kabul etmediği anlamına gelmiyor mu? Daha büyük bir toprak parçasının ilk etabı gibi daha çok…

Kesinlikle öyle. Siyonist yönetim, uluslararası taktiksel düzeyde daima çok yetenekli. Uluslararası yasallık sisteminin nasıl çalıştığına iliklerine kadar hâkimler ve gerçekte düşünceleri "hayır" olsa bile her zaman "evet" diyorlar. Filistinliler ise tam tersini yapıyorlar, “evet” demeleri gerekirken “hayır" diyorlar. Ben Gourion’un (İsrail’in ilk başbakanı) kabul ettiği 1948 paylaşım planı mevzuu çok ilginçtir. Sınırlar ile hemfikir olduğu için değil, ancak uluslararası toplumun desteğini almaya imkân sağladığını ve o noktadan sonra silahlarla işleri çözebileceğini düşünüyor.

Hep sömürge sorununa geri dönüyoruz ama uluslararası toplumda önemli bir role sahip olan İsrail, Batı'nın bir parçası ve yöneticileri Batılı devletler ile nasıl başa çıkılır gayet iyi biliyor. Filistinliler ise bundan bihaber.

Aslında temelde, tarihçesi geliştikçe genişlemenin fırsatlarını kollayan yayılmacı bir devlet midir İsrail?

Dün ve bugün çarpıcı olan, bu toplumun militarist karakteri, askerî ve güvenlik aygıtının siyasî kararlardaki ağırlığıdır. Askeri kompleksin ve yalnızca güç kullanarak problemlerin üstesinden gelinebileceği ideolojisinin ağırlığıdır çarpıcı olan. 2006’daki Lübnan-İsrail Savaşı'nı örnek alırsak mutlak bir yayılmacılıktan söz edilemez, İsraillilerin bugün siyasî-askerî nedenlerle Güney Lübnan'a geri dönmek isteyeceğini düşünmüyorum. Onların düsturu “saldırmalıyız” ise, militarist kimlik yayılmacı kimlikten tabii ki önce geliyor demektir.


1922’nin Siyonist haritası, 1948’de tanınan topraklardan çok daha fazlasını öngörüyor.

Evet, ama bin tane öneri vardı. Önceden kurulmuş büyük planı görmekten kaçınmalıyız. Yüzbinlerce insanı himaye ettiklerine göre onlara toprak bulmak zorundaydılar ve bu dünyada "geri püskürtülmesi gereken bir Filistin halkı" vardı ve siyonistler bu ülkeyi işgal etmek için can atıyorlardı. Merkezi bir düzen olup olmadığı sorusu oldukça ilginç. Dile getirilmeyen ve herkesçe anlaşılan bir etnik temizlik mantığı vardı. Yeri gelmişken, kalan (Celile ve Nasıra şehirlerinde) Filistinlilerin davası, onları "kapı dışarı etmek istemeyen" yerel bir başkomutan tarafından karara bağlandı ama bu çok olağandışı bir durum.


Siyonistler, Filistinlilerin 1948’de kendi rızaları ile topraklarını terk ettiklerini söylüyorlar?

  • Nasıl yani? Ne vakittir savaş mağdurlarının çatışma bittikten sonra evlerine dönmeye hakkı yok? Alakası yok. Evet, bazı yerlerden (Hayfa şehri gibi mesela) liderlerinin çağrısına kulak verip ayrıldılar. Peki bu, gidenlerin eve geri dönme hakkını sınırlayabilir mi?

İsrail’de “henüz burada olmayanların mülkiyeti” hakkında kanun var, hukuka takla attıran bir kanun…

İsrailli Araplar topraklarına el konulduğunu bizzat gördüler. Özellikle 1966 yılına kadar, olağanüstü hal yaşatan askeri kanunlar yoluyla gerçekleşti bu durum. O halde bugün Kudüs’te bir sürgün ve etnik temizlik mantığı olduğunu rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Sadece yöntem değişti. İsrail, Yahudilerin lehine ve Arapların aleyhine işleyen iki aşamalı, ayrımcı bir yasaya sahip. Elbette resmin tamamını görmek lazım. İsrail rejimi çok fazla çözüm yolu sunduğu için apartheid rejimine (ç.n Apartheid kelimesi Afrika dilinde "ayrılık" anlamına gelir. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde 1948-1994 yılları arasında Ulusal Parti Hükümeti tarafından uygulanan ırkçı ayrımcılık sistemidir) kıyasla daha "demokratik" bir rejim.

Temel mesele su kaynaklarını kontrol altına almak ama aynı zamanda “güç, kazanır” fikrinin de bir tezahürü bu. Mantık çerçevesinden bakacak olursak Suriye ile barış anlaşması imzalamak İsrail için inanılmaz bir fırsat. Bu Lübnan ile ve "Golan" adındaki bir bedel karşılığında tüm Arap komşularıyla da barış anlamına gelir ve erişilmesi çok da zor değil. İsrail-Mısır Barış Antlaşması'nda olduğu gibi Filistinlilerin bir şekilde “marjinalleştirilmesine” rağmen karara saygı duyulacağına yönelik kesin kanaat mevcut.

  • Dahası, Suriyeliler İsrail’e suya erişim garantisi vermişti, anlaşma neredeyse imzalanacaktı. Yani su mühim bir mesele evet, fakat İsrailli liderlerin vizyonu paronaya üzerine kurulu. Buradan bakınca, Güney Afrika apartheid rejiminden çok bir farkları yok. Dört bir yanlarının, yalnızca kaba kuvvetten anlayan düşmanlar ile çevrili olduğunu sanacak kadar paranoyaklar. En ufak, minicik bir taviz sonun başlangıcı demek onlar için.

Bu nedenle mi “demografik problem” denilen şeyle dalga geçiyor ve bu coğrafyada yaşayan Filistinlileri bir tehlike olarak görüyorlar?

İsrail, bir yandan bir Yahudi Devleti olmayı isterken, öte yandan demokratik bir devlet olduğunu iddia ederek kendi içinde bir tutarsızlık yaşıyor. İsrail bugün İsrailli Arapları 'yasal' olarak, Batı Şeria’yı da 'fiilen' kontrol altında tutuyor. Yarısı İsrailli Yahudi, diğer yarısı İsrailli Filistinli olan bir bütün eder bu. İsrail, artık vatandaşlarının çoğunluğu Yahudi olmayan bir devlete dönüşüyor. Diğer yandan 'bir kişi, bir oy' ilkesini çiğneyen bir apartheid devletidir İsrail ve bu yüzden Batı’daki meşruiyetini ve hatta nüfusunun bir kısmını kaybediyor.

İsrail’in Filistinlilerle müzakere illüzyonunu elinin altında bulundurmasının nedenlerinden biri de budur. İsrail, nihayetinde “Filistin otoritesi Filistin nüfusuyla ilgilenir, bu bizim sorumluluğumuzda değildir” fikrini yayarak sorumluluktan kurtulur. Bu nedenle onlar için ideal olan nüfusu değil, bölgeyi ele geçirdikleri bir “fiilen” kontrol durumudur.

Kudüs'teki Yahudi yerleşim bölgeleri. Nekbe'nin üzerinden 73 yıl geçti. İsrail'in katliamlarına ve tüm işgal ve yerleşimci politikalarına rağmen Filistinlilerin nüfusu bu süreçte 9 kat artarak, 14 milyona yaklaştı.
Kudüs'teki Yahudi yerleşim bölgeleri. Nekbe'nin üzerinden 73 yıl geçti. İsrail'in katliamlarına ve tüm işgal ve yerleşimci politikalarına rağmen Filistinlilerin nüfusu bu süreçte 9 kat artarak, 14 milyona yaklaştı.

Uzun vadede Arap nüfusunu sınır dışı edeceğini söylüyor bazıları…

  • Bunun imkânsız olduğunu söyleyemem ama bu noktaya gelinirse kıyamet kopar. Avrupa’nın, Filistin halkının sınır dışı edilişini kelimenin tam anlamıyla "görmezden geldiği" 1948 senesinde değiliz artık. Gazeteciler orada olan biteni görmedi, bugün bu mümkün değil. Filistinliler artık tecrübe sahibi, gitmek için zorla kamyonlara tıkılmaları gerekir. Çözümsüz bir durumdayız. Benim fikrime göre otoriter karakteri ön plana çıkarıp, aşırı sağın ağırlığını artıracak ve belki de İsrail, demokratik bir devlet olma iddiasından vazgeçecek.
Nekbe, 1948. Filistinliler tüm dünyanın gözleri önünde topraklarından göç etmek zorunda kalmıştı.
Nekbe, 1948. Filistinliler tüm dünyanın gözleri önünde topraklarından göç etmek zorunda kalmıştı.

CIA bir raporda, İsrail’in ortadan kaybolmasının olasılık dahilinde olduğunu duyurdu…

Aslında nihai olarak azınlıkta kalmaktan ödleri kopuyor, bu da İsrail devletinin temellerini olduğu gibi sarsıyor. Her durumda, Yahudiler için barış cenneti ve bir "Yahudi devleti" yaratma fikri yerle yeksan oldu; İsrail’in Yahudiler için tartışmasız en güvensiz yer olduğunu söyleyebiliriz.

İsrail’in başarısızlığı, esasen kimse tarafından bir Yahudi devleti olarak tanımlanamıyor oluşundan kaynaklanıyor. Bir anayasanın olmayışı, neyin Yahudi olup neyin olmadığını ayrıştırmanın imkansızlığı… Bence bir Yahudi devleti kurulabileceğini düşünenler için bir fiyasko oldu, çünkü tam bir Batılı sömürge devleti yaratıldı. Bu, İsrail’in muhakkak yıkılacağı anlamına gelmiyor zira kolonileştirme şirketleri Avustralya ve Kuzey Amerika’daki yerlileri yok etmeyi ve yeryüzünden silmeyi başarmışlardı.

Yahudi sorunu bu çatışmada tam olarak ne gibi bir rol oynuyor?

Çatışmaya yön veriyor. Filistinli şair Derviş (Mahmut), Godard (Jean-Luc) ile tartışırken “Eğer düşmanımız ‘İsrailli’ Yahudiler olmasaydı, bizim için dünya bu denli önemli olmazdı.” demişti. Aslında işin bu boyutu göz ardı edilemez, çünkü bu İsrail-Filistin çatışmasını diğer tüm sömürge savaşlarından farklı kılıyor. 20. yüzyıl boyunca Avrupa’da olanlar öyle bir trajediydi ki, elbette bir takım politik sonuçlar doğurdu. Aksi takdirde Filistin çok daha büyük bir dayanışmanın fitilini ateşlerdi. Gazze’deki vahşet haberlerini okuduğumda tüm bunları sineye çeken kayıtsızlığı görüyorum, Avrupa’nın tavrından bağımsız anlaşılamaz bunlar. İki yönü var: İlki sömürge yönü, yani temelde beyazlar ile dayanışma halindeyiz, Arapların başına gelen olaylar bizi ilgilendirmiyor. İkincisi ise, Yahudi soykırımının bedelini ödüyoruz. Sınırında acı çeken başkaları varsa da mühim değil, neticede Yahudi soykırımı yapıldı bir kere.

Bu çatışma, paradoksal olarak Yahudiler için de yıkıcı değil mi?

1948’de, İsrail ve Güney Afrika arasında enteresan bir ortaklık kuruldu. O tarihte, Güney Afrika’da Apartheid’i kuran ulusal aşırı sağ parti (Ulusal Parti) iktidardaydı. İsrail devleti de neredeyse aynı tarihlerde kuruldu ve Ulusal Parti açıkça Yahudi karşıtı olmasına rağmen İsrail ile iş birliği yaptı. İsrailli meşhur bir antropoloğa göre bu birlikteliğin nedeni, "aslında Güney Afrikalıların İsrail’de kabul ettikleri şeyin, onların Yahudilerin tam tersi olduklarıydı". Onlar bir şekilde, sıradan (zayıf, yersiz yurtsuz vs.) Yahudilerden yerleşimci Yahudilere dönüştürülmüşlerdi ve bu aralarındaki ittifakı açıklıyordu.

  • Neticede İsrail, birliktelik de dâhil olmak üzere bazı gelenekleri yıkarak, diğerleri gibi bir ulus haline gelmeyi başardı. 1940’larda Albert Einstein, bir pro-siyonist olmasına rağmen, Yahudileri tüm diğer halklar gibi milliyetçi olacakları ve geleneklerinin bazı değerlerini yitirecekleri konusunda sözlü olarak uyarmıştı.

Bu sürekli ve acımasız sömürgeciliğe karşı başta Müslümanlar olmak üzere tüm Avrupa’daki toplumlar kendilerini çaresiz hissediyorlar. Sizce bir çözüm umudu yok mu?

Ben, bana her zaman adil ve politik manada gerçekçi görünen tek çare olan, kısa vadede iki devletli çözümden yana oldum. Bugünse, bir devlet çözümünün mümkün olmadığını düşünerek bu fikirden giderek uzaklaştım. Anladım ki Filistin’in gücü bunu düşünmeye yetmiyor.

Ayrıca Güney Afrika ile karşılaştırılması ilginç; siyahilerin mücadelesinde beyaz ve melez toplulukları içeren tek devlet çözümü, eski Kurtuluş Hareketi'nin (ç.n anti-Apartheid Hareketi) sadece “gökkuşağı” adını verdikleri bir proje için değil, ortak bir dava için birleşerek otuz yıldır yürüttüğü stratejinin bir meyvesiydi. Bugün Filistinliler, bu düşünce tarzından çok uzaklar.


  • Ve aynı zamanda, bu topraklarda (özellikle de Gazze’de) yaşananlar hayal edilemeyecek kadar zor, etkilenmemek imkânsız. Bu aleni bir insanlık suçu ve gerçekleşmesine izin vermek mümkün değil! Bunun tek çaresi İsrail’e karşı boykot, yatırımın dışında tutmak, Veolia (ç.n Geleneksel olarak kamu yetkilileri tarafından yönetilen, üç ana hizmet alanında faaliyet gösteren Fransa menşeili uluslararası bir şirket) gibi şirketlere karşı davalar açmak, "işgaliye bedeli" tahsil etmek gibi yaptırım önlemleri. Ancak bunların bir etkisi olabilir. Ayrıca iyimser görünebilirim ama bence Gazze, Avrupa’da bir şeyleri değiştirdi, İsrail’in tecrit edildiğini hissedebiliyoruz.

Konuyla ilgili okuma yapmak isteyenler için:

Alain Gresh, İsrail-Filistin çatışması hakkında gerçekler, Israël, Palestine : Vérités sur un conflit, Fayard, Paris, 2001.