Okur metne dâhil olsun istiyorum

İlker Aslan
İlker Aslan

İlker Aslan’ın ilk kitabı Bir İntihar Üstüne Söylenti, Edebi Şeyler etiketiyle okurla buluştu. Aslan’ın deneysel bir biçim de benimseyen öyküleri okura sorular sordurtuyor. Üstelik bunlar kolay sorular da değil. Olasılıkların peşinden giden insanları anlatan Aslan da, “Okur biraz metne dahil olsun istiyorum ben. Yani okuyup geçmesin, biraz düşünsün. Boşlukları doldursun. Hatta oyuna katılsın” diyor.

Kitabı okurken bağımsız ama bir biçimde birbiriyle ilişkili öyküler okuyormuş izlenimine kapılıyoruz. Hatta yazarın çabasından bağımsız, bir nevi roman algısı oluştuğundan bahsedebiliriz. Bir bulmaca çözüyormuş hissiyle hikâyeleri yorumlamaya çalışmak gerekiyor. Muhtemelen bu bulmacada olduğumuz hissi, öykülerin bize düşündürdüğü bazı soru ve sorunsallarla oluştu. Soru sormak ve öykücülük arasındaki bağı nasıl yorumlamak lazım? Öykü ve merak arasında siz bir bağ kuruyor musunuz?

Tabii doğrudan değilse bile dolaylı bir bağ mutlaka vardır. Ama bence bu bağ, sadece öykü için geçerli değil. Edebiyatın ve hatta sanatın genelinde geçerli bir durum. Hayatın kendisi için geçerli belki de.

Bir İntihar Üstüne Söylenti
Bir İntihar Üstüne Söylenti

Merak, en insani hislerden. Davranışlarımızı şekillendiren, bizi harekete geçiren bir istek. Merakın temelinde de illaki soru sormak var. Sanatı, felsefeyi, bilimi var eden de bu değil mi? Çok açığa da vurmayayım, okumayanlar ve belki okumak isteyecekler için, ama kitaptaki öykülerin pek çoğu o merak duygusunu, soruları merkeze alan metinler. “Şöyle değil de böyle yapsaydım ne olurdu” gibi basit bir soru da olabilir bu; evreni anlamaya yönelik daha büyük bir soru da. Ha, bu dediğim tabii bir olmazsa olmaz kural değil. Yani öykü dediğimiz şey her zaman böyle bir meraktan mı doğar, emin değilim. Buna koca dünya tarihini kapsayacak şekilde bir cevap vermek imkânsız. Ama dediğim gibi, insani duygular bunlar. Öykü de insan elinden çıkma olduğu için bir yönüyle temasları da kaçınılmaz olur gibime geliyor.

Hikâyelerinizde deneysel biçimler kullanmanız okurun sorularının artmasına neden oluyor. Bir yandan da aslında bu metnin deneysel olsun diye değil, yeni bir biçim sorguladığını da anlıyoruz. Bu bağlamda okura deneysel bir bakış açısı üzerinden seslenmenin sizin için bir karşılığı var mı? Bu bir tercih mi, olması gerektiği için mi böyle?

Metni inşa etme biçimleri tabii ki yazarın tavrıyla doğrudan alakalı. Bu bir zorunluluk mu, bilmiyorum. Sanmıyorum da. Yani deneysel dediğiniz biçimde kaleme alınan öyküleri rahatlıkla geleneksel anlatı biçimine yaslanarak da yazabilirdim. Ancak burada o “karşılık” dediğiniz şeye geliyoruz.

Okuru merkeze alma anlamında değil ama kendi yazı yolculuğum için bir karşılığı var. Beğenilir beğenilmez, bu ayrı bir tartışma konusu ama yazı dediğimiz, illa da harflerden oluşan, öylece akıp giden bir iletişim şekli değil.

İlk yazılı metinlere bakın, harf diye bir şey yok ki zaten. Harf daha sonra gelmiş. Öncesinde şekiller var. Tıpkı bugün kullandığımız emojiler gibi. Emojiden daha kitlesel bir “deneysel” yazım biçimi var mı günümüzde? Hepimiz kullanıyoruz. Hatta öyle ki emojisiz mesajlarımız, bazen karşıdaki için yanlış bile anlaşılıyor. Gülen surat koymazsanız şaka yaptığınızı anlayamıyorlar. Dolayısıyla şuraya geleceğim, her şey yazının bir parçası olabilir. Olmalıdır da. Çok açığım bu konuda. Ben de bunu deniyorum. O yazdığım öykülerin çoğu dümdüz yazılmıştır ilk etapta. Daha sonra üzerlerinde düşünürken, “kalemden bahsediyorum, bunu betimlemektense göstereyim” deyip kalem fotoğrafı koymuşumdur öyküye. Bunun gibi.

Kitapta başka bir yazarın öyküsü için alternatif son yazılan bir öykü var. Her öykünün farklı okurların bakış açısında alternatif bir sonu olabileceğini düşünmek yazarın işini zorlaştırıyor mu? Bu bağlamda hikâye kurmak biraz da bizim kişisel hikâyelerimizle mi ilişkili?

Okuru bilemem. Ukalalık olarak algılanmasın ama umursamıyorum da. Okur, yazarken, zihnimin herhangi bir yerinde olmuyor. Ne yazma biçimimi ne de düşünme biçimimi etkiler okur. O yüzden okurlar hiçbir şekilde işimi zorlaştırmıyorlar, çünkü yoklar.

İlker Aslan
İlker Aslan

Okur, o zincirin son halkası olarak var. Tabii ki her metin birileri okusun diye yazılır. Ama ilk aşamada yazarın okura dair bir kaygı gütmesi ne kadar anlamlı, emin değilim. Okur yok derken de metnin inşa sürecinde belirleyici değil anlamında kullandım. Zorlaştırıyor mu sorusuna cevap olarak “okur yok” dedim. Ancak dediğiniz “kişisel hikâye” konusu bir yönüyle doğru. En azından benim için. İşte burada okur devreye giriyor biraz. Yine yazarın etki alanında tabii. Okur biraz metne dahil olsun istiyorum ben. Yani okuyup geçmesin, biraz düşünsün. Boşlukları doldursun. Hatta oyuna katılsın. İşte hendek işte deve. E-mail adresi orada duruyor, varsa alternatif bir son düşünen, gitsin yazara iletsin. Yazar, bakar bakmaz, okur okumaz, onu bilemem. Oradan yola çıkarak başka bir hikâye kurmak… Dediğiniz gibi kişisel hikâyelere çıkıyor yani. Mecburen de çıkacak zaten. Aksini düşünmek zor biraz.

Kitabınızın adının Turgut Uyar’ın bir dizesinden ilhamla verilmiş olduğunu düşünürsek, günümüzde bir şairle öykücünün hayata bakış açısında bir farkın olduğundan söz edebilir miyiz?

Edebiliriz illaki ama şair ve öykücü oldukları için değil, farklı insanlar oldukları için. Yoksa bir şair bir olaya şöyle bakar, öykücü böyle bakar gibi bir duruma inandığımı söyleyemem. Farklı baksalar da aynı baksalar da önlerindeki “şair/öykücü” sıfatlarından ötürü değildir.

  • Savaş hepimiz için savaş, iyisi var mı? Şair daha duygusal bakar, öykücü daha akılcı yaklaşır diye bir şey olur mu? Bence olmaz. O işte insanların karakterleriyle, yetişme şekilleriyle, yaşadığı coğrafyayla vs. alakalı. Yoksa iki şair de farklı bakabilir hayata iki öykücü de.

“Şair” ve “öykücü” olarak farkları ancak yazma biçimleri, olayları dışa vurma şekilleri ile ilgilidir. Kimi insan çok yakın bir sevdiğini kaybedince şiir yazar ona, kimisi de mezarının başına ağaç diker. Aslında ikisi benzer şeyler. Ölüme karşı bir duruş sergilemek. Ne kadar benzer ama ne kadar da farklı. Bahsetmeye çalıştığım biraz böyle bir şey.

Bir öykü yazarının dilinin ne kadarını kendisi, ne kadarını çağı belirler?

Yine öykü yazarı olarak sınırlandırmamak lazım bunu. Tabii bir öykücü olduğum iddiasıyla beni muhatap aldığınız için konu ister istemez öykü özelinde ilerliyor ama bu dil meselesi yazınsal türlerle uğraşan herkes için geçerli.

Siz de yazıyla uğraşıyorsunuz, sizinkinin ne kadarını çağ belirlemişse aşağı yukarı benimkinin de o kadarını belirlemiştir. Burada matematiksel ifadeler kullanmak imkânsız. Ben bunun bir harmoni içerisinde iç içe geçtiğini düşünüyorum. İllaki yazarın (veya sanatçının) kendisinin kurduğu bir dili vardır ancak yaşadığı çağ bunu etkilemez diyebilir miyiz? Zor. Bu yüzden edebiyat eserleri de diğer pek çok başka sanat eseri gibi, yazarı ile çağı arasında köprü kurar bence. Bu da son derece olağandır.