Aşkın radyo aktivitesi

Katya kalabalığın içinde parlıyordu. Bunu tarif edemem.
Katya kalabalığın içinde parlıyordu. Bunu tarif edemem.

Radyodan trtyi açtım dinlemek için. Katya’nın madalyasını görmek için. Evet radyodan görmek için. Aşk duyusal bir kargaşadır. Yarıştılar ettiler. Birileri bir şeyler fırlattı etti taktı boynuna altınları gümüşleri. Katya neden yarışmadı? Kızın nereli olduğunu bilsem memleketi söylendiğinde heyecanlanırdım ama o da yok.

Güllü Atmaca

Katya’nın saçları kısa, benimkiler daha kısa. Onun gözleri radyasyon yeşili, benimkiler altlarından da kara. Boynu ince ve parmakları. Parmak uçlarında bir karton bardak var üstünde yeşil ören bayan deseni. Üstünde gri, bol kesim bir sivit, markası nayk. Bende de var aynının biraz hırpalanmışından. Çakma ama. Altında siyah bir tayt var ve ayakkabıları ilkbahar kadar temiz. Taytın içinde bacakları. İnce değil bacakları kaslı. Ayak bileklerine doğru incelen, yukarı doğru kas parçalarıyla uzayan uzun uzadıya bir çift bacak. Kas parçaları dediysem çirkin bir şey değil. Sanki bir doğa manzarasının yapboz parçaları gibi her bir parçası.

  • Uzun kaslar ve kısa kaslar birbirlerini tamamlıyor, yukarı doğru tırmanıyor. Yukarıda, spor salonunda uzun zaman geçirdiği belli olan... Neyse. Size ne lan. Boşverin en iyisi. Size Katya’dan hiç bahsetmemişim gibi. Ama insan anlatmak istiyor. Siz siz olmadığınızdan, yani siz hiç olmadığınızdan anlatılabilirsiniz.

Şimdi Paşa’ya anlatsam Katya’nın bacaklarını ve midemde uçan kelebekleri, tüm iğrenç fikirlerini kusacak. Ben de midesinde kelebek uçurtmak ve kan kusturmak zorunda kalacağım. Gerek yok. Hem onlara ilkbahar gibi temiz dersem de dalga geçerler.

Onlara aşktan bahsetmek bize bile anlamsız gelir. Koca bir şantiyeye dönmüş ve bu haliyle ev gibi hissettiren İstiklal’de amaçsızca sallandığım bir gündü. Bakmayın böyle artist artist laflar ettiğime, bizim evimiz son duraktadır. Paşa buradaki Sephora’da çalışmasa senede bir anca yolumuz düşer. Çalışmak dediysek de öyle değil. Arada bir. Çağırıyorlar gidiyor, kapıda bekliyor. Dükkanın önünden geçenlere parfüm sıkıp içeri davet ediyor. Deniz kızları gibi. Tüm etkileyici silahlarıyla içeri çekiyor. İçeride de daha janti tipler bekliyor ve öldürücü darbeleri yapıştırıyor müşterinin tenine.

Yaklaşamadığın şeyi daha iyi görmek için dolanırsın etrafında.
Yaklaşamadığın şeyi daha iyi görmek için dolanırsın etrafında.

Tabi adam çalışırken laklak edemeyiz, mola saatini beklerken takılıyorum bir aşağı bir yukarı. Galatasaray’a kadar.

İlerisindeki mekanlar daha havalıymış gibi gelir bana hep. Hele oradan da salındık mı Galata’ya doğru... Bir çaya otuz beş lira veren yakışıklı kerizler için biçilmiş. Ben turlarımı attıkça güneş tepedeki yerinde kıpırdanıyor. Şapkanın içindeki kafam ısınıyor. Isındıkça kızıllaşıyor. Arada bir çıkarıyorum şapkamı, üstündeki at resmine bakarken saçlarımın terini süpürüyorum. Saçlarım kapkalın, gelmiyor elime. Üç numara, istesem de bozamıyorum. Paşa çıksa da yemek yesek diye düşünüyordum balmumu müzesinin önünden geçerken. Aç acına sömürüyordum kuru tütünleri. Bir kalabalık gördüm sonra. Sabahtan beri çeşitli kalabalıklar görüyordum ama bu başkaydı.

Yarıp içinden geçemediğim bir kalabalık. Yüzlerine baktım kalabalıktakilerin de ayıktım mevzuyu, Türk değildi bunlar. Çinli turist de değildi. O yüzden daha bir dikkatli bakabilmek için etrafında daireler çizmeye başladım kalabalığın.

Yaklaşamadığın şeyi daha iyi görmek için dolanırsın etrafında. Akbabalığın ilk şartıdır bu. Ya da Atmaca’lığın. Ben bu rumuzu sokaklarda aldım yedi yaşlarında. Araba altına kaçan topları almak için gönderilmiyordum da kendim atlıyordum tüm gönüllülüğümle. Çok iş yaparsam severler diye. Abilerle oynardık topu. Sevdirirsek kendimizi bahsedilirsek sokaklarda ve takılırsak bizden büyüklerle. Sonra bizden büyüklerle bölüştüğümüz bali tüpünü hiç edip aldığımız fakir ününü kullanırdık kızlara flaş patlatırken. Lakaplara bak. Atmaca, Paşa, Jose, Hamza... Sahi, Hamza’nın niye lakabı yok? Bunu taktım kafama ama çok da değil. Şapkamla beraber çıkardım Hamza adını da kafamdan. Façamı düzelttim ona bakarken. Katya’ya. Kalabalığın içinde parlıyordu. Bunu tarif edemem. Yoğurt kolisinde bir meyveli yoğurt kasesi gibiydi. Ama size ne Katya’nın kasesinden. Biraz daha yaklaşabilsem, mandalina koktuğunu görecektim. Evet görecektim kokusunu.

  • Aşk duyusal bir kargaşadır. Yahut mandalina biz fakirlerin aşık olduğunda burnunda çalan titrek kokudur. Katya havalı. Muz kokuyordur o ya da kivi. Zaten mandalinanın mevsimi değil. Onunla fotoğraf çekiliyor insanlar.

Başkaları var çevresinde. Buraya ait değiller. Geçerken uğramışlar. İçinden geçmişler. İçimden geçmişler. Voooov greeeet! gibi nidalar duyuyorum bu kalabalığı oluşturanlarda. Kesin dabulu v’lerle konuşuyorlardır. Katya sadece tebessüm ediyor. Sivitinin yakasına yapıştırılmış bir kartta yazıyor ismi. Soyismi çok uzun, vyladuvsjhakisho gibi bir şeyler ama bu değil. Değillemelerle çıkaramam soyadını. En iyisi toptan çıkaralım soyadını ve atalım geri dönüşüm kutusuna. Sen seversin geri dönüşüm kutularını ve doğayı. Sizin memlekette sevecek bir doğa kalmıştır elbet. Soyadsız kalacak halin yok tabii. Benimkini alırsın o zaman. Zaten bana fazla geliyor, taşıyamıyorum. Benimle soyadımı bölüşür müsün Katya? Yeni söndürmeme ve aç olmama rağmen bir sigara daha yakıyorum. Hiç içesim yok halbuki.

Sadece yakmak istiyorum içmek değil. Mecbur içecez ama. İnsan yaktığının sorumluluğunu almalı. Yaktığın kalbimin sorumluluğunu almak ister misin? Dürtülüyorum da dönüyorum hışımla. Hakoymuş. Az kalsın zıplayacaktım ibişe. Boşluğuma denk getirdi. Omuzlarım sanki dünyayı taşıyor gibiydi birkaç saniye. Hako dokununca, omuzlarımın boşluğunu fark ettim. Bu boşluk rahatsız etti. “Nabıyon lan?” “İyi agam sen nabıyon?” “Paşa ibnesi çağırdı, Atmaca da oralarda takılın ben çıkana kadar falan dedi. Aradım niye açmıyon olum?” “He duymadım ya. Bişi dicem, şu grup ne ayak biliyon mu?” “Milli takım lan onlar. Bayrakları da mı görmüyon?” Sahi, birilerinin elinde bayraklar vardı. Ne bayrağı bunlar? Rusya, Hollanda ve Fransa arasındayım. Ülke bayraklarını fifadan tanıyan nesil için başarılı bir çember daraltmaca. Tarzı ve duruşu Fransız gibiydi ve parmakları. Sıkıcı bir fransız filminden mi fırlamış bu kız? Yok, dudakları falan Rus gibi. Ten rengi de açık. Çiçek gibi açmış teni de.

Hollandalıların tipleri nasıl olur bilmiyorum. Gözlerinin içine baktım o bana bakmazken, yok gözleri kırmızı değil. Bir çift ateşli silah gözleri.

Yeşil silahlar. Kimyasal silahlar. Soykırıcı. O zaman kesin Fransız. Yok lan şaka. Banane nereliyse. İnsan insandır. Di mi. “Neyin milli takımı?” “Olimpiyatlar başlıyor salak..” “Ne çabuk ya? Seneye değil miydi o?” “Yok karşim. Yarın başlıyo. Bunlar da gelmiş turist turist geziyo işte.” “He. Ayasofya’ya falan gitselerdi bari. Sultanahmet falan.” “Git söyle birader.” “İngilizce yok bende. Sen söylesene.” “He bende çok var.” “Var işte benden fazla. Ne bileyim necilermiş falan onu öğren bari.” “İyi tamam.” O bunu kabul edince ben sırtımı dönüp yürümeye başladım. Nereye la, dedi. Geliyorum birazdan, dedim. Ne diye böyle bir şeye yeltendim bilmiyorum. Çok çabuk gaza geliyorum ama olsun. Katya niyetimin ciddi olduğunu bilmeli. Sıradan bir hayran sanmamalı beni. Hem hangi sporu yaptığını bile bilmiyorum nasıl hayran olayım yaptığı işe.

Bir çiçekle anlatabilir miydim derdimi? Bir çiçek açımıyla açabilir miydim kalbimi ona?
Bir çiçekle anlatabilir miydim derdimi? Bir çiçek açımıyla açabilir miydim kalbimi ona?

Ben kendisine hayran oldum. Bir koşu çiçek kapacağım şimdi. Çiçek pasajında çiçek satılıyor mu yoksa sadece rakı mı içiliyor? Gidince öğrenilir. Yolda bir çiçekçi teyze bulurum zaten elbet. Ah yanımda bir kız olsaydı, o zaman çok daha kolay olurdu bulması. Çiçekçi teyzeler ve şemsiye satıcıları aynı karargahta saklanır nasılsa. Potansiyel bir müşteri gördü mü gökten zembille iner yolunu keserlerdi. Şimdi ben bir çiçekçi teyze bulmalıyım. Gözyaşlarım için bir şemsiye. Hako mesaj atmış onu gördüm.

Galiba gülle atıyolar kanka tam anlamadım ama bi kaç branş karışık da olabilir değişik tipler var ing bitti benim yetmedi gelince konuşuruz çabuk

Koştum koştum bulamadım bir teyze. Sonra bir pasaj girişinde gördüm çiçekler satan bir dükkan ve daldım deniz kızı görmüş salak korsan gibi dükkan dalgasına. Bir gül istedim aldım fiyatı duyunca adam mı kazıklıyorsunuz lan siz diye bağırmak istedim ama bunun fayda etmeyeceğine kanaat getirip döner paramı gömdüm çiçeğe. İyimser bir gül olsun istedim bu ve onun yanında bir daha küfürlü şeyler düşünmeyeceğime söz verdim kendime.

  • Çiçeklerle konuşmak iyi gelir derler. Ben yolda çiçekle biraz konuşurum ama benim muhabbetim çiçeği açmaz diye de korkmadım değil. Hem şimdi ben Türkçe Türkçe konuşsam sonra Katya’ya versem Katya da kendi dilinde konuşsa kafası karışmaz mı çiçeğin? Kafası karışık bir gül karıştırmaz mı güllelerin rotasını.

Gülle atmacacılar gülleleri nerelere atarlar? Kafama atabilir isterse. Ben de Güllü Atmaca oldum bakın. Koştum koştum geldiğim yoldan Mirkelam gibi. Varınca gidecektim Katya’nın yanına diyecektim ki bir fotoğraf çekilebilir miyiz, Mirkelam gibi. Kollarımda sen. Nıııınını. Vardım madamtusonun önüne de göremedim az önceki heybetli kalabalığı. Bir küfür sallandıracaktım ama çiçekten çekindim. Çiçeğimi kuşanmışken edemezdim küfür. Müzeye girmişlerdir belki? Belki de az önce çıkmışlardı müzeden de şimdi temelli gitmişlerdi otobüse binip. Her neyse, yoklardı işte. Bir daha bulamazdım onları. Hem bulsam ne yapacaktım ki? Ortak bir dilimiz bile yokken nasıl anlaşıp düşürecektim Katya’yı.

Dil dile değmeden dil öğrenilmez gerçi. Ne biçim konuşuyon lan! Ayıp. Neyse. Nereden bulacaktım şimdi ben bu kızı? Bulsam ne yapacaktım? Bir çiçekle anlatabilir miydim derdimi? Bir çiçek açımıyla açabilir miydim kalbimi ona? Nasıl yapmalı? Top toplayıcı olabilir miyim bu yaştan ve bu saatten sonra? Gülle atmacacılıkta top toplayıcılık yoktur ki. Gülle mi toplayacağım. Su satsam stadda? Nerede yapılacak bu olimpiyatlar? Olimpiyat stadındadır herhalde. E yakın bizim oralara. Nereye başvuruyoruz? Kesin o işin de bir mafyası vardır. Yahya Abi’yi mi araya soksam? Mahalleye gidince konuşmak gerek. Yahya Abi’ye mesaj çekmek için telefonumu çıkardığımda görüyorum cevapsız aramaları. En son mesaj atmış Paşa.“burgera çıktık gel”

Gülle Atmaca

Akşam oldu yattım. Oldu sabah kalktım. Pencerem duvar manzaralı olduğundan güneşin selamını alamadım. Gülüm selamladı ama. Aleyküm selam dedim atladım yataktan. Gülle atmaca müsabakasına baktım bugünmüş. Öğleden sonra çıksam yetişirim. Kendimi hazırladım ayna karşısında. İngilizce bilmeden aylavyu demeye hazırlandım. Aynaya bakarken gördüm. Bir çelik mavisi damar tam da çenemin üstünde. Bunu bilen bilir. Yahya Abi’yle konuştum, yok benim bir tanıdığım kardeşim, dedi. Eyvallah be abi. Yapacak bir şey yok gider efendi efendi satarım suyumu. İhsan Abi’nin bakkaldan dört tane on ikili paket alsam işimi görür. Niyet su satmak değil neticede kız kaçırmak. Kızı kaçırmayalım da. Sahaya atladıktan sonrası da sıkıntı zaten.

  • Atletiklerden hızlı koşup güllecilerden sağlam olmalıydım ki yakalanmadan ulaşabileyim Katya’ya. Sonrası kolay. Aftır reys, veyt mi aut. Var bizim de üç beş İngilizce kelimemiz. İnşallah kız biliyordur ingilizce. Benim bildiğim kadarını herkes bilir gerçi.

Süründüm güzel kokularımı çektim üstüme gri naykımı, fırladım evden artıkın. Sonra yolda beni çevirdiler Hüseyin Abiler. Ev taşıyorlarmış gel tut iki şeyin ucundan.

Sonra bir pasaj girişinde gördüm çiçekler satan bir dükkan ve daldım deniz kızı görmüş salak korsan gibi dükkan dalgasına.
Sonra bir pasaj girişinde gördüm çiçekler satan bir dükkan ve daldım deniz kızı görmüş salak korsan gibi dükkan dalgasına.

Abi dedim acelem var. Yavşak dedi bana. Yardım etmezsem sıkıntı olacak. Çıktık seve seve. Yağlı paslı eski püskü bir fırın vardı onu indirtti bana. Pis olmasa sırtlar indirirdim de üstüm kirlenmesin dedim. Kollarımı sıvadım tuttum bir ucundan, diğer ucundan da Diyar tuttu. O geri geri indi merdivenlerden ben düz. Eğile eğile indim belimi büke büke. Yağ ve kir içinde kaldı kollarım zamk gibi yapıştı elime bileğime atar damarlarıma yatar damarlarıma. Ben kiri sökmek için kazıdıkça tırnaklarımla damarlarım da oldu kocaman. Fırladı fırlayacak derimi delip. Dedim yeter. Ama Katya belli belirli kol damarlarını sever damarlı elleri. Bilirim ben anlarım halinden. Onda o tip var. Yeter herhalde derken baktım koltuk moltuk. Çiçeğim ezilecek diye korktum sivitimin kanguru cebinde. Onu aldım pencerenin kenarına bıraktım. Dedim oğlum Atmaca yolu yok çekeceksin yalan edeceksin bu günü.

Yetişemem hayatta. Sırtladık ettik taşıdık indirdik yükledik kaldırdık çektik koyduk sırtladık tekrar çek koy tak derken saati kaç ettik. Ev boşaldı. Bir ufak radyo kaldı bir de ben. Hüseyin Abi aşağıda. Diyar aşağıda Caner ve diğerleri. Aşağıyı düşünüyorum bir yukarı katta oluşumdan. Dört duvar. Bir eski radyo. Naylona benzer bir gök. “Hadi la in de gidek.” dedi Hüseyin abi, Diyar, Caner ve diğerleri. “Abi ufak bir işim var, radyoda bişi dinlicem. Siz gidin hemen geliyorum arkanızdan.” “Radyo mu kaldı amünim gel telefondan bakarsın.” dedi Diyar. “Hadi birader hadi.” Dedim uzatmadan kestirip atmak için. Bu kadar anlayışlı oldular ve saldılar beni boş dört duvarın arasında. Radyodan trtyi açtım dinlemek için. Katya’nın madalyasını görmek için. Evet radyodan görmek için. Aşk duyusal bir kargaşadır. Yarıştılar ettiler. Birileri bir şeyler fırlattı etti taktı boynuna altınları gümüşleri. Katya neden yarışmadı? Kızın nereli olduğunu bilsem memleketi söylendiğinde heyecanlanırdım ama o da yok.

  • Yedek mi acaba? Yoksa onun kapışması bugün değil mi? Her gün mü gülle atıyorlar? Olimpiyat sistemini bilmiyorum ki hiç. Bir koşu stada mı gitsem. Bir koşu ve metro. Bir koşu ve otobüs.

Neyse işte. Yok, beklerler şimdi beni, ayıp olur. Bekledikçe çıkmadı Katya atmadı güllesini. Sonra baktım spiker başka bir şeyler anlatmaya başladı. Onun atmadığı gülle yerine radyoyu attım pencereden. Uzanıp kalıyorum ta pencerenin dibinde. Ertesi gün oluyor. Mahallede görüyorum Hüseyin Abi’yi ve diğerlerini. Adam değilsin lan, diyorlar bana. Kırk yılın başı bir yardım istedik, sikinin keyfine yarım saatte bırakıp gittin, diyorlar. İnsan bi özür diler bari, diyorlar. Diyorlar da diyorlar. Ben minibüs metro metro metro yaparak taksime gidiyorum. Sallanıyorum istiklalde bir aşağı bir yukarı. Arıyorum tarıyorum gözlerimin her gördüğünü. Seçmiyor gözüm Katya falan. Ne radyodan ne telefondan. Sonra ertesi gün oluyor. Bir ertesi daha.

Birkaç ertesi boyunca istiklalde dört dönüyorum yine de hiçbir ipin ucundan yakalayıp sürünemiyorum. Bitiyor olimpiyatlar. Sonra dünya kupası başlıyor izliyoruz trtden. Ronaldo çok iyi. Sonra ekonomi dalgalanıyor ve birçok şey. Günde sekiz defa gündem değişiyor ve ben unutuyorum Katya’nın kalbimde açtığı boşluğu. Oraya sığışmak için radyoaktif varlığıyla kalbimde erittiği ekstra odacığı. Sonra o odayı kiraya dahi vermeden çekti gitti. Haber bile vermeden. Tozlanan odayı unuttum. Çok sonraları bir gün, gezinirken yani internette gördüm. Milli tekvandocumuz yine madalya kazanmış. Rakibine baktım, Katya’ymış. İzledim maçlarını ve Katya’ya atılan tekmeleri ve onun attıklarını. Ayaklarını ve dengesini. Saçları uzamış biraz ve kızıla boyamış. İzledim ve yeniden yeniden aşık oldum. Mail adresini bulmalı yahut bir şeyler yapmalıyım. Lisedeki beden hocam güreşçiydi onun da madalyaları vardı. Tanır birilerini. İzledim maçlarını izledim. Ayak tırnaklarımdan utandım.