Bir mutsuzluk öyküsü

​Bir mutsuzluk öyküsü
​Bir mutsuzluk öyküsü

Cinsiyetsizlik, “toplumsal cinsiyet” meselesi bir kez daha hatırlanmadan anlaşılması hem teorik hem de pratik olarak mümkün olmayan bir meseledir çünkü cinsiyetsizlik toplumsal cinsiyet meselesinin mütemmim bir cüzüdür.

SachIko Murata, Fotoğraf: Sedat Özkömeç
SachIko Murata, Fotoğraf: Sedat Özkömeç

Galiba hepimiz biraz feministiz. Ya da cümleyi şöyle kurmak daha doğru olacak sanki: Galiba hepimiz doğal feministleriz.

Bu cümleyi, gençliğinin epeyce bir kısmını cinsiyet, cinsellik, kadın, erkek, feminizm, toplumsal cinsiyet, eşitlik -Adaletin bu envanterde olmamasını sadece ben yadırgıyor olamam değil mi?- gibi meseleler üzerine kafa yorarak geçiren birisinin söylüyor olmasını dikkate alacak birilerinin varlığına inanarak başlamak istiyorum bu yazıya. Hatta bunun için sürekli olarak eleştirildiğimi de kaydetmem de bu açıklık içinde söylenmesi gereken bir borç olarak kendini hatırlatıyor nedense.

Ama bu yazının konusu artık modası geçmiş “feminizm” (!) ya da ondan daha sonra birden akıllara gelen “erkeklik” tartışması değil. Çünkü önümüzde çok daha yakıcı, meşakkatli ve nihayet karmaşık bir meselemiz var: cinsiyetsizlik. Ben de bu yazı boyunca iki isim üzerinden cinsiyetsizlik meselesini ele almaya çalışacağım. Bu isimlerden ilki Sachiko Murata’nın İslam’da Cinsiyet Diyalektiği, diğeriyse Christoph Türcke’nin Cinsiyet ve Akıl metni.

Öte yandan bu iki metnin doğrudan “cinsiyetsizlik” üzerine yazılmış olmadığını da kaydetmek gerekiyor. Tam tersine, her iki figür de farklı felsefi kabullerden hareket etseler de, cinsiyet meselesinin şu anki durumunun “başka” bir anın kaynaklığıyla birlikte düşünülmediğinde anlaşılmasının mümkün olmadığını söylüyor. Başka bir söyleyişle, bu yazının temel iddiası cinsiyetsizlik meselesinin aslında feminizm ya da “toplumsal cinsiyet eşitliği” tartışmasının doğal bir sonucu olduğunu vurgulamak olacak. Dolayısıyla cinsiyetsizlik meselesi evet, yakıcı ve karmaşık bir mesele ama ne yazık ki kendi başına, nevzuhur bir örüntü değil.

Cinsiyetsizlik, “toplumsal cinsiyet” meselesi bir kez daha hatırlanmadan anlaşılması hem teorik hem de pratik olarak mümkün olmayan bir meseledir çünkü cinsiyetsizlik toplumsal cinsiyet meselesinin mütemmim bir cüzüdür.

Murata’nın İslam’ın Taosu alt başlığını taşıyan metninin temel önermesi, “modern insanın cinsiyet politikalarına ilişkin dile getirdiği endişelerin şeriat yoluyla giderilmesinin mümkün” olmadığı şeklindedir. İlk bakışta kulağı fazlasıyla tırmalayan “şeriat” vurgusu, Murata’nın “şey”lerle ilgili sadece “nasıl” sorusunu soran “şeriatın hukukçu yaklaşımı”ndan çok, köklerini yine Kur’an ve hadislerde bulan ve Murata’nın İslam’daki Entelektüel Gelenek olarak adlandırdığı “şey”lerin niçinliği üzerinden ilerleyen ikili ayrımını dikkate aldığımızda yerini daha sahih bir pozisyona bırakır.

“Zira” der Murata, “şeriat sürekli olarak emirler verir. Çünkü şeriat bize bir kadının ebeveyninin mirasını paylaşırken niçin [vurgu benim] erkek kardeşinden daha az alması gerektiğini söylemez. (...) Bugünlerde Müslüman savunmacılar, Batı’dan esinlenen eleştirilere cevap vermek için her tür sosyolojik değerlendirmeye başvuruyorlar. Ne var ki bu sosyolojik ve hukuki yaklaşım İslami dünya görüşü için daha derin nedenler sunmuyor. İşte entelektüel geleneğin ilgilendiği şey bu derin nedenlerdir.”

İslam'da cinsiyet diyalektiği

Murata için İslam’daki Entelektüel Gelenekin merkezindeki isim ise Şeyh İbn Arabi’dir. Onun Peygamberî mirası keşfî bir yolla aktardığı ilgili metinlerindeki temel vurgulardan birisi Allah’ın birliği yani tevhittir. Ama en az bunun kadar önemli diğer bir nokta ise, bütün varlık mertebeleri için bir “ikiliğin” var olduğu vurgusudur.

  • Buna göre “Biz her şeyden bir çift yarattık” ayeti varlığın ne türden bir gramer içinden okunması gerektiğinin en büyük işaretidir. “Allah’ın iki eli”, insanın Allah’ın celal ve cemal sıfatlarının her ikisine birden sahip olduğuna gönderme yaparak, Hz. Âdem’in Allah’ın (kendi) suretinde yaratılmış olduğunu ifade eder. Tıpkı bunun gibi erkek ve kadın da söz konusu bu ikiliğin yani varlığın kutupsallığının bir zuhurudur. Dolayısıyla karşımızda Allah’ın birliğini anlatan tevhitle, O’nun dışındaki her şeyin kutupsallığını ifade eden bir mertebeler serisi bulunmaktadır. Öte yandan kutupsallığı meydana getiren çiftlerden her biri diğerini tamamlayan bir mana ile vücuda gelir ve bu mana bir kez daha (Allah’ı) birleme yani tevhittir. Murata’nın evrensel uyum olarak ifade ettiği bu çokluk-içindeki-birlik çiftlerden herhangi birisinin olmadığı bir durumda diğerinin tam olamayacağı, dolayısıyla kendisini gerçekleştiremeyeceği bir oluşa gönderme yapar. Bu anlamıyla çiftler olarak varlığa gelen her bir “şey”in diğerine muhtaçlığı, kendi oluşunu tamamlamakla ilgili zorunlu olarak tabi olunan ilahi bir takdirdir. Bu, yaratılışın dilidir ve bu dili kavrayamamak bir yandan Allah’a iftikarını (yani kendi varoluşunun ancak Allah’tan ödünç alınmış olduğunu) bir yandan da kendi cinsinde yaratılana olan muhtaçlığını anlatır. Öte yandan anlatı düzeyindeki bu ikilik aslında yaratılmış yani Allah dışındaki bütün her şeyin (masivallah) her bir an için O’na olan muhtaçlığından başka bir anlama da gelmez. Başka bir deyişle çiftlerden her birinin diğerine olan muhtaçlığı, yani kutupsal birliği, Allah’a olan muhtaçlığın bir tecellisi yani bir borçlu olma hâlidir. İlgili borcun ödenmesi ise kutupsallığın belli bir uyum içinde “bir”lemekle sonuçlanması gereken bir (var)oluş âlemine işaret eder.

Öte yandan kutuplararası denge olarak adlandırılabilecek ilahi nizamın merke-zinde ise insan yer alır ki o, Allah’ın bütün isimlerine haiz olan halifesidir. Halife, bir anlamda asaleten sorumluluk sahibi “emanetçi”dir ve onun temel görevi (daha doğru bir ifadeyle sorumluluğu) söz konusu uyumu gerçekleştirmek, yani ona engel/perde olmamak anlamında bu rolü icra etmektir. İnsan, eğer halife ise bu, Allah’ın Hz. Âdem’e bütün isimleri “talim” ettirmesiyle mümkün olabilmiştir. Bu isimlerin talim ettirildiği halife olarak o, söz konusu ilahi dengeyi asaleten sahip olduğu sorumluluğu yerine getirerek yapmaktadır.

İnsan da tıpkı diğer “şey”ler gibi bir çift olarak yani ilahi kutupsal denge gözetilerek yaratılmıştır ve erkek ile kadın bu ilahi dengenin her bir kanadını oluşturmak suretiyle ilahi isimlerin kendileri üzerinden zuhur etmelerini sağlarlar. Bütün bunlar ise kadın-erkek ilişkisi söz konusu olduğunda bize şunu söyler: Allah’ın bütün isimlerini taşıyan ve bu vasfıyla Allah’ın halifesi olan insanın bu sorumluluğu (asaleten) icra etmesi ancak çift kutuplu dengeyi sağlayabilmesiyle mümkündür ve asaleten sorumluluğun ilk “an”ı, erkeğin kadına kadının da erkeğe karşı olan muhtaçlığında saklıdır yahut orada başlar.

Bu sorumluluk, bir yandan erkek ve kadının birlikteliğiyle meydana gelecek ilahi uyumun “ses”lendirilmesi anlamına gelirken bir yandan da her biri için kendi varoluşlarının kemale ulaşmasının da yegâne vesilesidir. Bu itibarla ilahi uyum, Allah’ın birliğini zikrederken kendi kutupsal uyumundan kaynaklanan ve asaleten sorumluluğun karşılıklı birliğine işaret eden erkek ve kadının her biri üzerinden zuhura gelmektedir. Başka bir deyişle erkek ve kadın ilahi dengenin vuku bulabilmesinin olmazsa olmaz ontolojik unsurlarıdır çünkü ilahi uyum kendisini onlar üzerinden gerçekleştirmektedir.

İnsanın doğumu

Tam burada Murata’nın İbn Arabi kaynaklı İslam’daki cinsiyet meselesine dair yorumlarına ara verip Türcke’nin meseleye bakışına geçelim. Türcke’nin temel tezi felsefe ile (erkek) aklı arasında tam da kadınları dışlayan bir bağlantı olduğu şeklindedir. Ama bunun öncesinde bütün oluşa rengini veren ilk adım ise insanın her şeyin ölçüsü olması anlamında manayı bulmasıyla başlar: “Mana, insan aklının, doğadan çıkışıyla birlikte kendine musallat ettiği kabus için, çok sonraları kullandığı bir sözcüktür: düpedüz yabancı, korkunç, ansızın ve öldürücü bir biçimde sökün edebilecek bir gerçeklik tarafından pusuya düşürülmüş olma kabusu. Bu kabus için bir sözcük kullanıldığında, çoktan bir telkin yatıştırma ve bir sınır çekme söz konusudur. Çünkü mana kavramında aynı zamanda, görünen doğa ile bu doğa içinde bir ayrım yapma da gizlidir.”

Toprağın edimi, ataları ilgilendiren soyut zamanı duyularla algılanır hâle getirir, soykütüğünün sürekliliğini güvenceler ve hem tek tek nesnelerin yan yanalığını hem de kuşakların birbirini izleyişinin art ardalığını bir arada tutar (Christoph Türcke)
Toprağın edimi, ataları ilgilendiren soyut zamanı duyularla algılanır hâle getirir, soykütüğünün sürekliliğini güvenceler ve hem tek tek nesnelerin yan yanalığını hem de kuşakların birbirini izleyişinin art ardalığını bir arada tutar (Christoph Türcke)

İnsan, görünen doğanın çeşitliliğine, kendini onun içine koymaktan ve böylece onu insan-biçimli olarak yorumlamaktan başka bir bağlam ve anlam vermeyi bilmemektedir. Başka bir deyişle o, doğayla arasına kendisinden hep fazla olan “aklı”nı koyduğu anda bir bakıma doğadan kopar ve dünya dünya-için olmaktan çıkar; insana göre olmaya başlar. Bunun bir adım sonrasındaysa, “ne zaman insanın doğurması kendisinden daha fazla bir şey ifade eder, varoluşun kendini borçlu olduğu yaratıcı süreci serimler ise o zaman ona dişil cinsiyet özelliklerini bir kültün merkezi yapan o kutsallık verilebilmesi” de mümkün hâle gelir. Dolayısıyla insan doğurmasının doğadaki diğer doğumlarla arasına koyulan fark, temelde insanın kendisiyle doğa arasına koyduğu mesafenin bir sonucudur ve bu eğer kopuşun ilk düzeyiyse, bütün bu süreci dişil bir “mana” ile ortaya koyup bunun üzerinden düşünmek, yani matriyarkanın ortaya çıkışı da bunu tamamlayan bir anlama haizdir.

Bu andan itibaren artık doğa akılsallaştırılır ama bu, kadının ifade ettiği “mana” gözetilerek yapılır. Toprak, en kolay görülebilen ve kuşakların değişmesi boyunca yegâne kalıcı “şey” olduğu, dahası bağrından yaşamı fışkırtmaya ve onu yeniden bağrına almaya son vermediği için, hem ilk an hem de şimdiki zaman olabilmiştir.

Şöyle der Türcke: 'Toprağın edimi, ataları ilgilendiren soyut zamanı duyularla algılanır hâle getirir, soykütüğünün sürekliliğini güvenceler ve hem tek tek nesnelerin yan yanalığını hem de kuşakların birbirini izleyişinin art ardalığını bir arada tutar.' Bütün bu 'akılsallaştırma'yla birlikte kadın bir mikrokozmos olarak makrokozmosun biricik numunesi olur ve her türlü simgeselleştirme ve anlamlandırma (mana) onun çerçevesinde yapılmaya başlanır.

Öte yandan bütün süreç yani, kadının “akılsallaştırma”yla birlikte topraktan aya kadar, yani hem yeryüzü hem gökyüzünde “gücünü” tahkim etmesi aklı, erkekler tarafından ele geçirilmeyi bekleyen tek silah hâline getirir. Başka bir deyişle, akıl matriyarkaya karşı erkeklerin kaçınılmaz çıkış yoludur. O, erkeklerin bitmez tükenmez bir şekilde iştiyak duyduğu şeydir. Akıl, erkekler için kurtarılmayı bekledikleri uzun süreç boyunca hasretini çektikleri, sıralarını beklerken o büyük günün geleceğini kendisiyle yani akılla birlikte (kaybettikleri) güçlerini onlara geri verecek imkân olarak çıkar karşımıza.

Bu süreç Türcke tarafından aklın kurtarılışı olarak adlandırılır ve temel motivasyonu aklın doğal görüngülerinden temizlenmesi olarak ifade edilir. Bu andan itibaren, doğanın dolayısıyla kadının temel gücünü anlatan doğurganlık şimdi sadece hayvanlarla birlikte ortaklaşa paylaşılan yani “doğal” bir süreci anlatır. Bu anlamda sahne aklın yeni sahibi erkeklerindir. Mitoslardan felsefeye geçiş olarak adlandırılan süreç yani aklın erkek versiyonu tam olarak keyfilikten zorunluluğa geçiştir. Gerçekliği kurgudan, kesin düşünceyi hayal gücünden ayırmak zorunlu hâle gelmektedir çünkü aksi taktirde sahici akla ulaşmak mümkün değildir.

Toprak artık önemini yitirir ve bütün Yunan filozofları her şeyin var olduğu o ilk ilkeyi ararken toprağı bir kez bile olsun düşünmezler. Bundan daha önemli olan husus ise mantığın yani kesin düşünmenin doğru metodunun tam da bu yeni dönemin bir nişanesi olarak devreye girmesidir. Mantık, bu anlamıyla, erkektir yani keskin ve kuralları olan, düşünmenin kalımlı ve geriye dönüşsüz formudur.

"Oğlancılık"

Dolayısıyla söz konusu bu yer değiştirmenin cinselliğe nasıl yansıdığını görmemiz mümkündür: Bütün Yunan felsefesini baştan başa kateden “oğlancılık” bu anlamda sadece kadın karşıtı değil, bir anlamda cinsiyetin akılsallaştırılmasının bir merhalesi olarak okunmalıdır. Nasıl gerçekliği kurgudan, kesin düşünceyi hayal gücünden ayırmak gerekiyorsa tıpkı bunun gibi, kadını da cinsellik “olay”ından dışlamanın vaktidir çünkü o doğadır, akılsal olmayandır. Bu yüzden patriyarkayla felsefe olarak akılsallaştırmanın bu (yeni) versiyonu yahut biçimi eş zamanlı ilerler.

Oğlancılık sadece cinsel değil, bir bakıma akılsallaştırılmanın yani insanın kendi kendini merkeze almasının yeni ve güncel formudur. Akılla doğa arasındaki bağ kopmuştur ve artık bilgelik kadınlar arasında dolaşan bir “meta” olmaktan çok bir erkek bilgeliği, Sandra Lynch’le birlikte söyleyecek olursak “erkekler arası bir dostluğu” anlatmaktadır. Kelimenin gerçek anlamıyla bir “alışveriş” varsa bu, doğayla akıl arasındadır, yani akıllararası bir geçiştir. Her ne kadar kadın ile doğa arasındaki uyumun akılsallaştırılması kadar doğrudan olmasa da erkekler arası bu münasebet, düşünsel olanın kendi kendine yeterli olduğunun da teyididir ve bedensel olarak işaretlenen kadının kapı dışarı edilmesidir.

  • Buradaki kritik noktalardan birisi de, Hristiyanlık söz konusu olduğunda bu durumun “form” olarak devam ettiğini hatırlamak olacaktır. Çünkü Hristiyanlık için Hz. Meryem bir kadın değildir; daha doğrusu o, kutsanmış yani cinsel ve dolayısıyla doğadan ve bedenden kopartılmış bir ilahi “şey”dir. O, tam da bu hâliyle Kutsal Ruh’a alıcılık yapabilmiştir ve nihayet “Tanrı’yı doğurmuş”tur. Burada “Tanrısal akıl” der Türcke, “bir kadınla fiziksel birleşmede, metafizik açıdan bütünüyle kendinde kalır.” Bu şu demektir: Erkek olarak Hz. İsa, kadın-olmayan-kadından ilahi bir suretle dünyaya teşrif eder. Başka bir deyişle akıl, boş bir jestle, bedenin içinden geçiyormuş gibi yaparak ama çoktan bedensel bütün formlarından arındırılmış bir bedeni katederek Hz. İsa’ya ulaşır. Hristiyani form içinde hem kadın kendi bedensel/cinsel boyutundan uzaklaştırılmış hem de oğlancılıktan kurtulma anlamından akıllararası geçiş, kadın olmayan bir kadın üzerinden tamamlanmış olmaktadır.

Burada sormamız gereken soru şudur o halde: Feminizm ve onun bir devamı olarak cinsiyetsizlik yani nötralizasyon (yani cinslerarası farklılığın budanması) nasıl mümkün olmuştur? Bunun cevabı bir yandan felsefi olarak erkek bedeninden arındırılmış ve formülasyonunu Descartes’ta bulan res cogitans-res extansa (düşünen şey ile uzamsal şey) ayrımında yatmaktadır. Başka bir ifadeyle düşünce, yani akıl burada artık tamamen cinsiyetsiz bir hâl almaktadır.

Akıl cisimsellikten uzaklaşır ve bunun anlamı aklın erkekten de koparılması, yani “patriyarkanın kendi kendini erkeksizleştirmesi”dir. Türcke’yle birlikte söyleyecek olursak, “Nötr sözcüğü Latince ne-utrum’dan gelir ve ikisinden biri değil anlamındadır. Ne erkek ne dişi. Cinsiyet olmayan nötrdür ama iki cinsiyeti olan da öyledir.” Dolayısıyla nötr, hem cinsiyetsiz hem de cinsiyetli anlamına gelir. Burada artık kelimenin gerçek anlamıyla cinsiyet sona ermiştir ve bu önemsizleşme her iki cinsin eşitlenmesiyle mümkün olmuştur ilginç bir şekilde.

Söz konusu eşitlenme, kadınların üretim sürecine katılmaları hesaba katıldığında daha iyi anlaşılır. Burada artık zincirlerinden boşalmış bir nicelik söz konusudur ve cinslerarası nötralize olma süreci olarak eşitlenme cinslerin iptali anlamına gelmektedir: Önemli olan üretim süreçlerine yapılan katkıdır, cinslerarası eşitsizliğin giderilmesi değil.

  • O hâlde bir kez daha Murata’ya dönelim: Murata, İbn Arabi’nin formülasyonu üzerinden İslam’daki kadın-erkek ilişkisinin tam olarak cinsiyetlerarası farklılık üzerinden (bu, tekrar edecek olursak, hem Allah’ın zatının zıttı anlamında ikilik ama aynı zamanda cinsiyetlerarası ikiliğin “bir”lenmesidir) ifade edildiğini söyler ve birbirini tamamlayan bir anlama haizdir. Dolayısıyla cinsiyetlerin varlığı Allah’ın farklı düzeylerde hem bir muradı hem de onun işaretlerindendir. Daha spesifik olarak konuşacak olursak, İslam’da kadın-erkek münasebetinin yegâne formu olan evlilik, ilahi evliliktir ve “İlahi evlilik daimi olduğundan tören kutlaması da daimidir. Evlilik kutlamasındaki misafir, özelliklerinin evlilik vasıtasıyla evrende zahir olmasına sevinen ilahi isimlerdir. Bu evlilik olmasaydı Gizli Hazine, bilinmemiş olacaktı.” İbn Arabi sözlüğünde İlahi İsim’ler ve Gizli Hazine’nin ifade ettiği anlamlarla birlikte düşünüldüğünde İslam’ın hem kadın ve erkeğe hem de onlar arasındaki yegâne ilişki formu olan evliliğe ne türden bir “mana” atfettiği daha berrak bir hâl alır. Bu evlilik, Allah’ın isimlerinin zuhura gelmesi için biricik vesiledir ve yeryüzünün halifesi ancak böyle bir ilişkiden sonra dünyaya gelir. Buysa cinslerarası farklılığın ne kadar önemli bir fark ve dahası ancak bu farkla birlikte Allah’ın muradı olan “bir”le/ş/menin olabileceğine işaret etmesi açısından ontolojik bir anlamı haizdir.

Türkçe de kadın hareketi problemini dile getirirken felsefi bir başlangıç noktası/tasarımı olarak doğayla kadın ve akılla erkek arasındaki (mitos-logos) ayrıma gönderme yapar ve modern feminist hareketin temel probleminin söz konusu farkı farksızlaştırmak suretiyle yani cinslerarası farkı nötralize etmek olduğunu ve bunun sonucu olarak da onun, “erkek” egemen nosyonu sürdürdüğünü belirtir. Biraz uzun olsa da Türcke’nin şu cümlelerine kulak verelim:

  • “Kadınlar erkekler kadar para kazandıkları ve onlar kadar çok şeye sahip olduklarında, onlar kadar çok ya da az ücretsiz çalışma yaptıklarında, tüm eğitim kurumlarına ve mesleklere eşit olarak girme hakkına sahip olduklarında, tüm denetim noktalarında ve yönetici katlarında erkeklerle eşit oranda temsil edildiklerinde, bizim kültürümüzün köklerinin yattığı iktidar ilkesi radikal bir biçimde ortadan kaldırılmış olacaktır. Elbette durum bunun tersidir. İşte o zaman, cinsiyetlerin eşitlenmesinin ne demek olduğu açık seçik bir biçimde ortaya çıkar, kendini gösterir: kapitalist rekabet kavgasının, bugün hâlâ onu tüm köşelerde ve kenarlarda içkin olan ve kadın hareketinin 1900’lerde düşlediğinden daha da derinlerde yatan tüm patriyarkal sınırlamalarından kurtarılması.”

Başka bir söyleyişle, kapitalin modern anlamda sonsuzca ve katlanarak büyüyen seyyaliyeti için atılması gereken iki adım vardır: erkeklerin erkten uzaklaştırılması ve kadınların bir erkek tasarımı olarak kadın-erkek olması. Bu ise bizi bir kez daha cinslerarası farklılığın ortadan kaldırılmasına getirmektedir: Hem erkekler hem de kadınlar aynı kısırlaştırmanın farklı vecheleriyle muhatap olmaktadır. Burada, erkek ve kadın hâlleri bir eşitlenme olarak farksızlaştırmayla birlikte çift yönlü budanmaktadır. Doğal bir sonuç olarak ilgili durum bize, cinsiyetsizleştirme süreçlerinin nevzuhur ve sonradan ortaya çıkan bir durum olmaktan çok “kadın hareketinin” doğasında bulunan problemle ilgili olduğunu söyler. Başka bir ifadeyle cinsiyetsizleştirme feminizmin doğal ve basit bir sonucudur. Kadın hareketinin kendini erkek aynası üzerinden (ona ayna tutan el, Smith’in yaklaşık iki yüz elli yıl önce hatırlattığı üzere kapitalin/piyasanın “görünmez eli”dir) görmeye başlamasıyla içinde bulunduğumuz süreçte kavis alarak ivmelenen cinsiyetsizleştirme politikaları, kadın hareketinin doğal ve bir o kadar kaçınılmaz sonucudur.

Dolayısıyla Murata’nın İbn Arabi üzerinden anlattığı kadın ve erkek arasındaki ontolojik ilişki ile Türcke’nin felsefi ve -onun bir uzantısı olarak- kapitalin kendini tahkim ettiği düzenek birbirini tamamlamaktadır. Her iki ismin farklı “ontolojik” pozisyonlardan hareket ederek cinsiyetsizleştirme politikalarının kadın hareketinin kendi doğasından kaynaklandığına yaptıkları açık vurgu ise aralarındaki farklara rağmen ortaklaşılan bu noktanın ne kadar önemli olduğunu gösterir. Başka bir ifadeyle, cinsiyetsizleştirme feminizm hesaba katılmadan ve onun açtığı ontolojik ve politik sonuçlara dikkat kesilmeden anlaşılmazdır. Çift yönlü bir budama olarak cinsiyetsizleştirme, toplumsal cinsiyet eşitliği olarak feminizmin ektiği tohumların filiz vermiş hâlidir.

Bir Mutsuzluk Öyküsü’nde Ortaçağ’ın önemli Hristiyan filozoflarından Petrus Abelardus, kendi hadım edilme hikâyesini anlatır. Abelardus, son derece trajik bu anlatısında ancak hadım edildikten sonra Tanrı’nın sevgisine sahip olduğunu vurgular. Abelardus’un Tanrı’nın sevgisinden ne pay aldığını bilmiyoruz ama aynı mutsuzluk öyküsü cinsiyetsizleştirme politikalarıyla hem erkek hem kadının nötralize edilmesiyle şimdilerde devam ediyor. Tam da kadın hareketinin dünyadan ve erkeklerden almaya kalktığı intikamın büyüklüğüne uygun bir formda; kendisini de ortadan kaldıracak bir süreç olarak...