Nurullah Genç: 'Yağmur’u yazana kadar üç ay duvarlarla konuştum

Tanınan KişiNurullah Genç

Erzurum’un elektriği, okulu ve yolu olmayan bir dağ köyünde, 9 çocuklu bir ailede doğdu. İlk ve ortaokulu akrabalarının yanında okudu. Babası yıllar boyunca karlar üzerinde sırtında taşıdı. Kurt sürüsünün içinde kaldılar, birçok tehlike atlattılar. Tek amacı okumaktı. Ortaokul ikinci sınıfta çalışmaya başladı. Okuma hayatı boyunca ayakkabı boyacılığı, bulaşıkçılık, inşaatçılık ve fırıncılık yaptı. Ortaokulu ve liseyi birincilikle bitirdi. Üniversitedeyken yüz gecesini Erzurum Tren Garının banklarında geçirdi. Şiirlerini burada yazdı. 1990 yılında Türkiye Diyanet Vakfı ‘N'at-ı Şerif Büyük Ödülü’nü kazandıran ‘Yağmur’ şiirini yazdı. 2001’de profesör oldu, danışmanlık şirketi kurdu. SPK üyesi ve Merkez Bankası Meclis Üyesi olarak görev yaptı. Şiir yazmayı hiç bırakmadı. Nurullah Genç, bir roman tadındaki hayat tecrübesiyle ‘Doğduğum Ev’in konuğu…

Başladım boyacılık yapmaya. Bana Cenabı Hak yolları öyle açtı ki. Gittim mesela parasız yatılının müdürüne. Dedim ki: "Ben Horasan'da okurken fırında çalıştım, boyacılık yaptım. Hocam çalışmak istiyorum. Para kazanmak istiyorum aynı zamanda." "Allah Allah, ne yapacaksın?" dedi. "Boyacılık." “Parasız yatılıda boyacı yok. Ama derslerini ihmal etmeyeceksin" dedi. Bana bir köşe ayırdı. Dört yıl orada oturdum akşamları, orada ayakkabı boyadım. Şiirler de yazıyorum. Kültür Bakanlığının yarışmasında, Tarım ve Orman Bakanlığının Türkiye geneli yarışmasında Türkiye ikincisi ve birincisi oldum. Şiir okuma yarışmasında da Mehmet Akif’in bir şiirini okuyarak okuma birincisi oldum Erzurum'da. Şimdi bunları görünce Abdurrahman Teber hocamız, şiirle ilgili bir şey olduğunda beni çağırıyor artık. Çanakkale de böyle gündeme geldi. Son sınıftaydım. Bir gün çağırdı beni. "Bir liste vereceğim orada elliye yakın şiir ve yazı ismi var bunlar diğer liselere dağıtılmış. İşte Erzurum Lisesine, Atatürk Lisesine, ortaokullara falan. Üç gün sonra Çanakkale Şehitlerini anma yıl dönümü var. İmam hatip lisesini temsilen de sen orada bir şiir ya da yazı okuyacaksın sahnede". O zaman Üçüncü Ordu da Erzurum'da. "Tören de çok muhteşem olacak. Üçüncü ordu komutanı katılacak" dedi. Gittim iki gün İl Halk Kütüphanesini dolaştım. Yok. Koca bir destan Çanakkale. Ama o 50 yazının ve şiirin dışında bir şey bulamadım. Nereye bakıyorsam yok. En son kapısını çaldım hocanın. Girdim. Hocam dedim, bunların dışına bir şey bulamadım. Kızdı. "Ben seni nasıl göndereceğim oraya. Sen şiir yazıyorsun git bul" dedi. Beni bir daha gönderdi. Çıktım…

9 Eylül 1960 tarihinde Horasan’ın Pinaduz köyünde 9 çocuklu bir ailenin çocuğu olarak doğdunuz. Nasıl bir evdi?

Doğduğum evi anlatabilmek için köyümüzün yeniden nasıl kurulduğunu anlatmam lazım. Dedem ve onun babası Bolşevik İhtilalinden sonra çekilirken Ruslarla mücadele ediyorlar ve Ruslar tarafından alınıp götürülüyorlar. Köyün diğer erkekleri de gençleri de götürülüyor, kimse kalmıyor. Çocuklar ve kadınlardan başka kalan yok. Yollarda telef oluyor birçoğu. Dedemin babası trende ölüyor. Cesedini camdan atıyorlar mesela. Hatta eliyle tutmak istiyor cesedi. Rus askeri bileğine vuruyor, bileğini incitiyor. Bir, bir buçuk yıl sonra Sibirya'da ormanda ağaç keserken Rusça öğreniyor ve o askerle konuşuyorlar, asker soruyor ‘neden tutmak istedin’ diye. Dedem rahmetli de diyor ki, ''Mezarına bırakır gibi bırakacaktım onu, besmele ile bırakacaktım sen benim elime vurunca yapamadım.''

Bu büyük bir trajedi yani o gidiş. Sibirya'da 4 yıl kaldıktan sonra geriye dönüyor. Döndüğünde köy tamamen yıkılmış durumda. Aile yok. 8 yıl başka bir köyde kalıyor. Ve adım adım gelerek, giderek o köyü yeniden inşa ediyor. Bizim kaldığımız evi de böyle inşa ediyor işte. Komşulardan kalanları çağırıyor. Beraber yardımlaşarak onların evlerini yapıyor. Babam evlendikten bir süre sonra çok kalabalık olduğu için ayrılma ihtiyacı hissediyor ve ayrılıyor. Yani evini ayırıyor. Dedem ve amcalarım babama hemen o büyük evin yanında bir küçük ev yapıyorlar. Ben o evde gözümü açtım.

Nurullah Genç, Rus İhtilalinde harap olan köyünün yeniden kuruluşunu anlattı.
Nurullah Genç, Rus İhtilalinde harap olan köyünün yeniden kuruluşunu anlattı.

İki tane odası olan, bir tandır evi olan, uzunca bir avlusu olan, hemen bitişiğinde bir ahırı ve samanlığı olan bir evdi burası. Taş duvarlar. Tabi sıkıntılar içerisinde yapılmış bir ev. Tavanında iri odunlar, kütükler var. Çam ağaçları, gürgenler... Duvarları örümcek tutan, sığırları olan, koyunları olan, samanlığında samanı olan bir ev. Evin hemen karşısında çeşme, çeşme dağın eteğinde. Bizim köyümüzün eski ismi Pinaduz yeni ismi Dikili'dir. Dağın dibine dikilmiş bir köy düşünün, köyün belki de dağa en aşina evi benim doğduğum evdi. Yani kapısından çıktığım anda dağı görürdüm. Onun için şiirlerimde de dağ imgesi bir hayli fazladır.

Sıkıntılar içerisinde yapılmış bir ev. Okul yok, elektrik yok. Gaz lambaları ile aydınlanırdı evimiz.

Elektrik ve okulun olmadığı bir köy. Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?

Okul yok, elektrik yok. Lüks lamba bile çok azdı. Gaz lambaları ile aydınlanırdı evimiz. Bir mahrumiyet köyüydü işin açıkçası. Okul olmadığı gibi yol da yoktu. Tarlaları falan çorak, susuzdu arazisi. Engebeli, taşlı. Gidip gelmek son derece zor. Kar yağdığında zaten kapanır. Bir tarafa gidemezsiniz.

Belki birçok şeyden mahrum büyümüşsünüz ama rüya gibi bir ortama sahipmişsiniz; köy odası. Nasıl bir odaydı?

Benim en büyük talihimdir o oda. Rahmetli dedem Bekir, Sibirya'da Rusçayı öğreniyor. Okuma yazmayı biliyor Rusça. Zaten Osmanlıcayı da çok iyi okuyup yazıyor. Kısmen Arapça, Farsçaya aşina. Ve yaptığı ilk şey, köyü imar ederken yeniden misafir odasını kurmak ve oraya bir kitaplık koymak. İstanbul'a gelip, burada sahaflardan aldıkları kitapları ya da Erzurum’dan aldıkları kitapları o kitaplığa yerleştirmiş. Yani ‘bu köyde ilk ne yapılır’ diye sorarsanız, okunur. Okul yok ama irfan okulu var. Köyümüz bir irfan köyü. Uzun kış gecelerinde o meclisi kurarlardı, irfan meclisini. O odada irice bir soba vardı. Akşamleyin o soba yakılırdı. İyice ısınırdı oda. Evlerinde yemeklerini yiyen köy insanları dedemin odada postunda oturduğunu ve insanları beklediğini bilirlerdi. İçeri giren selam verir ve bir adabı muaşeret çerçevesi içerisinde, edeple geçer yerine oturur. Herkesin yeri de aşağı yukarı belliydi. Çocukların da öyle. Otururlardı, akşam namazı kılınmış olurdu.

Sonra rahmetli Rıza Amcam, Hasan Amcam ya da Babam, Dedemin işareti ile Ahmediye’yi ya da Muhammediye'yi alırdı. Efendimizin hayatını anlatan bir siyer alırdı eline. Ya da cenknamelerden birisini. Çünkü altı yedi ay okunurdu. Hepsi sırayla okunurdu. Battal Gazi destanları, Hz. Ali cenkleri, Köroğlu destanları da orada okunmuştur, iyi biliyorum. Ama dikkatinizi çekeyim tüm bu kitaplar manzumeler halinde yazılmıştı. Yani, şiir hazzı da alırdık biz.

Rahmetli babanız Niyazi Mısri’nin divanının tamamını ezberden okurken amcanız da halk şairi olarak bin 500’ün üzerinde şiir yazmış. Edebiyata olan aşinalık civar köylerde de yaygın mıydı?

Hayır, hayır bu sadece bizim ailemize ve bizim köye hastı. Başka köylerde de misafir odalarında oturulurdu, kitaplar okunurdu ama bu şiir faslı sadece bize hastı. O uzun kış gecelerinde sadece Siyer-i Nebi okunmazdı. Yatsı namazından sonra şiir faslı başlardı. Ama o şiir faslı içerisinde tarih olurdu, felsefe olurdu, gerekirse coğrafya olurdu.

O köyde şekillendi benim alt yapım, ruh dünyam…

Çünkü bir köy düşünün, 30 yıl kitap okumuş insanlar ve her türden kitabı okumuşlar. Tahmin ediyorum 5 - 6 divan bir kışta bitirilirdi. 40'ın üzerinde şairin adını işitmişim ben o köy odasında. 20'nin üzerinde de şiiri ezberlemiştim zaten 10 yaşımda. Babam rahmetli de misafir odasında şaşırmasın diye evde Niyazi Mısri divanını okurdu. Ben kitaptan kontrol ederdim. Baba burası doğru, burası yanlış diye söylerdim. Yunus Emre'nin bütün şiirlerini, onun divanını da tamamını ezberden okurdu.Halk şairi olan Rıza Amcam hiç çalışmamıştı. Dedem rahmetli ona demiş ki, “senin görevin okumak ve okutmak, sen çalışmayacaksın”. Onun için çalışmayı bilmezdi fazla. Amcam Osmanlıcayı öyle bir hızla yazardı ki takip edemezdik. O köyde şekillendi benim alt yapım, ruh dünyam…

Bir köy düşünün, 30 yıl kitap okumuş insanlar. 40'ın üzerinde şairin adını işitmişim ben o köy odasında. 20'nin üzerinde de şiiri ezberlemiştim zaten 10 yaşımda.

Size gelirsek, ilkokulu okuma süreciniz çok enteresan. Normalden daha kısa sürede ve 2 ayrı köyde okumuşsunuz…

Evet doğrudur. Rahmetli Dedemin şöyle bir travması vardı. Bütün ailesini kaybetmiş. Sibirya'dan dönmüş kimse yok, düşünebiliyor musunuz? 1967 yılında Şakir isminde bir amca oğlu geldi Denizli'den. Birkaç gün ağladı, susturamadılar. Hatırlıyorum. ''Dedem niye ağlıyor?'' dediğimizde babam derdi ki, ''Deden bütün ailesine şimdi ağlıyor.'' Çünkü demiş ki; "Ben ailemin hiçbir ferdine ağlayamadım. Şakir'i görünce hepsi bir anda gözümün önünden geçti. Hepsine şimdi ağlıyorum.'' Bizi de kaybetmemek için dışarı gitmeye karşı bir tepkisi vardı. Babam bunu bildiği için korkuyor, beni de okutmak istiyor. Nasıl ikna ederiz diye düşünüyor.

Köyünde okul olmayan Genç, ilkokula üçüncü sınıftan başladı.
Köyünde okul olmayan Genç, ilkokula üçüncü sınıftan başladı.

Köyde okul yok. Beni mutlaka dışarı götürmesi lazım. Ama nereye götürecek. Düşünün ki ilkokul benden çok yıllar sonra kuruldu köye, benden sonra çocuklar okuyamadılar. Babam nasıl okutayım diye düşünürken bir gün Horasan'a gidiyor. Diyor ki, bir bakayım bir yol bulurum belki orada. Horasan'da böyle mazlum mazlum gezerken, çaresiz kalıyor. Ana caddede yürürken yeni mezun uzaktan akrabası bir öğretmenle karşılaşıyor. Durumu anlatınca Hüsnü Öğretmen de diyor ki, "Ben Ceyrekköy'üne öğretmen geldim. Getir benim yanımda okusun.” Babam o gün eve bayram etmiş gibi geldi. Dokuz yaşındaydım o günü unutmuyorum. Ertesi güne hazırlık yaptılar. Beni aldı. Mart ayıydı. Sırtında taşıyarak götürdü. Neden? Çünkü köyümüz dağın eteğinde ve rampa bir yerde. Çok zor inmek çıkmak. İnerken kayıyorsunuz, çıkarken yoruluyorsunuz. Ben bir iki kilometre yürüdükten sonra yoruldum. Dokuz yaşındaki bir çocuğu, on kilometrenin sekizini taşıyarak köye götürdü. Kan ter içinde kaldı.

Oğlum okur musun, saman sepeti taşır mısın?

9 yaşında ilkokula kaydoldunuz. Sonra?

Köye gittik. Aldılar beni imtihan ediyorlar. Akşama doğru Hüsnü Öğretmen dedi ki babama: "Bu çocuk ilkokulu bitirdi. Bütün derslerden hem de beş üzerinden beş alarak geçti.” Geometri öğrenmiştim ben. Dokuz yaşımda açıları öğretmişti babam yani düşünün. Ama dedi ki: "Bu çocuk dokuz yaşında, bunun ilkokul kültürü yok, okul kültürü yok. Bunu doğrudan diploma düzenler de ortaokula gönderirsek bu büyük bir travma yaşar. Kendisinden yaşça büyük olanlarla yürüyemez" dedi. Babam “Ben zaten alın bunu ilkokul mezunu yapın diye getirmedim. Birden de başlatabilirsiniz" dedi. Öğretmen de “Üçüncü sınıftan başlasın iki ay, üç ay okusun. Dördü, beşi tam okusun ki o kültür oluşsun” dedi. Böyle karar kıldılar. Anlaştılar. Babam beni onun evinde bıraktı. Bir anda köye döndü. Ben bir gün içerisinde dokuz yaşımda ailemden ayrıldım. Çok acıydı tabi yani bir anda böyle çaresiz kaldım ama babam da sordu: "Oğlum okur musun, saman sepeti taşır mısın?" Ben de: "Baba okumak istiyorum" dedim. Bunu da dediğim için geri dönemedim.

Ama üç ayda bitirdiniz üçüncü sınıfı. Dört ve beşinci sınıflar?

Üç ay böyle bitti. Fakat babamı üç aydan sonra aldı bir düşünce, dördüncü sınıfı nerede okuyacak bu çocuk, beşi nerede okuyacak? Utanıyor da yani gidip diyecek ‘oğlumu size getirsem kalabilir mi, okuyabilir mi’ diye. Çok da erdemli bir adam. Ama başka yolu da yok. Bir gün dedi ki: "Ya Hüsamettin iyi bir adamdır. Acaba ona mı gitsem”. O gün döndüğünde ikinci bayramını yaşıyordu. Ben dördü ve beşi eniştemin, halamın yanında okudum. Ama hiç sıkıntı çekmiyordum. Rahmet olsun, gerçekten şimdi Allah'a şükrediyorum. Ben o kadar dışarda kaldım, okudum hep mübarek insanlar rastladı. Böyle hani inciyle ilgilenir gibi ilgilendiler benimle. Hiçbir sıkıntı hatırlamam.

Yoğun karların içinde babanızın sizi sırtında taşıdığı anılarınız var, biraz bahseder misiniz o günlerden?

Köyden çok güzel bir hatıram vardır. İrfan ehli bir insanın bir çocuğa nasıl davranılacağını göstermesi açısından da önemlidir. Babam beni sırtına aldı köye götürüyor. Yine yürüyemedim. Yürüyemeyince aldı taşıyor beni. Şiirler okuyor falan ama böyle puslu bir hava. Tam köyün bitişiğindeki rampaya geldik. O rampadan tırmanıyoruz babam bir anda bana (Dağın ismi Pinaduz’dur, orada bir veli yattığına inanılır) “Dağın tepesinde Pinaduz Babaya bak. Orada bir tilki var" dedi. Dağ da bir hayli zirvesi olan bir dağ yani yüksek. Baktım baktım dağın tepesinde bir şey göremedim. "Bak bak görmüyor musun tilkiyi?" dedi. "Baba göremiyorum" dedim. O arada yoldan çıktı kendisi, ben de zannediyorum ki o da dağa bakmak için yoldan çıktı. Bir anda rampadan çıktı bir hilal çizdi. Tarlanın içerisinde yürüyor. Bata çıka tekrar yola doğru çıktı. Ama bir sekiz on defa bana, "Nasıl göremezsin? Tarlaya bak, tepeye bak” dedi. Sonra döndü dedi ki: "Şimdi dağdan dön, aşağıya bak" dedi. Aşağıya bir baktım ki, sekiz on tane kurt. Bir kurt sürüsü ile karşılaşmışız meğer. Bir anda karşımıza çıkınca ben onları görüp korkmayayım diye ‘tilki var’ diyerek beni dağın tepesine yönlendirdi. Ben de merakla tilki arıyordum.

Kurtlar?

Babam kurtlarla karşı karşıya kalınca arasında sekiz on metre kalmış. Yani çok yakın, bir anda çıkmışlar. Ben o kurtların gözlerini hatırlıyorum şu anda. "Baba bunlar ne" dedim. "Oğlum bunlar kurt sürüsü" dedi. Ve yürüdü yukarıya doğru dedi: "Oğlum ecelimiz gelmemiş. Yani bunların ortasından neredeyse geçecektik sen korkmayasın, bağırmayasın diye seni yukarıya yönlendirdim, ben hayvanların önünden ayrıldım. Demek ki karınları tok" dedi. Dolayısıyla böyle de bir hatıramız vardır. O kadar mübarek bir adamdı ki; o kadar sabırlı, kanaatkâr… Hiç o zahmete, zahmet demedi. Ben hep sırtında giderdim. Bıyıkları buz tutardı. Kaşları… Böyle buzları kırar alırdım yani. Hep dudakları kıpırdardı ya şiir okurdu ya zikrederdi ve ben de onu takip ederdim. İlkokul öyle bitti.

Profesör Nurullah Genç, şairliğinin yanında bilinmeyen yönlerini özellikle zor geçen eğitim hayatını anlattı.
Profesör Nurullah Genç, şairliğinin yanında bilinmeyen yönlerini özellikle zor geçen eğitim hayatını anlattı.

Ortaokul eğitiminiz de farklı değil. Teyze ve amca yanında kalarak okumak nasıldı?

Tekrar babamı aldı bir düşünce iki sene sonra. Ortaokulu ne yapacağız? Aklına Kars geldi. Kars'ta teyzem var. "Onun çocukları var, onlarda kalsa bir sene okusa şehre alışır. Sonra Erzurum'a ya da Horasan’a getiririz" diye düşündü. Babam bindi trene gitti. Geldiğinde üçüncü bayramdı… Diplomamla beraber Kars'a, teyzemin evine gittik. Bir defa görmüştüm. Bir anda kaynaştık ve ben başladım ortaokul birinci sınıfa gitmeye. Ama hep başarılı olmam lazım, ortaokulu birincilikle bitireyim diye mücadele ettim.

Yılın ilk üç ayı biraz sıkıntı çektim. Mahalle çocukları tat vermediler, yolumu kestiler, harçlıklarımı aldılar. Helal olsun, sonradan çok güzel kardeş olduk hepsiyle. Çocuk hali. Yolu kesiyorlar harçlığımı alıyorlar, defterimi kitaplarımı karıştırıyorlar, paçalarım, ceketim çamur oluyordu onlarla kavga ederken. Bu üç ay devam etti böyle. Teyzem de "Bu çocuk okumuyor yaramazlık yapıyor. Orada burada birileri ile kavga ediyor herhalde bunu geri gönderelim" diyormuş. Beni aldı bir telaş, bunlar beni geri gönderirse ben ne yapacağım? Okumak istiyorum fakat söyleyemiyorum da çocuklar beni darp ediyorlar, harçlığımı alıyorlar diye. Bir kemerim var çıkarıyorum kendimi savunuyorum paramı almasınlar diye. Genellikle de giderken yapıyorlar. Onlara dedim ki: "Bir daha giderken yapmayın dönerken yapın çünkü okulda temizleyemiyorum üstümü.” Sağ olsunlar çok saygılıydılar. Giderken dokunmuyorlardı. Dönerken çıkıyorlardı karşıma…

Bir gün teyzemin oğullarından biri yakaladı beni tam çocuklarla kavga ederken. ‘Bu ne hal’ deyince onlar kaçtı. Ben de ilk defa ağladım. Çünkü iki üç ay devam etti bu hal. Bir de o dövdü beni, sen nasıl bize söylemezsin diye. Bir dayak da ondan yedim. Eve geldim birkaç gün ağladım, susamadım. Çünkü üzülüyorum ‘eyvah ben gideceğim’ diye. Teyzem öğrenince çok üzüldü, çok ağladı. Sonra teyzemin oğlu gidip o mahalledeki komşuları, o evleri, çocukları dolanmış artık ne demişse ben yılın ikinci üç ayını krallar gibi yaşadım. Orta biri bitirdim ve geri döndük. O yıl Amcam evini Horasan’a taşıdı. Sorun da halloldu. Amcam, “Artık Nurullah'ı getir bizde kalsın okusun” demişti ve benim Horasan yıllarım başladı.

Bu yıllar aynı zamanda çalışmaya başladığınız yıllar olsa gerek. Hangi işleri yaptınız?

Boyacılık yaptım ama şöyle oldu. Amcam bir kahvehane kiraladı. Oğlu Ahmet garsonluk yapıyor benim yaşımda. O para kazanıyor, ben okuyorum. Ben kafaya koydum. Dedim ki, ben çalışarak okuyacağım. Sonra bir baktım birisi kahvehaneye girdi. Birisinin ayakkabılarına eğildi. Bir sandık koydu. Ayakkabısını üzerine aldı başladı onu böyle boyamaya, fırçalamaya. Hayatımda ilk defa boyacı görüyorum. Dikkatle takip etim. Bitirdi, adam çıkardı para verdi. O gidince Ahmet'e sordum, "Bunlara boyacı deniyor. Ayakkabı boyuyorlar" dedi. Dedim, bak bu daha özgür bir iş, bağımsız yani bir kahveye bağımlı kalmaktansa bir boya sandığı alıp boyacılık yapmak daha iyi. İstediğim anda bırakırım çünkü. Dersime çalışırım. Böyle düşününce de gittim amcama ben çalışmak istiyorum dedim. "Sınıfta kalırsın, okuyamazsın" dedi. “Hayır ben okurum. Ödevlerimi de yaparım" dedim. Bunun üzerine gitti boya sandığı yaptırdı.

Ben hararetle boyacılık yapıyorum. Para kazanıyorum, hoşuma gidiyor. Amcam mübarek adam götürüp paralarımı ona veriyorum, o alıyor bir yerde saklıyor paralarımı. Dedim ki, daha mantıklı yapayım bu işi. Defterlerimden birinin arka sayfalarına başladım ayakkabısını boyatan insanların isimlerini sorup yazmaya. “Dayı senin adın ne?”, “Kaç ayakkabın var?”, “Siyahı da var mı mesela kahverengisi?”, “Hep bu saatlerde mi geliyorsun bu kahvehaneye?” Kahvehaneleri dolaşıyorum hep. Şu saatte falan kahvehaneye gelir, şu saatte gider... Ayakkabısını boyarken çorabını boyarsam ne yapar? Tokat mı atar yoksa paramdan mı keser? Bunların notlarını aldım. Boya fiyatını da 50 kuruştan 25 kuruşa düşürmüştüm zaten. Ucuz boyuyorum sürümden kazanayım diye. Müthiş ayakkabı boyamaya başladım. Yani inanılmaz arttı sayı.

Bir şirket gibi kurumsallaşmışsınız resmen…

Ama tabi Horasan küçük bir yer, kahvehane sayısı sınırlı, ayakkabı boyatan sayısı sınırlı, müşteri kapasitesi belli. Yani epeyce bir müşteriyi ele geçirince diğer boyacılar toplanmışlar, Allah rahmet eylesin Vahit diye birisi vardı, “Bunun boya sandığını kıralım bir daha boya yapamaz" demişler. Sekiz on boyacı bir anda kıstırdılar bir yerde. Ayakkabı boyamla yürüyorum. Vahit başlarında. Tanıyorum da hepsini. İyi bir darp ettiler beni. Boya sandığımı da kırdılar. Hakkım helaldir hepsine. Vahid’i kaybettik, Allah rahmet eylesin. Ölümünden önce de beni aramıştı "Bana hakkını helal ettin mi?" diye. Helal olsun, o çocukluk haliydi. Yani biz çocuklukta neyden sorumluyuz ki? Ayakkabı boya sandığım kırılınca eve gittim amcam çok sinirlendi. "Ben yeniden boya sandığı yaptıracağım "dedi. Ben “hayır” dedim, “artık ben boya sandığımla onların karşısına çıkamam yeni bir kavga olursa çok üzülürüz” ve boyacılığı böylece noktalamış oldum ortaokul ikinci sınıfta…

Bulaşıkçılığa devam edemedim fırıncılığı sevdim

Başka bir meslek mi buldunuz?

Çalışıyorum, derslerim iyi. Hepsinden dokuz on alıyorum. Ödevlerimi yapıyorum. Gittim kendi arayışlarımla bir lokanta buldum. Beyaz Amca diye birisi var lokantacı. Ona gittim, konuştum. "Bana bulaşıkçı olarak yararsın gel" dedi. “Akşam okuldan sonra gece 10’a kadar, 11’e kadar bulaşıkları yıka. Yalnız günde bir kap yemek yiyeceksin iki kap değil. Yani sabah çorba içeceksin, öğlen de bir kap yemek yiyeceksin, akşam zaten yemeyeceksin. Gidip evinde yiyeceksin.” Böyle bir kuralı varmış. Ben de tamam dedim başladım ama doymuyorum. Hafta sonları cumartesi-pazar, hafta içleri akşam gidiyorum bir kap yemek yiyorum doymuyorum. Baktım ki, olmuyor. İki kap yemeye başladım ama oradaki çalışan kişiye, “Benim hesabıma yaz, yevmiyemden düş" dedim. Üç ay sonra fark etti, “Sen niye düşük yevmiye alıyorsun" dedi Beyaz Amca. Dedim ki: "Yemek yiyorum. Onu düşüyorum." "Burada yemek yiyemezsin fazla, git dışarıda ye. Burada kural var bozamazsın.” dedi. Ben bunun üzerine ayrıldım. Bulaşıkçılığı bıraktım.

Sonra fırıncılık günleriniz başlıyor. Neden fırın?

Fırınla karşılaştım bir gün. Hemen kahvehanenin bitişiğinde bir fırın var. Türkiye'nin bugünkü durumunun anlaşılması açısından da önemli. Bu söylediğim yıl 1972-73 yılı, ben ortaokul üçe gidiyorum. Jeneratörle elektrik verildiği için gece lambalar sönüyor. Kahvehaneler 12’ye kadar cıvıl cıvıl. Herkes elektrikten son anına kadar yaralanmayı istiyor ve kahvehaneler tıklım tıklım. 12’den sonra kapkaranlık bir şehir. Gaz lambaları yanıyor, yakılıyor. Fırın karanlığa gömüldüğünden fırının içi de karanlık olduğundan dolayı usta ekmek pişiremiyor. Ekmek pişirebilmesi için bir çırağın el feneriyle fırın kapağının içerisine tutması lazım ki usta ekmekleri pişirebilsin. Çırak da kaçmış, gitmiş. Çıraksız kalmışlar. Hafta sonu usta bana, “Yarın okul yok bize bugün fener tutar mısın?" dedi. Dört saat fener tuttum 12’den 4’e kadar. 4’te elektrikler geliyor jeneratör yeniden çalışıyor. Gittim uyudum. Ertesi gün çırak gelmeyince bir daha tutum. Dedim bu ne güzel bir iş. Burada fener tutsam 4’te uyusam, 8’de kalksam okula gitsem, akşam gelsem ödevlerimi yapsam, 12’ye kadar biraz uyusam diye bir kurgu yaptım. Sordum ustaya, çırak ne kadar para alıyor diye. Yani çok paracı olduğumdan değil ama para kazanmak istiyorum ki babama da yardımım olsun. Baktım boyadan daha fazla para kazanıyor. O zaman tamam dedim. "Olmaz" dedi. "Sen okuyorsun, amcan bize kızar" dedi. Gittim amcamla konuştum. Onlar çırak bulamayınca, amcamdan da izin alınca ben başladım fener tutmaya. Bırakmıyorum. Hafızamda hep şu var, derslerden zaten sıkıntım yok, fırıncılığı öğreneyim. Nasıl bir sevdim fırıncılığı. Müthiş kendimi verdim. Özdeşleştim. Ve ben bir yıl okul bitene kadar gece 12’den 4’e kadar fener tuttum.

Dedim bu ne güzel bir iş. Para kazanmak istiyorum ki babama da yardımım olsun. Ve ben bir yıl okul bitene kadar gece 12’den 4’e kadar fener tuttum.

Fırında mı uyuyordunuz?

Un çuvallarının üzerinde uyuyordum. Yüzüm gözüm un içerisinde. Duş alıyordum. Elbisemi giyiyordum, okula gidiyordum. Fırıncılık bitti. Ben fırıncılığı öğrendim. Hatta düşünün ben çıraktım. Usta gitti ustasız kaldılar. Ortaokul üçüncü sınıf talebesi olarak günde yirmi beş çuval olmak üzere yetmiş beş çuval unu üç günde hamur yaptım ve pişirdim orada bir iki kişiyle beraber. Yani artık mesleği o kadar öğrenmiştim bir yılın sonunda.

Amcanızın sizden bir talebi yok. Ya da daha önce yanında kaldığınız teyzenizin. Babanız da size “okuyacaksan çalış” demiyor. Sizin çalışmak konusunda hissettiğiniz bu ağır sorumluluğun sebebi ne?

Hayır hayır öyle bir şey yok. Allah Teâlâ şöyle bir yapı vermiş bana. Yani bir zamanım varsa bir şey yapayım o zaman içerisinde. Bir şey halledeyim… Babam büyük sıkıntılar içerisinde beni okutuyor. Yer bulamıyoruz. Oraya götürüyor. Buraya götürüyor. Sırtında taşıyor. Koyununu satıyor, bana harçlık yapıyor. Ben babama katkı sağlamalıyım, babama destek olmalıyım diye düşüyordum.

Zengin adam elindekileri verebilendir

Buradan kazandığım paralarla babamın ahırına belki bir koyun alırım, anneme belki bir etek alırım, kardeşlerime hediyeler alırım diye düşünüyordum. Bu vardı hafızamda. Babam derdi ki: "Zengin adam elindekileri verebilendir." Böyle büyüttü bizi. "Bir adam elindekileri veremiyorsa yoksuldur" derdi.

Hayatımın en zor yolculuğu, babamın beni okutmak için 10 koyunu satmaya götürüşüydü.

Gelelim Erzurum İmam Hatip Lisesi'ne girişinize…

O fırında çalışırken zihin dünyamda bir tek soru işareti vardı. Parasız yatılıyı kazanmam lazım. Harıl harıl, tekrar tekrar çalışıyordum. Hatta lisede okuyanlardan bir iki tane kitap almıştım. Onları okuyordum ki, parasız yatılıda bunlardan soru gelirse onları da yapayım diye. Çünkü parasız yatılıyı kazanamazsam babam artık karar vermişti, paralı yatılıya verecekti ve ahırındaki 12 tane koyundan 10’unu satıp götürecekti. Babam koyunlarını satmasın diye parasız yatılıyı kazanmam gerekiyordu. Yatılı sınavları oldu. Köye gittim. Bütün herkesin sınav sonuç belgeleri geldi, benimki gelmedi. Dolayısıyla kazanamadım diye üzüldüm ve Horasan'a gittim tekrar. Çok üzüldüm. Bir hafta falan böyle ağladım. Köye de dönemedim üzüntümden dolayı. Sonra babam geldi. Bana sarıldı. "Oğlum önemi yok, nasiptir. Ben koyunları satar götürürüm. Sen rahat ol. Ortaokulu birinci olarak bitirdin. Vardır bunda bir hayır.” dedi. Sonra güz oldu ve 10 koyunu aldı Horasan'a benimle götürdü.

Hayatımın en zor yolculuğu, babamın okumam için koyunlarını satmaya gittiği yolculuktu.

Hayatımın en zor yolculuğuydu. Babamın umurunda değil. Koyunları satıyor adam ya şiir okuyor ya zikrediyor falan. Gittik Erzurum'a. Paralı yatılıya götürdü beni. Kayıt yaptırdı. Veznedara “Bir yıllık parasını peşin vereceğim" dedi. Taksit taksit ödüyormuş birçok çocuk sahibi. “Bir daha gelemem. Köyümüz uzak, dağda" dedi. 10 koyunun birini harçlık yaptı, kendisine ve bana. 9 koyunun parası ancak yetti. Verdi paralı yatılıya... Camdan dışarı bakıyorum akşamları. Üzülüyorum aklıma o koyunlar geliyor. Çünkü sebep oldum. Ahır boşaldı. Şöyle düşünüyorum, 9 kardeşiz. Kardeşlerim hangi sütten hangi yoğurttan faydalanacaklar…?

Veznedara “Bir yıllık parasını peşin vereceğim. Bir daha gelemem. Köyümüz uzak, dağda" dedi. 10 koyunun birini harçlık yaptı, kendisine ve bana. 9 koyunun parası ancak yetti. Verdi paralı yatılıya...

Hem kazanamadınız hem de koyunlar satıldı…

Evet öyle ama tam iki ay geçmişti ki, Müdürümüz Abdurrahman dedi ki: "Oğlum sen listede varsın. Niye kayıt yaptırmadın?" “Bana belge gelmedi” dedim. "Oğlum kaydın son haftası” dedi. Babama telefon ettim 15 güne ancak geldi babam. Nasipte de var ya, kayıtları uzattılar bir hafta daha. Babam yetişti ve kaydımı sildirdi oradan. Parasız yatılıya kayıt yaptıracağız. Helallik istedi veznedardan, paranın geri kalanını alacak. Adam dedi ki: "Seyfullah abi, 9 koyundan ikisi gitti". Çıkardı yedi koyunun parasını. Babam ona şunu sordu, "Harçlığı olmayan, taksitini ödeyemeyen çocukları iyi biliyorsun değil mi? Bu parayı sana emanet olarak bıraksam tamamını. Harçlığını ödeyemeyen çocukların harçlıklarını adil bir şekilde en ihtiyacı olandan başlayarak harcar mısın?". "Abi sen ne diyorsun? Bu çok büyük para" dedi. "Ben zaten bu parayı gözden çıkarmıştım. Ben gelecek üç yılın otuz koyunundan kurtuldum. Hani neden o belge gelmedi? Nurullah'ın belgesi? Çünkü bu koyunlar bu çocukların rızkı. Allah bana sattırdı ki bunları onlara vereyim” dedi babam.

Veznedarın böyle durduğu yerde gözlerinden yaşlar geldi. Kalktı babamın boynuna sarıldı. Ben babamın elinden tuttum. İmam hatibe doğru yürüdük. Elini bırakamıyorum. “Baba sen ne yaptın ya diyeceğim”, diyemiyorum. Döndü bana dedi ki: “Oğlum her şeyin sahibi Allah'tır. Koyunların ne önemi var ki. Oradaki çocuklar rahat etsinler. Keşke çok koyunum olsa da hepsini peşinen ödeseydim" dedi. Ve biz böylece gittik parasız yatılıya ve benim parasız yatılı günlerim başladı. Babam beni bırakıp döndü. Ben hemen ne yaptım, gittim yeni bir boya sandığı yaptırdım. İmam hatipte boyacılığa başladım.

Çanakkale şiiri yazdım ama altına adımı yazamadım

Bugünlerde şiir çalışmalarınız da başlıyor. Çok ilginç bir Çanakkale şiiri maceranız var. Sizden dinleyebilir miyiz?

Başladım boyacılık yapmaya. Bana Cenabı Hak yolları öyle açtı ki. Gittim mesela parasız yatılının müdürüne. Dedim ki: "Ben Horasan'da okurken fırında çalıştım, boyacılık yaptım. Hocam çalışmak istiyorum. Para kazanmak istiyorum aynı zamanda." "Allah Allah, ne yapacaksın?" dedi. "Boyacılık." “Parasız yatılıda boyacı yok. Ama derslerini ihmal etmeyeceksin" dedi. Bana bir köşe ayırdı. Dört yıl orada oturdum akşamları, orada ayakkabı boyadım.

Şiirler de yazıyorum. Kültür Bakanlığının yarışmasında, Tarım ve Orman Bakanlığının Türkiye geneli yarışmasında Türkiye ikincisi ve birincisi oldum. Şiir okuma yarışmasında da Mehmet Akif’in bir şiirini okuyarak okuma birincisi oldum Erzurum'da. Şimdi bunları görünce Abdurrahman Teber hocamız, şiirle ilgili bir şey olduğunda beni çağırıyor artık.

Çanakkale de böyle gündeme geldi. Son sınıftaydım. Bir gün çağırdı beni. "Bir liste vereceğim orada elliye yakın şiir ve yazı ismi var bunlar diğer liselere dağıtılmış. İşte Erzurum Lisesine, Atatürk Lisesine, ortaokullara falan. Üç gün sonra Çanakkale Şehitlerini anma yıl dönümü var. İmam hatip lisesini temsilen de sen orada bir şiir ya da yazı okuyacaksın sahnede". O zaman Üçüncü Ordu da Erzurum'da. "Tören de çok muhteşem olacak. Üçüncü ordu komutanı katılacak" dedi. Gittim iki gün İl Halk Kütüphanesini dolaştım. Yok. Koca bir destan Çanakkale. Ama o 50 yazının ve şiirin dışında bir şey bulamadım. Nereye bakıyorsam yok. En son kapısını çaldım hocanın. Girdim. Hocam dedim, bunların dışına bir şey bulamadım. Kızdı. "Ben seni nasıl göndereceğim oraya. Sen şiir yazıyorsun git bul" dedi. Beni bir daha gönderdi. Çıktım…

Ne yaptınız peki?

Sıtkı Aras diye bir tanıdığım vardı. Onun bir doktor asistan odası vardı, Ziraat Fakültesindeydi. Aldı beni üniversitenin tarih hocalarına götürdü. Tarihçiler baktılar, ‘bunların dışında bir şey yok’ dediler. Kaldım çaresiz. Geriye döndüm. Hocanın kapısını çalacağım, çalamıyorum. Aklıma bir şey geldi, ‘acaba ben Çanakkale şiiri yazabilir miyim?’ Geriye döndüm yurda gittim. Tarih kitabını aldım. Tarih kitabında koca Çanakkale destanı iki paragraf... Okudum okudum okudum. Sabaha kadar uyuyamadım ve o ifadelerden yola çıkarak bir Çanakkale şiiri yazdım. Hamasi bir şiir. Bitirdim şiiri ve altına kendi adımı yazamadım. Cesaret edemedim. Yani nasıl diyeyim ki bunu ben yazdım diye? ‘Ziya Osman Saba’ yazdım. Dedim ki, nasıl olsa müdür bey Ziya Osman Saba'nın Çanakkale şiirini bilmez. Arada kaynar. Oradakiler de bilmez. Ben gider bunu okurum. Sonra yırtar atarım. Kapısını çaldım, "Hocam buldum" dedim. Baktı gözümün içine, şiire baktı. "Allah Allah, Ziya Osman Saba'nın böyle bir şiiri mi varmış" dedi. “Ben böyle bir şiiri olduğu hatırlamıyorum, hemen edebiyat hocanı çağır" dedi. “Eyvah” dedim, “şimdi yandık”. Nurdan Hanımı gittim çağırdım. Baktı baktı. "Müdür Bey, Ziya Osman'ın üslubu değil bu. Ziya Osman'ın böyle bir şiiri de yok zaten" dedi. Döndü bana Müdür Bey, "Sen bunu nereden buldun" dedi. Çaresiz kaldım. "Hocam bulamadım, yokmuş. Tarihçi hocalara da gittim" dedim. "Peki bu ne?" dedi. "Ben yazdım" dedim. “Kendi adımı yazamadım altına. Ziya Osman'ın adını yazdım." Bir alkışladı, sarıldı, beni bir öptü. Nurdan Hanıma dedi ki: "Dersleri tatil ediyoruz. Bütün öğretmenleri çağır buraya. Öğrencileri topla." Bütün öğrenciler toplandı, öğretmenler. Çıktı bir konuşma yaptı. Sonra çağırdı, ben şiiri okudum. Bir alkış koptu. Nasıl mutluydum o gün biliyor musunuz? Ertesi gün gittim törene. En son girdim kulise. Çıktım sahneye. Artık kimseyi görmüyorum. Üçüncü Ordu Komutanı önde, subaylar tıklım tıklım dolu bir sahne. Ben bakıyorum. Bir süre sonra her şey dağıldı gözümün önünde. O şiiri nasıl yazdığımı anlattım ve şiiri okudum. Bir alkış koptu. Ordu Komutanı sahneye çıktı ve bana sarıldı. Tebrik etti. Dedi ki: "Bizim büyük destanımız oğlum. Sen ne güzel bir Çanakkale şiiri yazmışsın bu yaşında". Ordu Komutanı sahneye çıkar da arkasından subaylar çıkmaz mı? Ben yarım saate zor indim sahneden. Bütün subaylar çıktı. Sarıldılar, öptüler beni. Çanakkale böyle oldu ve bu Arif Nihat Asya'nın ‘Bayrak’ şiirini yazmasına da çok benzer. Sonradan okudum ki, Arif Nihat Asya Bayrak şiirini de böyle bir hadiseyle yazmış. Milli Eğitim Müdürlüğü kendisinden bir bayrak şiiri istemiş Adana'da. Bulamamış. Çocukları göndermiş, arayın, tarayın. Bulamamışlar. Gece kendisi oturmuş o bayrak şiirini yazmış. Tarih sanki böyle tekerrür etti bizim Çanakkale'yle ilgili yazdığımızda.

Nurullah Genç, imam hatip öğrenciliği boyunca yaptığı ayakkabı boyacılığı ve paralı ödev günlerini anlattı.
Nurullah Genç, imam hatip öğrenciliği boyunca yaptığı ayakkabı boyacılığı ve paralı ödev günlerini anlattı.

Bir yandan boyacılık yapıyorsunuz, bir yandan okul birincisi olup Erzurum İmam Hatip Lisesini bitiriyorsunuz. Mezun olur olmaz ne yaptınız?

Okul bitti. Boya sandığını paketledim, koydum. Artık boyacılık yok. Öğretmenlerimden birisine verdim 4 yıl o paraları ben. O sakladı bir yerlerde. Hoca bir liste getirdi bana. Gün gün yazmış bütün paraları. Onları denkleştirmiş büyük paralara dönüştürmüş. Yani nasıl bir servet kazanmışım dört yılda biliyor musunuz? Baktım 10 koyun parasından çok fazla. Babama, kardeşlerime, akrabalarıma, amcama, yengeme bir sürü hediyeler aldım Horasan'a gittim. Horasan'da Behçet Aktaş diye bir arkadaşım vardı mahalle arkadaşım. Behçet'i aldım yanıma gittik hayvan pazarına 10 tane koyun aldık. Köye gittik. Tevafuk babam da duvarın dibinde oturuyor. Biz böyle koyunları o tarafa sürünce babam bir anda ayağa kalktı. Behçet’in zannetti. Çünkü köyümüzün dağında yayla var. O yaylaya çeşitli sürüler gelirdi. Zannetti ki, Behçet sürü getirmiş köye. "Behçet hayırdır yaylaya koyun mu getirdin?" dedi. "Valla yok Seyfullah Amca, ben Nurullah'a arkadaşlık ettim. Bu koyunları Nurullah getirdi" dedi. Babam, "Ne koyunu, oğlum bunlar ne?" dedi."Ee Baba sen bu koyunları ahırdan götürmüştün ya satmak için, ben onları yeniden yerine getirdim" deyince babam şöyle bir ağladı önce. Gözlerinden yaşlar geldi. Kalktı, geldi ve bana sarıldı. Dedi ki: "Oğlum bu çok güzel de biliyor musun seni okutmak için yüz tane koyunum olsaydı hepsini satmam gerekseydi ve hiçbiri bu köye dönmeseydi ben yine satardım. Ama sen ne güzel çocuksun ki 10 tane koyun getirdin ahıra oğlum."

Babam dedi ki: "Oğlum bu çok güzel de biliyor musun seni okutmak için yüz tane koyunum olsaydı hepsini satmam gerekseydi ve hiç biri bu köye dönmeseydi ben yine satardım.

Bu arada lisede ilginç bir meslek daha öğreniyorsunuz değil mi?

Boya yapıyorum, ayakkabı boyuyorum. Rıfat Kars diye bir arkadaşım var dedi ki: "Nurullah bir saate kaç ayakkabı boyuyorsun?" Dedim: "10 çift boyuyorum. İki saatte 20 çift." "Benim şu anda vaktim yok. İki gün sonra da vermem lazım. Coğrafya ödevim var onu yap." "Olur" dedim. Yirmi çift ayakkabı parası aldım. İki üç gün içerisinde onun ödevini yapıp verdim. Hani biter dedim bir kişinin ödevi. Duyan geldi. Ben bir süre sonra talepleri karşılayamaz oldum. Zafer geldi, Seyfettin geldi. Ben böyle başladım paralı ödev yapmaya. Ayakkabı boyası kadar para kazanıyorum ödevlerden. Hiç de zorluk çekmiyorum. Bir gün dediler ki, Müdür Bey seni çağırıyor. Gittim. Pencerenin kenarında duruyor. Kapıdan girdim ama yüzü çok öfkeli, sert duruyor. Yanına gittim, döndü kulağımdan tuttu ve çekti. Canım yandı yani. "Hocam ne yaptım ben" dedim. "Sen imam hatip lisesinin birincisisin. Boyacılık yapıyorsun, para kazanıyorsun. Senin derdin ne? Bir de başkalarına ödev yapıyorsun. Ya sen ne biçim çocuksun" dedi. "Hocam parayla yapıyorum" deyince durdu. Para aldığımı bilmiyor tabi. Zannediyor ki, bedava ödev yapıyorum. "Nasıl yani?" dedi. "Hocam ayakkabı boyası kadar para alıyorum” dedim. "Kimin ödevlerini yapıyorsun?" dedi. Baktı ki böyle hep ödev yapamayacak öğrenciler bunlar. Durdu durdu."Ya” dedi. "Bunlar zaten ödev yapamaz. Al paralarını yap ödevlerini." Ben ruhsatı alınca çok rahat bir şekilde kalan sürelerde ödev yaptım.

Gelelim üniversiteye… Edebiyatla iç içe büyüdünüz ama iktisat okumayı tercih ediyorsunuz. Neden?

İmam hatip lisesinde edebiyat koluyduk. Fen kolu mezunları; tıp fakültelerine, fen fakültelerine girebilirdi. Ama biz giremiyorduk. Yani Erzurum Tıp Fakültesi beni almıyordu mesela. Sadece ziraat fakültesine, işletme fakültesine. Ben de o zamanlar Namık Kemal’in bir sözünü okumuştum, "Edebiyat okuyanın edebiyat yapması, edebiyat yapanın da edebiyat okuması lazım gelmez." Şöyle düşünmüştüm, ben edebiyata ömrümü vereceğim belli. Çok seviyorum; şiiri, sanatı. Okumak ve öğrenmek zorundayım zaten. O zaman başka bir alandan niye kendimi mahrum edeyim? Hem edebiyat öğreneyim hem iktisat öğreneyim diye tercih yaparken; bir işletme fakültesi, iki ziraat fakültesi, üç edebiyat fakültesi diye gittim. Zaten ilk tercihim geldiği için de işletme fakültesini kazandım. O yıl içerisinde iktisada dönüştü ismi. Böyle oldu.

Üniversitede de hem çalışıp hem okumaya devam ettiniz mi?

Ben boya sandığımı aldım, yeniden üniversite yurtlarına götürdüm ve boyacılık yapmaya başladım. Yurt idaresinden izin aldım. Bir berber vardı yurtta. Daha 12 Eylül ihtilali olmamış. Sağ sol kavgaları var. Birçok sıkıntılar var. Sağcılar bile kendi aralarında kavga ediyorlar. Nöbet tutuyorlar. Yani düşünün. O berberin yanında bir yer ayırdılar bana. Orada başladım boyacılık yapıyorum. Dersten geliyorum ayakkabı boyuyorum. Atıyorum sandığımı oraya. Bir gün boya yapıyordum kavga çıktı. Kavganın içerisine kaldım. Berberin camına yapıştım yani dayak yemeyeyim diye. Ama nasıl bir toz duman koptu. Yurt karıştı. Benim sandığı aldılar birbirlerine fırlattılar. Fırçalarımı aldılar, fırlattılar. Fırçalarım kırıldı. Sandığımın parçası kalmadı. O ona fırlattı. O ona fırlattı. Kavga bitti. Polisler falan geldi ve ben kalktım. Sandık yok. Fırçalar yok. “Tamam” dedim. “Artık boyacılık işi bitti. İkinci defa kırıldı sandığım. Ekmek teknemi kırdılar” dedim, boyacılığı bıraktım.

Ne yapayım diye düşünürken henüz tam soğuklar falan da çökmemişti. Birkaç inşaat buldum. Gittim çivi çektim, iskele kurdum. Arkadaşlarla bir grup oluşturduk. Tetanos iğnesi olduk epeyce. Yani o paslı çiviler batardı dururdu ellerimize. Sonra fırınları araştırdım. Asıl mesleğim o. Hafta sonları ve hafta içi izne giden ustalar buldum bazı fırınlarda. Onların yerlerine gidip çalışmaya başladım. Haftada üç-dört gün de fırınlarda çalışmaya başladım. Hedef olarak da şunu belirledim, ikinci sene tıp fakültesine gideceğim. Neden? Fark derslerini vereceğim; fizik, kimya, biyoloji... Tıp fakültesini kazanıp doktor olacağım. Aklımda da böyle bir hedef var. Abdurrahman Teber'e götürdüm üniversite sınav sonuçlarını. Fen puanım oldukça yüksek. Dedi ki: "Oğlum bu puanla tıp fakültesini kazanırdın sen. Ya böyle adaletsizlik olur mu?" dedi.

Sebebi İmam hatipli olmanız mı?

Tabii, imam hatipli olmam. Çünkü imam hatipli olduğumuz için tamamımız edebiyat kolu sayılıyoruz ve fen puanıyla alan yerlere giremiyoruz. Yani negatif bir ayrımcılık vardı o zaman imam hatip liselerine karşı maalesef. Ben kafama koydum, gittim Atatürk Lisesine yazıldım. Fizik, kimya, biyoloji derslerine giriyorum. Bir taraftan boyacılık yapıyorum. Bir taraftan üniversite dersleri, bir taraftan fırın. Böyle gidip geliyorum. İşte tam o günlerde bir karar alındı. Akşam 18’den sonra yurda giriş yasaklandı. Ben de 8’de başlıyorum 11’de çıkıyorum fırından. Üç saat, dört saat hamur yapıyorum, bitirip dönüyorum. Yurt kapanmış oluyor. Nerede kalacağım?

Birkaç gün halama gittim. Her gün halama da gidemem. Bir gün geldim yine yurt kapanmış. Üzüldüm. Ya ne yapayım ben şimdi? Nerede kalayım? Birisi dedi ki: "Otogara git." Hemen otogar da yakındır, üniversitenin çıkışındadır. Gittim otogara. Dedim orada kalayım sabaha kadar. Çok soğuktu. Bir ince palto var üzerimde, üşüdüm. Dört saat emin olunuz böyle gittim geldim otogarın içerisinde. Oturamıyorsunuz. Zaten öyle banklar falan da yok yani. Sağa gidiyorum sola gidiyorum. Lavaboya gidiyorum. Kapılar sürekli açıldığı için inanılmaz bir soğuk geliyor. İhtiyar bir adamın dikkatini çekmiş, geldi yanıma: "Evladım nedir böyle dolaşıyorsun sürekli? Yolcu değilsin. Belli ki bir sorunun var" dedi. “Amca ben dışarıda kaldım. Üniversite yurtlarına giremedim. Burada konaklayayım" dedim. "Neden buradasın, tren garına gitsene, gar daha sıcaktır" dedi. Böyle bir şimşek çaktı. “Sen Nedim’in yanına git" dediler. Sınıf arkadaşımız Nedim Kahya tren garında çalışıyor, memur. Hemen ertesi gün gittim Nedim'i buldum, durumu anlattım. Gitti bana hemen bir battaniye getirdi, yastık getirdi. Bir bank ayarladı, üzerine ‘N’ harfi yazdı. Dedi ki, ''Burası senin evin, gel burada kal. İstediğin zaman kalabilirsin.''

Tren garında uyurken meczup diye para bırakırlardı yanıma

Şiirinizde geçtiği gibi Erzurum'da tren garında, banklarda uyumuşluğunuz var yani…

O bank bana yumuşak döşek gibi gelirdi. Yorulurdum çünkü gelip yastığa başıma koyardım, üzerime çekerdim battaniyeyi, yatardım. 4 yılda 100 günü geçmiş neredeyse tren garında uyuduğum gün sayısı. Nedim'i buluyorum. Onunla çay içiyoruz. Oradaki makinistlerle bütün oradaki personelle arkadaş oldum. Gidiyorum ''Nurullah neredesin çay soğudu'' diyorlar bana. Güzel tarafı ne biliyor musunuz? Şiirlerim orada doğdu benim. Bütün şiirlerim orada yerleşmiş içime. Akşam oluyor, çayımızı içiyoruz. Nedim gidiyor, makinistler gidiyor, o çalışma yerleri kapanıyor. Yolcular gidiyor. Tek başıma kalıyorum.

Gölgeler gidiyor. Kuşlar gidiyor, karanlık çöküyor. Ben bankın üzerinde bekleme salonunda tek başımayım. Kimse yok. ''Allah’ım diyorum, ne kadar yalnızım ben, nasıl yalnızım şu anda.'' Sonra diyorum ki, “Allah’ım sen varsın ben yalnız değilim”. Sonra uyuyorum, gecenin bir vaktinde banliyö treni geliyor. Yolcular boşalıyor. Yolcular bekleme salonuna hücum ediyorlar, uyanıyorum. Bazen öyle derin uyuyorum ki, yolcular geliyorlar uyanmıyorum. Bazen uyanıyorum, yanımda paralar görüyorum. Meczup diye para bırakıyorlar yanıma. Bazen yanımda yiyecekler buluyorum. Bir meczup gece yarısı tren garında uyuyor, nimetlensin diye. Paraları alıyorum. Onları olması gereken kişilere götürüp veriyorum. O yiyecekleri, arkadaşlara ya da birilerine ikram ediyorum. Benim 100 gecem aşağı yukarı tren garında böyle geçmiş.

O bank bana yumuşak döşek gibi gelirdi. Yorulurdum çünkü gelip yastığa başıma koyardım. 4 yılda 100 günü geçmiş neredeyse tren garında uyuduğum gün sayısı.

Yağmur'a gelirsek... Nasıl bir yolculuğa çıktınız da bu yağmur yağdı?Gerçi siz yağdı kelimesini sevmiyorsunuz…

Evet indi, ‘rahmet indi’ diyorum ben. O köy odasına gitmemiz lazım yeniden. O şiir fasılları naatla kapanırdı. Rahmetli Rıza Amcam bir naat okurdu. Babam makamla söylerdi. Su Gazeli okunur, analizi yapılırdı. O zamanlar rahmetli Rıza Amcam derdi ki, ''Bir şair naat yazmamışsa adam olmamıştır.'' Benim de üniversite birinci sınıftan itibaren artık dergilerde şiirlerim yayınlanmaya başladı. ‘Ben bir naat yazmalıyım yoksa adam olmayacağım ben’ düşüncesi o günlerde başladı, 90 yılına kadar devam etti. Yazamadım. Ellinin üzerinde naatı inceledim. Belki ellinin üzerinde denemeler yaptım. Hepsine ‘Yağmur’ adını verdim. Benim naatımın ismi ‘Yağmur’du zaten. O köy odasında şekillenmişti.

Yağmur’un bir bilet hikayesi de var bildiğim kadarıyla?

Tabii, 90 yılında bir film biletinin arkasında ortaya çıktı. Neden? 10 yıl yağmur, yağmur diyorsunuz ama bir şey yazamıyorsunuz. 90 yılına geldiğinde ‘artık ben şiir yazmayı bırakayım çünkü naat yazamıyorum’ dedim. Tam böyle bırakmayı düşündüğüm zamanlarda Cenabı Hak yol açtı önümde. İstanbul'dan Erzurum'a dönüyorum. Bir filmin galasına davet edilmiştim. Üniversitede öğretim üyesiyim. Otobüsün camından dışarı bakıyorum. O zaman İstanbul’da Topkapı'daydı otogar. Trafikten dolayı tıkış tıkış olurdu. 4, 5 saat kaldık. İniyorum, geliyorum. İhtiyaçlarımı karşılıyorum. Otobüs bir türlü hareket etmiyor. Yağmur yağdı, camlar puslu. Gölgeler gidip geliyor, camlarda siluetler.

Kendi kendime bir anda dedim ki, ‘nereye gidiyor bu insanlar?’ Otobüsün kapısından baktım. Herkes bir yerlere gidip geliyor. Koşuşturuyorlar yağmur altında. Okçular Tepesine gitti aklım. Yani Hz. Peygamber ‘buradan ayrılmayın’ dediği halde niye terk ettiniz dedim, niye gidiyorsunuz? Hepsi ashap mübarek insanlar, yıldızlar. Ama böyle sanki onlara sitem ettim. ‘Orada dursaydınız’ diye. Abdülhamit Han'a gitti aklım bir anda. Onu böyle tahtından indirmek üzere, azletmek üzere gidenlere sitem ettim. Bazılarına kızdım, haykırdım. ‘Siz niye onu indiriyorsunuz. Osmanlı yıkılmasın diye uğraşıyor. Siz Osmanlıyı yıkmak için tahtından indiriyorsunuz.’ Osmanlı ondan sonra çöktü, yıkıldı zaten. Böyle bir hal içerisinde kendime sordum; 'Sen nereye gidiyorsun?’

Ellinin üzerinde denemeler yaptım ve hepsine ‘Yağmur’ adını verdim

Bir tarih muhasebesi yapmışsınız... Sonra?

Dört beş saat sürdü. Bileti çıkardım arkasına; ''Sensiz ufuklarıma, yalancı bir tan düştü / Sensiz kıtalar boyu uzayan vatan düştü / Bir kölelik ruhuna mahkum olunca gönül yüzyıllardır dorukta bekleyen sultan düştü.'' diye yazdım. Sonra dedim ki; Allah’ım ben herhalde bir şey yazmaya başladım… Bir halin içerisine girdim. ‘Bu bir naat mı acaba’ diye. Onu böyle sıkıştırdım göğsüme. Otobüs hareket etti gidiyoruz. Ben unutmuyorum. Arada bir bakıyorum, okuyorum. ‘Oh ya Rabbim’ diyorum ‘ben bir şey yazmaya başladım’. Çünkü mısralar zorluyor beni artık. Eve gittim kapıyı çaldım, eşim açtı kapıyı. İki çocuğum var. Eşime dedim ki, ''Ben bir şey yazmaya başladım ama ne olduğunu da tam bilmiyorum. Biraz sıkıntılı bir haldeyim, içim çok dolu. Bu süre içerisinde, bu bitene kadar bana tahammül eder misin?'' ''Tabi ki sen yaz yeter ki'' dedi.

40 metrekare bir evdeyiz, asistan lojmanı küçük, iki tane oda. Dedim ki, ''Şu odada ben bununla uğraşırken sen çocuklara bu odada sahip ol, olur mu? Konsantrasyonumu bozarlar.” Allah razı olsun. 3 ay gerçekten o odadan çocukları sokmadı içeri. Ama günler bitmiyor. O da merakla bekliyor. Ben geliyorum, odaya kapanıyorum. Yemek yiyorum, odaya kapanıyorum. Duvarla konuşuyorum. Bütün bir tarih… Hz. Adem'den bugüne kadar. Peygamberler tarihi, İslam tarihi, Batı tarihi, Bizans, Roma, Orta çağ… Bütün bir kainat, bütün dünya… Bir muhasebe içerisinde o duvarlarla konuştum ve benim ufkuma hücum ettiler. Sonra mısralar dökülmeye başladı. “Var edenin adıyla insanlığa nur” diye başladı ve devam etti şiir...

O üç ayda okulu ne yaptınız, çevreniz, arkadaşlarınız?

O üç ay içerisinde derslere gidiyorum. Arkadaşlarıma ‘merhaba’ diyorum, ‘Allaha ısmarladık’ deyip ayrılıyorum. Oysa benim sosyal hayatım çok zengindir. İnsanlarla bir araya gelirim. Fıkralar anlatırım, kurgular yaparım, şakalar yaparım. Azıcık yüzüm dökük olsa sorarlar zaten ‘sana ne oldu?’ diye. Arkadaşlar demişler ki, "Bu hasta oldu, doktora götürmemiz lazım.”

Bir psikiyatrist arkadaşımız var Erzurumlu. Ona gitmişler, ''Mutlaka bir problem var. Böyle olmaz bir insan birdenbire. Depresyondadır alın getirin." demiş. Geliyorlar bana diyorlar ki, “Ya hastaneye gidelim. Bir arkadaş var rahatsız, onu görelim.'' Beni mahsusen oraya götürmek için. “Sonra gideriz arkadaşlar selam söyleyin, Allahaısmarladık” deyip ben çekip gidiyorum. Gitmiş anlatmışlar, “Getiremiyoruz” demişler. Demiş ki: ''Tamam bu kesin rahatsız. Çünkü gelmek istemez zaten. Takip edin, omuzlarının düştüğünü anladığınız an yakalayın getirin. Çünkü artık tedavi olması lazım”. Bunlar beni takip etmeye başladılar omuzlarım düşecek mi diye...

Üç ay bitti, şiir bitti. Bugünkü haliyle, hiçbir şey değişmemiştir. Yani harf değişmemiştir. O odadan nasıl çıktıysa öyledir o şiir. Aldım gittim. Arkadaşları topladım dedim ki: "Arkadaşlar hakkınızı helal edin. Böyle bir hal oldu. Ben garip bir şekilde bir odaya kapandım ve bir şiir yazdım ‘Yağmur’ adında. Bir naat yazmak nasip oldu Efendimizi anlatan. Bir mutlu oldular. Sonra şiiri okudum. Gözleri doldu hepsinin. Sonra gittim Horasan'a. Peygamberimizin bir torunu, mübarek bir zat vardı Muhammed Zeki Bayram diye. Sahih bir peygamber torunu, zarif bir insan, mübarek bir insan. Hiç ona şiir okumamıştım. ''Size bir şiir okuyacağım'' dedim. ''Oku'' dedi. Şiiri baştan sona okudum.

Ne dedi?

''İşte şimdi adam olmuşsun'' dedi. Ben duygulandım. Ağladım. Dedim ki: "Amcamla konuştunuz mu?''. ''Hayır, neden'' dedi. ''Çünkü o böyle derdi'' dedim. ''Bilmem oğlum amcanın ne dediğini. Ama bu şiiri yazan adam olmuş demektir'' dedi. Bir garip duygular içerisinde Erzurum'a döndüm. ‘Yağmur’ böyle oldu işte. Böyle yazıldı...

Nurullah Genç
Nurullah Genç

1983 yılında fakülteniz bitiyor ve 2001 yılında profesör oluyorsunuz. Ancak birçok farklı alanda kariyer yaptınız. Hangi görevlerde bulundunuz?

Evet. Çok çalıştım. Her işimi zamanında yapmayı arzu eden birisiyim. Planlı çalışırım. Program yaparım. Mutlaka not alırım. Notlarıma göre takip ederim her şeyi. Hatta böyle çok komik de bir hatıram var. Bir gün eve gittim, eşime dedim ki, "Ya ben bugün bir şey yapacaktım hatırlamıyorum ne olduğunu.” ''Ajandana bak'' dedi. Baktım yazmıyor. “O zaman yarın yaparsın'' dedi. Erzurum'dan İstanbul'a, İstanbul'dan Erzurum'a gider gelirdim. Böyle çok yoğun bir gün... Uyuyayım dedim artık yarın aklıma gelirse, yapabileceğim bir şeyse yaparım. Uyudum. Gece yarısı uyandım. Dedim ki: "Kalk. Kalk. Ben dün hiç yemek yememiştim. Onu yapacaktım akşam''. ''Nasıl olur'' dedi. Dedim, “Kahvaltı dahil hiçbir şey yememiştim onu unutmuşum”. Gece yarısı gelmişim eve, yazmadığım için de yapamamışım. Yazarak yapıyorum ben. Çok unutkan birisiyim aynı zamanda. Ve bizim hanım sağ olsun kalktı dedi ki: ''İşte buna yemek yapılır.'' Böyle çalıştım yani. Şiir yazabilirim, ihmal etmeden. İşimi yapabilirim, ihmal etmeden.

Şiir yazabilirim ihmal etmeden. İşimi yapabilirim ihmal etmeden. İnsan bir koltukta bir karpuza mahkum edilmiş bir varlık değil aslında. Bu bizim için bir tuzak deyimdir

Bir koltukta birden fazla karpuz taşınır. Hayır hayır, insan bir koltukta bir karpuza mahkum edilmiş bir varlık değil aslında. Bu bizim için bir tuzak deyimdir. ‘Bir koltukta iki karpuz taşınmaz.' Taşınır kardeşim. Allah insana çok büyük kabiliyetler vermiştir. İşinde başarılı olur. Sanatla da uğraşabilir. Aynı anda başka bir işi de kotarabilir. Aynı anda üç farklı alanda ilim tahsil edebilir. Çünkü eskiler, eski alimlerin unvanıydı yed-i tula sahibi olmak. Yedi alanda o günün profesörüydü; Biruni mesela, İmam Gazali, İbn Haldun. ''Biz iki alanda bir şey yapamayacak mıyız?'' derdim. Böyle çalıştım ve çok şükür Allah bunu nasip etti. “Şiir yazabilirim ihmal etmeden. İşimi yapabilirim ihmal etmeden. Bir koltukta birden fazla karpuz taşınır. Hayır hayır, insan bir koltukta bir karpuza mahkum edilmiş bir varlık değil aslında. Bu bizim için bir tuzak deyimdir.”

Hayatınızın ilk yıllarında çok ciddi bir ‘parasızlık’ yaşıyorsunuz. Sonra da tabir-i caizse para üzerine tahsil yapıyorsunuz ve parayla ilgilenen en önemli kurumlardan Sermaye Piyasası ve Merkez Bankasında yönetici oluyorsunuz?

Evet ne güzel değil mi? Kaderi ilahi. Çok enteresandır. Benim ilk girdiğim dersin adı ‘Para Banka’dır. Ben aslında yönetim organizasyon hocasıyım ama iktisadi ilimler ve idari bilimler fakültesinde asistandım. Allah rahmet eylesin bir dekanımız vardı çağırdı beni, "Oğlum yönetim asistanısın ama Para Banka hocası yok. Para Banka’ya gireceksin'' dedi. ''Hocam benim alanım değil'' dedim. ''Hayır. Bunu öğreneceksin ve gireceksin'' dedi. Ben üç ay Para Banka çalıştım sonra derse girdim. Bankayla ilgili imtihanım Merkez Bankasında, parayla ilgili imtihanım da Sermaye Piyasası Kurulunda oldu. İlginç bir tevafuk.

Peki sizce para nedir?

Para tedavül aracıdır. Mal ve hizmetleri tedavül ettiğimiz, değiştirdiğimiz bir araçtır. Para bir araç olmaktan başka hiçbir işe yaramaz. Ama para araç olmaktan çıkıp amaç olma noktasına getirildi, bütün dünyayı hakimiyeti ve hegemonyası altına aldı maalesef. Bu yüzden para benim için önemsizdir. Paranın karşıladığı şey önemlidir. O da nedir ki? Yiyeceğimiz bir tabak yemektir zaten. Giyeceğimiz bir takım elbise ya da bir abadır, bir hırkadır. İki takım giydiysek, deli der içeri atarlar. Üç kap yemek yesek zaten midemiz hasta olur. Bir süre sonra yiyemez oluruz. Para bu kadardır...

Bu yüzden Allah bana o parasızlıklarım içerisinden çok da para nasip etti. Danışmanlık şirketim vardı. Yüzlerce kuruma danışmanlık yaptım, hizmet ettim. Para kazandım. O paralar nerede bilmiyorum. Evim var çok şükür şu anda. Ne oldu? Nereye gitti? Bilmiyorum. Nereye gittiyse helal olsun. Hiç önemi yok. Dünyada iki nimet var benim en çok önemsediğim. İman nimeti. Allah benden kendisine olan imanımı, Müslümanlığımı, vahdaniyete olan teslimiyetimi, tevhide olan gönül tutkumu almasın bir. İkincisi de sağlığımı almasın. Dünyanın en büyük hazinesidir. Bu ikisini benden almasın. Parayla ilgili imtihanı da Allah'ın izniyle o zaman veririz.

Nurullah Genç, Nuriye Çakmak Çelik / GZT Röportaj
Nurullah Genç, Nuriye Çakmak Çelik / GZT Röportaj