Rüyama gel Aynur rüyama gel artık

Aynur! Bu gece de rüyama gelmezsen teessüflerim artacak,  Aynur!
Aynur! Bu gece de rüyama gelmezsen teessüflerim artacak, Aynur!

İnsanlar onun ardından böyle bahsederken kendi kendime anneme sesleniyorum ve diyorum ki “Aynur gerçeği bir sen bir ben biliyoruz kanka” sonra da bizim taziyemize gelen insanları teselli edip evlerine yolluyoruz. Tahammül seviyemi gömdüğüm yerden çıkartmam lazım yeşermiyor.

Anlatsam hiçbir halt olmaz. Sizinki nasıl roman, film oluyor?

Bondunondu

Annem herkesin rüyasına girmekten benim rüyama girmeye fırsat bulamıyor. Her gün sabah oluyor. Sonra gece. Sonra bir sabah ve bir gece daha. Şimdi sabah. Bu gece de onlarca karanlıktan başka bir şey görmedim. Ne acayip. Siyahın bin bir tonu. Oysa bildiğimiz siyah, bir ve tek. Bir ve tek ama ben nasıl oluyor da bunca çeşit siyahı görüyorum rüyamda, anlamış değilim. Zaten ben, şu kaç gündür sinirden bir küpe dönmüşken bile nasıl çatır çatır çatlamadığımı da anlamış değilim. Hem zaten ben, şu birkaç gündür olan onca veya bunca şeyi de anlamış değilim.

Yataktan kalkıyorum. Aslında kaldırılıyorum. Kim tarafından bilmiyorum; bildiğim, kopkoyu bir nefret. Ölüm Allah’ın emri, şu taziyeler olmasaydı. Karmakarışık işte. Onların mecburiyetten, cebren ve hileyle gerçekleştirdikleri ziyaretleri yüzünden ben acımı yaşayamıyorum.

Acıyı yaşamak nedir, ne kadar doğru bir ifade bilmiyorum ama bunca sahte törene gerek var mı diye düşünmeden de edemiyorum.

İçeri geçiyorum; abim, babam yarım yamalak bir uykuyu parçalamaya çalışıyor. Ha bir de birkaç akraba var. Sağ olsunlar kaç gündür hiç yalnız bırakmadılar bizi. Sağ olsunlar kaç gündür çekip gitmediler de kendi gerçeğimizle baş başa kalma mutluluğuna erişemedik. Bizim için katlandıkları bu şartlarda onların gönüllerini etmek için harcadığımız bunca çaba...Toparlayamıyorum hiçbir cümleyi. Varsa yoksa evi toparlıyorum; koltukları, mutfağı, banyoyu, tuvaleti.

Aynur! Bu gece de rüyama gelmezsen teessüflerim artacak, Aynur!
Aynur! Bu gece de rüyama gelmezsen teessüflerim artacak, Aynur!

Tüm bunları yaparken beni bekleyen gelecek günleri de fragman olarak yaşıyor gibiyim. Sanırım ben bundan sonra koltukları, mutfağı, banyoyu, tuvaleti toparlamaktan başka toplu hiçbir şey yapamayacağım. Böyle sağı solu toplarken içimde toplanmış tek duygunun nefret olduğunu fark ediyorum. Bu işte bir terslik olmalı. Ben nefretten başka duyguda olmam gerek, derken o duyguda olmamanın nefreti de toplanıyor içimdeki nefrette. Ayağımı her atışımda bir nefrete bulanıyorum, evin içinde odadan odaya değil de nefretten nefrete dolanıyorum. Anlamıyorum, komik ama insanların acımalarına katlanamıyorum diye kendi cenazemde suçlu ilan ediliyorum. Annem olsaydı “İstemediğin hiçbir şeyi yapmak zorunda değilsin.” derdi. Ağırıma gidiyor bu gereksiz sarılmalar. Sarılıp da teselli ettiğini sanan yabancı kollar.

Saatler nasıl geçiyor anlamıyorum, günün parçaları birbirine geçiyor. Her parça bana başka bir nefreti getiriyor. Ayaklarımdan başıma kadar içimin her bir yanı nefrete kesiliyor, kan yerine nefret akıyor içimden. Ben bunca nefrete açken gelenler hiç doymamacasına iki tabak yemeğe aç. Ben yas tutmak yerine elimde tahta kaşık tutmuş yemek yapıyorum. Hangi tahta iletken ki nefretimi göndereyim? Ruhum bedenimin içinde sürekli oradan oraya savruluyor gibi. Sinirli değilim aslında tahammülüm sürekli yer değiştiriyor.

Kapı çalıyor. Sesler, nefesler...İçeri gidiyorum hemen, taziyeye gelenleri teselli etmeye. Gazeteye sarılmış dikdörtgenler. Özenle katlanmış, paketlenmiş. Ne onlar verirken yadırgıyor ne de ben alırken. Ezeli bir alışveriş. Allah razı olsun, diyorum gülmekle öfke arasında ince bir çizgide dostlar sağ olsun; siz sağ olun, herkes sağ olsun. Sağ ol insanlık, sağ ol ey dünya, sağ olun ey hayvanlar. Annemden başka herkes sağ olsun. Hepimiz bir gün öleceğiz.

  • Dünya bir misafirlik hali. Eyvallah. Ama ölen ben değildim. Bunu düşünmeden edemiyorum. Ben bile sağ oluyorum işte. Gazetelerden kurtarıyorum dikdörtgenleri. Ötekilerin üzerine koyuyorum. Saysam onlarca eder. Sahi insan bu kadar küp şekeri n’apar ki?

İçeri geçiyorum. Herkes annemi anlatıyor. Yirmi küsur senedir onunla olan ben değilmişim, onunla uyuyan, onunla uyanan, onunla beslenen, onunla iyileşen, onunla öğrenen, onunla gelen, onunla giden, onunla gülen, üzülen, sevinen, seven, onunla yaşayan, onun içinden gelen ben değilmişim gibi herkes onu anlatıyor.

Öyle gülesim, öyle sorasım geliyor ki, ya sizce bu anlattıklarınızı nasıl olur da ben, ben ya ben onun çocuğu bilmez olurum? İnsanlar onun ardından böyle bahsederken kendi kendime anneme sesleniyorum ve diyorum ki “Aynur gerçeği bir sen bir ben biliyoruz kanka” sonra da bizim taziyemize gelen insanları teselli edip evlerine yolluyoruz. Tahammül seviyemi gömdüğüm yerden çıkartmam lazım yeşermiyor.

Aynur! Bu gece de rüyama gelmezsen teessüflerim artacak, Aynur!

Bilmem kaçıncı gündür öyle bir misafir ağırlıyorum ki yemeği ben yapacağım, demiş. Şimdi gidip yemeğe girişsem kavga çıkartır, girişmesem de çıkartma ihtimali var. Hayat işte. Ölen ölür, kalan sağlar verem olur. Hem verem oldum hem yemeği ona yaptırdım hem de onca kınar söz yedim. Olsun, bugün de onların gönlünü edeyim ne de olsa acıları büyük. Tam burada ağır misafirimiz dolaptan biber salçasını isterken ve ben onun kırılgan kalbi incinmesin diye içimin tüm hücrelerini sükunete davet ederken gözlerimden keyifle sinirli bir gülücük çıkartmak isteyip de kınanmak istemediğimden otokontrol mekanizmalarımı devreye sokup yıkamadığım tahammül mülkünde dolaptan aldığım biber salçasına delici bir bakış ışığında felsefik bir kalple...Ne diyorum ben Allah aşkına! Aynur! Aynur! Sen rüyalarıma gelmemeye devam et.

  • Kaç gündür eve girip çıkanın haddi hesabı yok. Sağ olsunlar bizi hiç yalnız bırakmadılar, sahtekar kalpleriyle elleri hep üzerimizdeydi. Ne yapardık onlar olmasaydı? İçeri geçiyorum. Yalnız bırakmamalıyım onları.

Hem asi, ters, terbiyesiz tavırlar sergileyip hem de onların yanında olmazsam bu çifte terbiyesizliğimin affedilir hiçbir yanı kalmaz. Aralarına geçip oturuyorum; acır gözlerle bana bakıyorlar, ben bakışlarımı kaçırıyorum. Kaçırıyorum çünkü kendimi gülmemek için zor tutuyorum. Ama naçizane tavsiyem ölülerin gözlerine bakmayın. Ben baktım. İyi halt etmişim. Şimdi bunca kör göz altında öyle ağır bir acı çekiyorum ki... Aynı zamanda bilmiyorsunuz, demek istiyorum çoğu kez. Teselli diye kurulan cümleler israf. Teselli olunmuyor böyle durumlarda. Kimseyi teselli etmeyin. Böyle düşündükten sonra beni içimden bir gülme alıyor; hadi gitsenize, diyorum. İçimden mi dışımdan mı anlamıyorum.

Kuş ötse zoruma gidiyor. Kusura bakmayın iç karartacağım. Çünkü içimde tutamıyorum.

Aynı anda hem susmak hem konuşmak istiyorum. İnsan kendi kendine konuşmak istiyor ama birileri duysun da istiyor. Boşluğa konuşmak ve söylediklerini duyup kendi söylediklerine cevap vermek çaresizliğine düşmek istemiyorum. Çoğunlukla bir şey istemiyorum.

Annemin hastaneye giderken giydiği pardösüyü astım kuruttum bugün. Dokunduğumda içim bir tuhaf oluyor. Parçalamak ile uzun uzun deterjana boğulmuş kokusunu çekmekle savaştı içim. Bir de yakın zamanda toparlamalıyım eşyaları. Eşyanın ne ağır bir ruhu var.

İçeri geçiyorum. İnsan bir yığın geçmişten ibaret. Geçiyoruz sadece.

Bugün aklıma ahirette herkes otuz üç yaşında olacak, diye duyduğum bir şey geldi. Dedim ki kendime annem otuz üç yaşından sonra mı kilo almıştı acaba, acaba annem otuz üçünde nasıldı? Otuz üç olmuş mudur yine?

Eşyaları toparlamalıyım artık. Toparlayıp kaldırmalı. Şimdi de böyle düşünmeye başladım. Evet. Aradan geçen günler sonra, mesele şu ki eşyanın ruhu yok galiba. Namussuzu bugün birine versen hemen önceki yaşadığı şeyler olmamış gibi davranır.

Aynur, bu gece de rüyama gelmezsen kendin bilirsin. Ölüsün diye bir şey demiyorum ama çok teessüf ederim sana.