Yürek burkan şarkılar

Hale Sert'in dilindeki nahiflik, üslubunun her türlü temaya nüfuz edebilmesi, anlatılanı yumuşak bir atmosfere çekebiliyor.
Hale Sert'in dilindeki nahiflik, üslubunun her türlü temaya nüfuz edebilmesi, anlatılanı yumuşak bir atmosfere çekebiliyor.

Öykülerin konularının çoğunlukla sert ve acı duygular barındırdığı belirtilebilir. Ama yazarın dilindeki nahiflik, üslubunun her türlü temaya nüfuz edebilmesi, anlatılanı yumuşak bir atmosfere çekebiliyor. Başarılı. Yazarın yapmış olduğu insan sınıflaması yanında zorluklara karşı direnen karakterleri okuyor olmak, ister istemez insanın içinde mistik hislerin kımıldamasına neden olabiliyor.

“Doğa rengârenk bir dünya sunar gözlerimize.”

Strauss

Hâle Sert “Paltosu Mavi Kadın” adlı öyküsüne insanları sınıflandırarak başlıyor. “Yükünü baş tacı edenler, yükünü sırtlayanlar, yükünden sürekli şikâyet edenler, yükünü ayaklarının altında çiğneyenler ve yükünü taşımaktan vazgeçenler.” Sonuncuyu “yükünü hayata bırakıp kendileri hayattan vazgeçenler” ve “kendileri yaşamaya devam edip yüklerine kıyanlar” olarak ikiye ayırıyor. Yirmi öyküsünü dört bölüm içinde sunduğu Çocukça Bir Direniş adlı kitabındaki karakterlerini bu sınıflandırma içinde ele almak mümkün. Deneyin, göreceksiniz. Karakterler zıt kutuplarda, çoğunluğu bir, iki ve beş numara ile konumlandırılabiliyor. Kendinden vazgeçen karakterlerin yer aldığı o kadar az öykü var ki. Bu durum mutlu mesut karakterlerin hayatlarının kaleme alındığının izlenimini oluşturmamalı. Bilakis karakterlerin hepsi hayatla mücadele içinde, ama yaşamaktan bir şekilde vazgeçmemişler ya da vazgeçirilmemişler, gibi. Kendilerine sunulan hayat şartlarını, artı ve eksi kutuplar arasında seyrettirerek yürüyorlar, sanki. Hem de yaşayarak. Ne yaşadığının farkında olan karakterler söz konusu, denebilir.

Öykülerin konularının çoğunlukla sert ve acı duygular barındırdığı belirtilebilir. Ama yazarın dilindeki nahiflik, üslubunun her türlü temaya nüfuz edebilmesi, anlatılanı yumuşak bir atmosfere çekebiliyor. Başarılı. Yazarın yapmış olduğu insan sınıflaması yanında zorluklara karşı direnen karakterleri okuyor olmak, ister istemez insanın içinde mistik hislerin kımıldamasına neden olabiliyor. İsmi olmayan karakterler çoğunlukta, bunun neden dikkat çektiğine biraz sonra değinilecek, en azından açıklanmaya çalışılacak. Hadi bir kopya, zor, acı, araf gibi sıfatlar yardımıyla metruk mekânlarda gezen kahramana okuyucu isim verebiliyor. Metruk mekânlar ve onların içindeki ya da etrafındaki eşyaların, en çok da doğanın sesinin duyulması anlatılarda yer alan bir başka husus. Metruk mekânlar her zaman yazarın tasvirleriyle okuyucunun göz önüne serilmeyebiliyor. Karakterlerin yolculuğu ve sırtlarında taşıdıkları yüklerin nereye ait oldukları fark edilince, mekânın içine girilebiliyor.

Denizin dibine dibine inerken keşfettiği su altı âleminde aslında kendini görüyor
Denizin dibine dibine inerken keşfettiği su altı âleminde aslında kendini görüyor

Mistik derken, daha çok insanların kendi içsel yolculukları ya da arayışları anlaşılsın lütfen. “Kusura bakma rahatsız etmek istemezdim, ben bir sırrı arıyorum, belki senin ormanındadır. Sırra ulaşmak istiyorsan, biraz daha arınmalısın” diyor, “Denizin Dibinde Var Bir...” adlı öyküde karakter. Denizin dibine dibine inerken keşfettiği su altı âleminde aslında kendini görüyor, öykünün sonunda buluyor, gibi. Balıkların her kanat savuruşunda dalgalandırdıkları deniz suyuyla karakterin içi temizleniyor hissi, okuyucunun içinde uyanabiliyor. Balıkların çıkardığı baloncuklardaki saklı nağmelerle de nerede olduğunu sorguluyor karakter ve ruhunun sudan vazgeçtiği söyletilerek, yazılanın niyeti peyda oluyor, gibi. “Sukutuhayal”de önce ruhlar doyuruluyor, sonra doyma sırası bedene geliyor diyor yazar, sanki. Evreni anlamak ve anlamlandırmak noktasında bir şeye ya da kişiye isim verilmesi önemli.

Öykülerdeki mekânların ve kahramanların paralel çizgide olduğunu düşünmek, ismi olmayan kahramana bir adla ya da sıfatla seslenebilmeyi mümkün kılabiliyor. Mekânların karakterlere isim vermesi söz konusu, sanki. Okuyucu doğru ismi bulmaya çalışıyor, bulmaca, gibi. “İki Örükte”ki satırlar:

Yürüdükçe ayaklarının altında kayan çamurla sanki coğrafyayı, kaderi ve tarihi yeniden karıyorlardı. Bu yabancı topraklara kendi izlerini bırakmanın bir yoluydu belki de balçığa bata çıka yürümek.

Mülteci hikâyesinden alınan ü z ü c ü ve i ç y a r a l a y ı c ı satırların yanında, “Çocukça Bir Direniş” adlı öyküden bahsedilsin. Ankara’ya yolculuk yaptırılıyor okuyucuya. Ankara’da Şentepe’de adımlar tepelere bata çıka ilerlemeye çalışırken, semte yığılan çöplükte fakirlik koklanıyor buram buram. Bu öyküde hem kent hem de semtin adı belli. İlk alıntıda mekân ve ona yakışacak sıfatlar okuyucunun tercihine bırakılmış, gibi.

İkincisinde ise adı aşikâr mekâna sıfat da yakıştırılarak, Şentepe’nin biçareliği katmerleştirilmiş oluyor, sanki. Ayrıca bu iki örnekle genel ve özel kulvarlarda yazarın gözlem yeteneği fark ediliyor. Bir şeyi anlatmak için onu ifade edebilecek kelimelerin yanında, önce onun nasıl göründüğü ve ifade edildiği önemli, diye düşündürüyor üst paragraftaki ayrıntılar. Kelimelerin uyandırdığı hisler, kişinin iç sesiyle harmanlanıyor. İç sesin hareketlenmesiyle, ayakların altından başlayan gıdıklanma kalpteki duyguya ulaşıyor. Ve yazıyla duyguların dile getiriliş şekli, iç sesin yansıması olarak okunuyor. Sanatçının aslında bir kamera gibi olması gerektiğini hissetiniz mi? Kamera çekeceği mekânın tüm ayrıntılarını, büyük-küçük vb. şekillerde tek gözünden içine alıp sonra ekrana tüm ayrıntılarıyla yansıtabiliyorsa yazar da öyle olmalı, ama değil mi? Yüzde yüz diyemesek de yazarın bu noktada iyi bir algısı, daha doğrusu gözlem yeteneği, belki de içsel bir takım süper güçleri var, gibi. Bilinmez.

Ve yazıyla duyguların dile getiriliş şekli, iç sesin yansıması olarak okunuyor.
Ve yazıyla duyguların dile getiriliş şekli, iç sesin yansıması olarak okunuyor.

Kitaptaki kahramanların yolculuklarında yazarın kendine özgü fikir dünyasına da giriş yapılabiliyor. “Nazarları Ayarlama Enstitüsü”nde bunun güzel örneklerinden biriyle karşılaşılıyor. Cengiz Ayarcı, herkesin reklam panolarında aynı şeyleri görmeyeceğine seviniyor. Bunu anlatmadan hemen önce yazar, kişinin DNA’sına göre yapılabilen ayar modüllerinden bahsediyor. Bir anne ve bebeği bir reklam panosunda farklı şeyler görebilecek: yeni bir salon takımı almak isteyen anne hayalindekini, bebek ise bir arkadaşında beğendiği ve edinmek istediği oyuncağın yansımasını izleyebilecek. Alma isteği perçinlenecek, diyor tabiî ki de yazar. Özetle panolara bana DNA’nı söyle, sana uygun reklamı sunabileyim dedirtilecek. İyi fikir, mi? Bedenin organlarının, eşyanın ve doğanın sesini duyma meselesine giriş yapmadan önce Campbell’den bir alıntı:

Kahraman, olan şeylerin değil, olmakta olan şeylerin yandaşıdır, çünkü o vardır.

Buna örnek olabilecek bir, iki cümle yer alsın, geri kalan cümleler okuyucunun kitabı okurkenki dikkatine bırakılsın. “Tırtılın Ölüm Dediğini Usta Kelebek Der” öyküsünden “böceklerin hüznü ve çiçeklerin gözyaşları akıyordu üzerime” ile “Sukutuhayal”den “pasta, üzerindeki baskıdan bunalıyor, terledikçe kreması erimeye başlıyor.” seçildi. Aslında buraya çok tane örnek verilebilirdi, ama gerçekten yazının yer alacağı alan dar. Kısaca kişileştirme olarak adlandırılan bu üslup tarzını kullanan yazar, sanki aklın ve kalbin derinliklerinde saklı olan duyguların mecazlarının var oluşunu sarmak ve onu gizeme yönelterek okuyucuya sunma tavrını konuşturuyor, gibi. Ya da sadece insanın kalbini bir yerlere sürüklüyor, olabilir mi?