Gertrude Bell: Süslü şapkasıyla bir şark şeytanı

YUSUF SAMİ KAMADAN
Abone Ol

Her şeyden önce Batının bu topraklarda içimize nüfûz edebilecek kuvveti yakalayabilmesi hiç şüphesiz sahadaki insan potansiyeli sayesinde mümkün olmuştur. Bunların da yakın tarihte belki de en önemlisi hiç şüphesiz Gertrude Bell’dir. Gerçekten de hayatı boyunca verdiği gayret ile başardıkları, Batılıların metodlarını öğrenmek ve buna bir karşı hamle oluşturabilmek bakımından büyük önem arzeder. Zira bugün de kuvvetle muhtemel sahamızda cirit atan Gertrude Bell gibi ajanlar yaptıkları çalışmalar ile onun metodundan çok da farklı bir usûl takip etmiyordur.

“Yüzyılın Anlaşması” olarak lanse edilen sözde barış planının gündemi bir hayli işgal ettiği yakın dönemde şahit olduklarımız, veya İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri arasında yapılan normalleşme anlaşmasında gördüğümüz acayiplikler şahsım adına en azından bana Merhûm Kadir Mısıroğlu’nun “Tarih bilmek vak'a bilmek değildir, tarih bilmek problem bilmektir” sözünü hatırlatır. Bugün yaşadıklarımızın geçmişte yaşananların benzeri veya devam etmekte olan bir silsilenin zinciri olduğu gerçeği bizi bu söze hak vermeye icbâr eder.

İşte "Yüzyılın Anlaşması"
Mecra

Benzeridir; çünkü yüzyıllar önce Endülüs topraklarında Müslümanlarla yapılan barış ile başlayan süreç yüz küsur yıllık bir zaman sonra bu topraklarda bir tane bile Müslüman kalmaması ile neticelenmiştir. Devam eden bir süreçtir; çünkü bundan yaklaşık 100 yıl önce teşebbüs edilen Balfour Deklerasyonu, bugün ABD ile İsrail arasında yaşananların başlangıcını meydana getirir. 1948 yılında kurulan İsrail’in haritası ile günümüzdeki haritasının karşılaştırılması bile, Filistin’in gözler önünde nasıl da 21. yüzyılın bir Endülüs’ü haline getirilmek istendiğinin en acı belgesidir.

Bu bakımdan tarih bu coğrafyanın insanları için büyük önem arzeder. Zira yaşanan problemlerin sağlıklı bir biçimde ele alınıp incelenebilmesi ve buna köklü bir çözüm bulunabilmesi, sistematik bir şekilde bu coğrafya üzerinde plan yapanların gerçek niyetlerini, neler yaptıklarını ve neler yapabileceklerini kestirmek sûretiyle anlayabilmekle mümkün olacaktır.


James Balfour'un ‘zafer’ konuşması
Mecra

  • Her şeyden önce Batı'nın -daha doğru ifadeyle kötü niyetli herkesin ki bu Rus da olabilir- bu topraklarda içimize nüfûz edebilecek kuvveti yakalayabilmesi hiç şüphesiz sahadaki insan potansiyeli sayesinde mümkün olmuştur.

Bunların da yakın tarihte belki de en önemlisi hiç şüphesiz Gertrude Bell’dir. Gerçekten de hayatı boyunca verdiği gayret ile başardıkları, Batılıların metodlarını öğrenmek ve buna bir karşı hamle oluşturabilmek bakımından büyük önem arzeder. Zira bugün de kuvvetle muhtemel sahamızda cirit atan Gertrude Bell gibi ajanlar yaptıkları çalışmalar ile onun metodundan çok da farklı bir usûl takip etmiyordur.

1868 yılında varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Gertrude Bell, gelişmişlik bakımından Britanya İmparatorluğu'nun zirvesi olarak kabul edilen uzun Kraliçe Victoria dönemini (1837 – 1901) idrak eder. Mecra’da kaleme aldığımız “Tarihte Bir Mesele Olarak Dönemlendirme” başlıklı yazımızda da işaret ettiğimiz gibi Annales Ekolü’nün önde gelen temsilcilerinden biri olan Orta Çağ tarihçisi Jacques Le Goff’un delilleriyle izah ettiği üzere Rönesans denilen dönem yoktur, olan uzun bir Orta Çağ’dan başka bir şey değildir ve bunun bitiş tarihi ile yeni bir dönemin başlangıcı olarak alınabilecek tarih de 18. yüzyılın ikinci yarısında İngiliz James Watt tarafından gerçekleştirilen buharlı makinenin icadıdır.

Tarihte bir mesele olarak “Dönemlendirme”
Mecra


  • Britanya’nın süper bir kuvvet olarak meydana çıkmasında ve dünyanın bir nevi çehresinin değişmesinde de bu icad ve bu icadın sebep olduğu yeni icadlar çok büyük önem arzeder.

Bu icaddan çok da uzun sayılmacak bir vakit sonra çeliğin bir endüstri ürünü olarak kazandırılması beraberinde silah sanayiinin gelişmesine, yeni nesil motorların üretilmesine sebebiyet verir. Bu da haliyle diğer milletlere karşı İngilizlerin büyük bir üstünlük elde etmelerini sağlar. İngiltere’de bugün bile millî bir kahraman olan Amiral Nelson’ın önce 1798 Nil Savaşı’nda sonra da 1805 Trafalgar Savaşı’nda Fransız donanmasını yok etmesi şüphesiz elde ettikleri bu güç sebebiyle mümkün olur. Kayda değer bu ilerleme, Osmanlı’nın da ürünlerini sergilemek için davet edildiği 1851 yılında Londra’da yapılan dünyanın ilk uluslararası fuarında kendisini daha da belli eder.

Bu fuar tek kelimeyle Britanya’nın teknolojide geldiği noktayı gösterdiği bir gövde gösterisi halini alır. Yeşim Duygu Ergüney’in “Ondokuzuncu Yüzyılın İkinci Yarısında Dünya Fuarları ve Osmanlı Devleti'nin Mimari Temsili” isimli doktora tezinde detaylarını öğrenebildiğimiz fuar 92 bin metrekare üzerine kurulu alanda Britanya’nın kimya ürünlerinden tarım makinelerine, tıp malzemelerinden araçlara kadar 100 binden fazla ürüne ev sahipliği yapar. Osmanlı dahil olmak üzere diğer devletlerin ürünleri hiç şüphesiz Britanya ürünleri yanında sönük kalır. Britanya bunun neticesinde dünya imparatorluğunu dış ülkelere teknoloji ihracatı ile daha da perçinlemiş olur. Daha aynı yüzyılın başında bile ihracat rakamları ithalat rakamlarının iki mislidir.

1851 Londra Dünya Fuarı’nın tasvîr eden bir gravür.

Gertrude Bell’in mensup olduğu ailenin büyümesi de büyümekte olan Britanya’ya paralel olur. Yaklaşık 50 bin çalışanı ve İngiltere’de kullanılan demirin üçte birini sadece kendisi sağlayacak kadar büyük bir demir çelik üreticisi ve aynı zamanda bir bilim insanı olan Bell’in dedesi Isaac Lowthian Bell, zenginliğinin getirdiği otorite ile iş adamlığının yanısıra siyasetle de alakadar olur. İki ana akım siyâsî hareketten biri olan ve Türk düşmanı Gladstone’un liderliğindeki liberalleri destekleyen dede Bell, aslında bu hareketiyele torununun zihninin şekillenmesine de büyük tesir eder.

Gertrude Bell’in çocukluğunun geçtiği yıllar Türk – İngiliz ilişkilerinin bir hayli bozuk olduğu bir dönemdir.

Her ne kadar Britanya, kendisine ciddi bir tehlike olarak gördüğü Rusya’ya karşı Kırım Harbi’nde (1853 – 1856) Osmanlı’yı desteklemiş olsa da William Ewart Gladstone’un 1880’de tekrar başbakan olarak iktidara gelmesiyle iki ülke arasında ciddi bir kırılma yaşanır. Şiddetli bir Türk düşmanı olan Gladstone’un özellikle 1876 yılındaki Bulgar İsyanı’nı kullanarak Türkler aleyhine yaptığı kara propaganda kamuoyuna da menfî yönde tesir eder.

Bizzat Gladstone tarafından kaleme alınan “Bulgarian Horrors and the Question of the East” başlıklı kitaptan örnek sayfalar. Bu ince kitap içerisinde Türklere karşı ağır ifadeler barındırır.

Bilindiği gibi Victoria Dönemi aynı zamanda katı kuralların da olduğu; kadınların çalışma, eğitim ve sosyal hayat bakımından bir hayli sınırlandırıldığı bir dönemdir. Bunun altında yatan sebep de kadının erkekten daha güçsüz bir varlık olarak sadece çocuk doğurmak, Britanya İmparatorluğu’nu yaşatacak nesillere iyi bir anne olması gerektiğine dair inançtır. Kadınlar için entelektüel fikirlerin peşinden gidilmesi hiç de tasvip edilen bir şey değildir. Victoria döneminde yaşayan Herbert Spencer’ın da dediği gibi “Düşünmek kadınlar için tehlikelidir. Beyinlerini aşırı zorlamak doğurganlıklarını zayıflatabilir” sözü aslında bu dönemin karakteristik anlayışını da ortaya koyar. Dolayısıyla kadının taşıması ve koruması gereken asıl değerin iffet olduğu anlayışı kendisini pek çok şeyden mahrum eder. Bir erkeğin kadınını dövmesi bir nevi kanun ile saklı bir hakkı iken, kadınlar mülk edinmek ve seçme-seçilme gibi haklara sahip değildir. Bu dönem aynı zamanda bunlara birer tepki olarak erkekler ile eşit haklara sahip olmak isteyen kadın hareketlerine de şahitlik eder.

Mesela 1867 yılında kurulan Süfraj Hareketi kadın haklarını talep eden dönemin en kuvvetli hareketlerinden biri haline gelir.

Kraliçe Victoria tarafından kadın haklarının “delice, iblisçe bir çılgınlık” olarak tavsîf edilmesi bir hayli ilginç iken, kızların okula gönderilmesinin çok da yaygın olmadığı bu dönemde Gertrude Bell bir istisna teşkil eder. Bunda ufak yaşta annesini kaybetmesinin ardından babasının tekrar evlenerek üvey annesi olan Florance’ın da katkısı olur. Paris’te doğup büyüyen biri olarak Victoria Dönemi’nin kurallarından hoşnut olmayan Florance, küçük Bell ile yakından alakadar olur. Bu arada babası da dedesinden kendisine devrolan demir çelik fabrikalarının yönetiminde elde ettiği başarı ile ailenin zenginliğini bir hayli büyütür.

Bell’in 1875 yılında çekilmiş, kız kardeşi Maurice’e kitap okurken gösteren bir fotoğraf. Bell bu fotoğrafta 7 yaşındadır.

Bell, 1884 yılında kaydının yaptırıldığı Queen Koleji’nde parlak bir öğrenci olarak hemen sivrilir. Özellikle aldığı notlarla tarih dersinden birinci olur. Tarih derslerinde gösterdiği başarısı sebebiyle kendisine destek olan tarih hocasının da desteğiyle kolejden sonra Oxford’a gitme imkanını da elde eden Bell, aslında o dönemde kadınlar için çok nadir rastlanılan üniversite mezunu olmak gibi bir imtiyazı da elde etme şansı yakalar. Kızların Oxford’a kabul edilmelerinin başlangıç tarihinin 1879 olduğu gerçeği göz önüne alınırsa bu durum daha net anlaşılabilir. Oxford’u birincilikle tamamlayan Bell, zekası ve başarılarıyla takdir toplasa da erkeklerin hakim olduğu o günün dünyasında feminen yapısını muhafaza edememesinden endişe eden ve ayrıca artık evlenmesini düşünen ailesi tarafından, Bükreş’e Britanya elçisi olarak atanan akrabası Frank Lascelles’in yanına gönderilir.

  • İlginçtir, döneminin kadınlarından farklı olarak pek çok hakkı elde etmeyi başarmış olmakla birlikte Bell gelenekçi bir kafaya sahiptir.

Bell’in 26 yaşında, genç bir kız olduğu dönemde çekilmiş fotoğrafı.

Ona göre kadının yeri evidir ve en büyük vazifesi de doğurduğu çocuklara iyi bir anne olmaktır. Hatta o bu konuda öylesine ısrarcıdır ki yukarıda bahsettiğimiz Süfraj Hareketi’ne karşı ileride kurulan bir dernekte de sekreter olarak elinden geleni yapmaya çalışır.

1888’deki Bükreş seyahatinden fazlasıyla istifade eden Bell, burada tanıştığı önemli isimlerle kurduğu tanışıklıklarla da diplomasi dünyasına ilk adımını atar. Bükreş onun için Avrupalı aristokratlar, Asyalı sefirler ve Britanyalı diplomatlarla tanıştığı bir yer olur. Hayran olduğu İstanbul’a ilk seyahatini de buradan yapar. İstanbul’un çeşitli yerlerini gezen Bell, Sultan Abdülhamid döneminde yapılan bir Cuma selamlığına da şahitlik eder. Londra’ya döndüğü 1889 tarihinden sonra 1891 yılında Tahran’a elçi olarak atanan Frank Lascelles vesilesiyle bu kez İran’a gitme imkânını elde eden Bell, bu fırsatı da kaçırmaz. İngiltere ile yakın temasta olan Kaçarlar Hânedânı’nın hükmünde olan İran’da bu dönemde kimi sıkıntılar da vardır.

Kırkıncı yılında İran Devrimi'nin manzarası
Mecra

Yine Mecra’da kaleme aldığımız “Kırkıncı yılında İran Devrimi'nin Manzarası” başlıklı yazımızda da belirttiğimiz üzere Kaçarlar’ın İngilizlerle olan bu yakınlaşmasının neticesi olarak 1890 yılında İran'daki tütün ekiminin bir İngiliz şirketinin tekeline bırakılması dolayısıyla Âyetullâh Mîrzâ Şîrâzî'nin başını çektiği "Tömbeki Hareketi" büyük protestolarla birlikte dönemin Kaçar şahına geri adım attırır. Daha İran’a gitmeden kendisine Farsça öğretecek bir öğretmen arayışına girecek kadar hevesli olan Bell, meşakkatli bir yolculuğun ardından İran’a varır. İran’ın çeşitli pek çok şehrini görme imkanı da sağlayan Bell elçilikte çalışan Henry Cadogan isimli bir İngiliz’e de aşık olur. Kısa zamanda aralarındaki yakınlık gelişir ve Bell onayını almak için babasına durumundan bahseder. Fakat babasının Londra’da bu kişi hakkında yaptığı araştırma neticesinde cevabı olumsuz olur.

İran’a geldiği aynı yıl içinde, 1892 yılında İran’dan ayrılan Bell bir aylık yine meşakkatli bir yolculuğun ardından Londra’ya ulaşır. Londra’ya döndükten sonra Cadogan’ın bir kaza neticesinde öldüğünü haber alması kendisini ciddi manada sarsar. Toparlanması bir hayli vakit alır. Bu hayatında önemli de bir kırılma meydana getirir. Çalışmak ve seyahat etmek acı anılarından kurtulacağını düşündüğü limanları haline gelir.

  • Etrafının da teşviki ile bir nevi İran’daki seyahat izlenimlerini kaleme aldığı “Safar nameh: Persian Pictures” isimli eseri 1894 yılında yayınlanır.

1897 yılında yayınlanan bir diğer eseri olan “Poems from the Divan of Hafiz” (Hafız Divanı’ndan Şiirler) bugün bile takdir alan bir eserdir. İngiliz oryantalist Arthur John Arberry’nin de dediği gibi “Hafız’ı İngilizce’ye kazandırmak için en az yirmi kişi uğraştı, ama onun çevirisi hâlâ en iyisi”.

Gertrude Bell’in “Safar nameh: Persian Pictures” isimli kitabının ilk baskısına ait kapak sayfası.

Bell’in doğu dillerine olan alakası Farsça ile sınırlı kalmaz. Çeşitli Batı dilleri yanında, ilerleyen yıllarda çok iyi derece kullanabildiği Arapça’yı da bu dönemde öğrenmeye başlar. Kendisine Arapça öğretmesi için tuttuğu öğretmen ile Binbir Gece Masalları ve Kur'ân-ı Kerîm de okuyan Bell, bu dilde hızla yol alır. Bu arada yeri gelmişken şunu da ifade etmek gerekir ki Bell’in hayatına dair sahip olduğumuz detaylar bizzat kendisine ait olan mektup ve günlükler sebebiyledir. Bugün Newcastle Üniversitesi’nin kütüphanesinde bulunan ve online erişime de açık olan mektuplar, günlükler ve binlerce fotoğraftan oluşan devasa bir koleksiyon Bell’in hayatı hakkında araştırmacılara detaylı bir malzeme sunar. Ayrıca üvey annesi tarafından yayınlanan iki ciltlik “Gertrude Bell’in Seçme Mektupları” ile kız kardeşi Elsa Richmond’un yayınladığı “Gertrude Bell’in Erken Dönem Mektupları” yukarıda bahsettiğimiz koleksiyondaki açıkları kapatması bakımından bir hayli değerlidir.

Newcastle Üniversitesi’nin erişime açtığı Gertrude Bell’in mektup, günlük ve fotoğraflarından oluşan koleksiyonunun giriş sayfası.

Eniştesi olan Lascelles sayesinde önce Bükreş, sonra da İran’ı görme imkanı yakalayan Bell, Lascelles’in Berlin’e tayini ile bu sefer de 1897 yılında Almanya’ya gider. Bu yıl aynı zamanda Kraliçe Victoria’nın tahta oturuşunun 60. yılı olarak Almanya’da da çeşitli kutlamaların da yapıldığı bir yıldır. Çünkü Kraliçe Victoria, aynen Rus Çariçesi Aleksandra’nın olduğu gibi Alman Kralı II. Wilhelm’in de büyükannesidir. Her ne kadar Almanlar ile İngilizler arasında akrabalık olsa da Bell, Berlin’de iken bu iki devlet arasındaki emperyal çatışmaların kokusunu alır. Önemli bir çevre edindiği Almanya’dan sonra aynı yıl içerisinde dünya turu gerçekleştiren Bell, bu arada dağcılığa da merak sarar.

Yaptığı tehlikeli tırmanışlarla öylesine şöhret elde eder ki İsviçre’deki Alp Dağları’nda yer alan bir zirveye “Gertrude Zirvesi” isminin konması bunun bir neticesi olur.

Bükreş sonrası 1889’da İstanbul’a gittiği tarihten 10 yıl sonra tekrar İstanbul’a gider, akabinde Bursa’yı da gezerek burada sultanların türbelerini, camileri, Uludağ’ı gezer. Sonrasında Türkiye’nin çeşitli noktalarına da seyahatler düzenler.

Bu dönemde Ortadoğu coğrafyasına da seyahat etme fırsatı bulan Bell, burada yaşayan farklı kimlikteki unsurlarla da tanışma imkanı elde ederken bölgeye hakim olan Türkler ile de sıcak temasta bulunur.

  • Yazar Janet Wallach tarafından kaleme alınan ve “Çöl Kraliçesi” ismiyle Türkçeye tercüme edilen eser, her ne kadar akıcı üslûbu ile değerli olsa da özellikle Bell’in Ortadoğu’daki Türk idareciler ile olan karşılaşmasını kurgu denebilecek şekilde farklı göstermesi bakımından bir hayli hatalıdır.

Gertrude Bell ile alakalı değerli bir çalışması olan Taha Niyazi Karaca’nın da işaret ettiği gibi bunlar şüphesiz hayâlî olaylarla okuyucuya taraflı bir Türk imajı sergileme çabası sebebiyledir. Ayrıca Karaca’nın kitabı, Wallach’ın Türkiye ile alakalı temas etmediği yerleri açıklaması bakımından da önemlidir.

Kraliçe Victoria’nın tahta oturuşunun 60. yılı münasebetiyle yapılan töreni gösteren bir resim.

Kraliçe Victoria’nın 1901 yılındaki ölümü 64 yıllık uzun iktidarını sona erdirirken, büyük oğlu VII. Edward’a da tahtın yolunu açar. Yeni kralın tahta çıkışını kutlamak üzere o dönem Hindistan Valisi olan, bizim sonraki yıllarda Lozan’da İngiliz murahhas heyeti reisi olarak tanıdığımız meşhur Lord Gürzon Hindistan’da bir kutlama düzenler. Bu vesileyle Hindistan’a giden Bell, burada önemli isimlerle tanışır. Özellikle burada tanıştığı ve ileriki dönemde Irak’ta birlikte çalışacağı Percy Cox hayatının kilit isimlerinden biri olur, daha o zaman Cox’tan Arabistan’da olup bitenler hakkında bilgi alan Bell, bölge ile alakasını da daha şimdiden göstermiş olur. Bell’in özellikle 1904 yılında Fransız arkeolog Salomon Reinach’tan aldığı arkeoloji dersleri, hayatının sonuna kadar alaka duyacağı arkeoloji ile ilgilenmesine sebebiyet verir.

  • Ciddi bir seyahat susamışlığı olan ve dünyanın Hindistan, Japonya, Amerika da dahil olmak üzere bu tarihe kadar pek çok noktasında bulunan Bell, Arabistan çöllerine gitmeyi de kafasına koyar.

Gertrude Bell’in bu seyahat azminin altında yatan sebebin yetiştiği dünyanın kendisini buna teşvik ettiğini de unutmamak gerekir. Yeni yerler görme, yeni yerler keşfetme gayretinin 16. yüzyıla kadar uzandığı İngiltere’de, kâşifler bizzat İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth tarafından teşvik edilir. 1712 yılında Woodes Rogers tarafından yazılan “A Cruising Voyage Round The World” ve bu eserden etkilenerek 1719 yılında Daniel Defoe tarafından yazılan Robinson Crusoe ve bunun gibi daha niceleri İngiltere de dahil olmak üzere Batı kamuoyunda insanları büyük bir şeye teşvik eder: dünyayı keşfetmek..

Yine 19. yüzyılda kurulan Kraliyet Coğrafya Derneği de dünyanın keşfedilmesi yönünde bu toprakların insanlarına büyük bir şevk verir. Bu tabi sadece İngilizler için de söz konusu değildir, Almanlar ve Fransızlar da dünyayı keşfetme yarışı içindedirler. Ciddi bir ilerleme kaydeden Avrupa’nın karşısında bu makası kapatmak için gayret sarfeden, kafa yoran Osmanlı aydınları tarafından ana hatları itibariyle 18. yüzyılda XIV. Louis’in şahsında Fransa, 19. yüzyılda yukarıda da bahsettiğimiz Gladstone’un Türk karşıtı politikalarına kadar İngiltere ve sonrasında da Almanya dikkate alınırken, Japonya da önemli atılım yapan bir ülke olarak dikkatlerden kaçmaz.

Bu mesele üzerinde kafa yoran isimlerden biri de Sultan II. Abdülhamid’in yeğeni olan Prens Sabahaddin’dir. “Türkiye Nasıl Kurtarılabilir: Meslek-i İçtimâî ve Programı” isimli, eğitim örneği bakımından gözünü İngiltere’ye çevirdiği eserinde o bir hayli önemli tespitlerde bulunur.

Ona göre İngiltere’de aldıkları eğitim ile İngiliz gençleri girişimci olarak yetiştiriliyor ve bunun neticesinde de dünyayı merak ederek dışarıya yöneliyorlardır. Fakat bu durum Türkiye’de bunun tam tersinedir. Burada verilen eğitim merak duygusunu uyandırmaktan ziyade devlete memur yetiştirmek için yapılıyordur.

Her Türk gencinin ruhunda bir Robinson Crusoe idealinin yaşamasını eğitimde yaşanacak en büyük devrim olarak gören Prens Sabahaddin bu sözüyle günümüz için bile kesinlikle ders alınması gereken çok önemli bir noktaya temas eder. Türk eğitim sistemi hâlâ kimi gereksiz yöntemlerle genç dimağların enerjisini ve alakasını farklı yerlere gitmesinden alıkoyarken, İngiltere’deki durum şahsım adına ifade etmem gerekirse hâlâ Prens Sabahaddin’in bahsettiği gibidir.

  • En basitinden bugün dünyanın çeşitli yerlerinde seyahat eden, bunu bir ihtiyaç olarak gören kişilerin yoğunlukla Batılı olduğu gerçeği, onların devam ettirdikleri bir gelenekten başka sahip oldukları keşfedici ruhları ile izah edilebilir.

Kuzey Hindistan’ın pek çok noktasında bulunduğum 2015 yılında karşılaştığım İngiliz gençleri sayısız iken bunlar arasında bir tane bile Türk vatandaşı ile karşılaşmamam şüphesiz bunun bir neticesidir. Hatta Varanasi’de iken kaldığım pansiyonda tanıştığım bir İngiliz gencinin Hindistan’da olan İngiliz seyyahlarının çokluğundan dolayı ettiği şikayet hâlâ hatırımdadır. İşte Gertrude Bell de böyle bir dünyanın öncü bir ismidir ve döneminin karakteristik bir siması olarak da keşfe inanılmaz açıktır. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi tarihe çok meraklı biri olmasından başka seyahatnameler de alakadar olduğu eserlerin başında gelir.

Charles Montagu Doughty’nin Filistin ve Kuzey Arabistan seyahati sonrası 1888 yılında yazdığı Travels in Arabia Deserta isimli eserinin kapağı. Bu kitap, Gertrude Bell’in tesiri altına girdiği eserlerden biri olur.

Desert and Sown (Çöl ve Tohum) isimli eserini yayınladığı 1907 yılında ciddi bir şöhret elde eden Bell, kitabında 1900 ile 1905 yılları arasında seyahat ettiği Ortadoğu coğrafyasının antik şehirlerinden, burada yaşayan hakların örf ve âdetlerinden bahsederken, çalışmasıyla İngiliz ve Amerika medyasından da övgüler alır. Kitabının ismini Ömer Hayyam’ın çölde umutların yeşerebileceğini anlatan bir şiirden esinlenerek koyması bir hayli manidardır. Kitabında açıkça siyasî düşüncelerini ifade etmekten çekinmeyen Bell’e göre Türkler bölgede güçlerini yitiriyordur.

Merkezî yönetimin zayıflaması neticesinde buradaki Arap aşiretlerinin İngiltere’ye sempatiyle yaklaştığına şahit olan Bell için yapılması gereken şey basittir: Bir vakittir Almanya’ya bırakılan Osmanlı ile doğru siyaset üzerine daha da yakınlaşmak..

Yeşermesi için çöle tohum ekmek kabilinden bu iş zordur belki ama sabır ve strateji ile hareket edilirse başarılamayacak bir şey de değildir. Bell’in ortaya koyduğu bu düşünceler daha sonraki I. Dünya Savaşı yıllarında Arap aşiretlerinin Osmanlı’ya karşı kullanılması fikrinin temelinde olduğu için çok önemlidir.

Gertrude Bell’in Desert and Sown isimli eserinden örnek sayfalar.

Arkeolojiye duyduğu alaka sebebiyle Anadolu coğrafyasında arkeolojik çalışmalar yapan Bell, William Ramsay ile birlikte yaptığı Binbirkilise kazısı sonrasında 1909 yılında bu isimle birlikte ortaklaşa bir yayın da yapar. İsminin ikinci sırada yer aldığı bu eser her ne kadar Bell’i arkeologların dünyasına soksa da sadece kendi adına çıkartacağı kitaplar için yeni seyahatler etmeye karar verir. Bu arada oldukça prestijli bir arkeoloji dergisi olan Revue Archéologique’de makale de neşreder.

Osmanlı topraklarında yeni seyahatlere çıkan Bell’in alaka sahasına sadece arkeolojik eserler girmiyordur. Siyasî gelişmeleri de takip eden Bell, daha Bükreş’te iken arkadaş olduğu ve bu dönemde The Times’ın dış haberlerini yazan arkadaşı Chirol’a bölgede olup biten gelişmelerden haberdar etme sözü verir ve daha sonra gönderdiği makalesi ile bunu da yapar.

  • 1909 yılında geldiği Halep’te İngiliz konsolosu aracılığıyla kendisini coşkuyla karşılayan İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin üyeleriyle görüşen Bell, bu görüşme sonrasında Osmanlı coğrafyasında köklü değişikliklerin kapıda olduğuna dair inancını daha da teyit etmiş olur.

Anadolu topraklarında gezen bu kadını takip etmeyi ihmal etmeyen hükümet, kendisinin Osmanlı aleyhine kitaplarından ve yazdığı yazılardan da haberdardır. Bugün kendisi hakkında Osmanlı arşivinde bulunan vesikaların içeriği kendisinin masum biri olmadığı yönündedir.

Bell’i, arkeolojik kazı sonrası kazıdan çıkan materyalleri tasnif ederken gösteren bir fotoğraf.

1909 yılında Türkler ile Ermeniler arasında gerçekleşen ve tarihe Adana Olayları olarak geçen kanlı hâdiselerde Bağdat’ta bulunan Bell’e göre, yaşananlar Abdülhamid’in Hristiyanları öldürme emri vermesi sebebiyledir.

  • Yaşananlarla alakalı ailesine gönderdiği mektubunda bu akıl almaz çıkarımı yapan Bell, aynı mektupta cevabını veremediği bir soru da sorar: “Fakat neden sadece Adana’da yaşandı?”

Gertrude’un bu yorumu yapmasının sebebinin yaşananları sadece Hristiyanlardan dinlediğinde şüphe yoktur. Çünkü karşı taraftan dinledikleriyle düşüncesi zamanla değişir, hatta tam tersine döner.

Amerikan misyoner okulu ve hastanesinin imkanlarından faydalanmak için aynı yılın Haziran ayında geldiği Kayseri’de görüştüğü Amerikalı misyonerler yaşananların hiç de Ermeniler’in iddia ettiği gibi olmadığına kendisini ikna eder. Kısa bir zaman sonra yazdığı mektupta Adana Olayları ile alakalı düşünceleri “benim düşüncem Ermenilerin yaşananları hak ettiği.. Türklerin elinden sıkı bir cezayı hak etmişlerdi” yönünde tam ters istikamette olur.

Sonrasında İstanbul’a geçen Bell, burada bir takım temaslarda daha bulunur. Tabi 1909 aynı zamanda Sultan Abdülhamid’in tahttan indirildiği yıldır. The Times’ın İstanbul muhabiri olan Philip Graves’in aracılığıyla Yıldız Sarayı’nı gezer. Öyle ya hiç şüphesiz yıllardır Avrupa gündemini bir hayli meşgul eden bu siyasî ismin 30 yıldan fazla Osmanlı coğrafyasını yönettiği yer kendisi için bir hayli cezbedici bir merkezdir.

  • Bu arada devlet ve siyaset adamlarıyla da tanışır. Bunlar arasında bu seferki İstanbul seyahatinde tanıştığı Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa ile İttihad ve Terakki’nin önemli ismi olan Ahmed Rıza’dan başka daha önce tanıştığı Sadrazam Ferid Paşa ve yine Sadrazam Kâmil Paşa ile bir hayli çevresini genişletmiş olur.

Gertrude Bell’in tanışıklığı olan, Osmanlı’da sadrazamlık mevkiinde bulunmuş üç isim. Sağdan sola: Kâmil Paşa, Ferid Paşa ve Hüseyin Hilmi Paşa.

İstanbul’dan döndüğü Londra’da kendisini yeni yazacağı kitaba veren Bell, 1911 yılında yeni eserini yayınlar. Yaptığı son seyahatin detaylarını anlattığı eserine Bell, aynen Çöl ve Tohum’da olduğu gibi yine siyasî bir başlık koyar: “Amurath to Amurath”. Amurath, Murad kelimesinin İngilizce’deki farklı bir yazımıdır ve Shakespeare’in 1596 yılında yazdığı IV. Henry oyununda taht mücadelesini anlatmak için kullanılır. Kral Henry buradaki bir diyalogunda “Burası İngiltere mahkemesi, Türk mahkemesi değil / Murad’da sonra bir Murad tahta çıkmış değil” diyerek III. Murad’dan sonra tahta çıkan III. Mehmed’in 1596 yılında on dokuz kardeşini boğdurtmasına gönderme yapar.

Kitabının ismini Shakespeare’dan alan Bell de 1909’da Abdülhamid’in tahttan indirilmesi akabinde tahta bir başka totaliter kuvvetin geçtiğine gönderme yapar.

Gertrude Bell’in 1911 yılında yayınlanan “Amurath to Amurath” isimli eserinin ilk baskısının kapak sayfası.

1911 yılında tekrar seyahate çıkan Bell’in bu seferki gayesi Irak sınırları içerisinde bulunan Ukaydır Sarayı ile alakalı daha fazla bilgi toplamaktır. Bu saray her ne kadar ilim dünyasına Louis Massignon tarafından bir makale ile tanıtılmış olsa da Bell, Massignon’un çalışmasında hatalar yaptığına, bu hataların düzeltildiği daha hacimli bir eseri yazmaya gerek görür. 1914 yılında yayınlanacak olan bu eseri daha önce yazdığı Amurath to Amurath ile Çöl ve Tohum isimli eserlerinde olduğu gibi herhangi bir siyasî fikir de barındırmaz.

1911 yılı aynı zamanda Bell’in yine İngiltere tarihinin Ortadoğu’daki önemli figürlerinden biri olan Lawrence ile tanıştığı yıldır. Daha 23 yaşında bir genç olan Lawrence’ın kendisinden 20 yaş büyük olan Bell ile tanışması Karkamış’ta arkeolojik sahada gerçekleşir. Lawrence da aynı şekilde arkeoloji ile alakadar olan bir isimdir.

  • Bu yıllar hiç şüphesiz Osmanlı topraklarının pek çok noktasında Avrupalılar tarafından verilen arkeolojik mücadelelere şahit olunan bir dönemdir.

Mesela Konya bölgesi İngilizler tarafından kazılırken, bugün Çorum’da bulunan bölge Almanlar tarafından arkeolojik çalışmaların yapıldığı sahalardır. Fransızlar ve Avusturyalılar da sahada olan diğerleridir. Tabi burada yapılan çalışmalar sadece arkeolojik çalışmalarla sınırlı kalmaz. İstihbarat bilgisinin bir hayli değerli olduğu bu dönemde arkeologlar edindikleri bilgileri gerekli mekanizmalara iletmekten geri kalmazlar.

Çöl şeytanı Lawrence’ın sıra dışı hayatı
Mecra

Mesela Almanlar tarafından yapılacak Bağdat Demiryolu Projesi Bell’in ve İngiliz arkeologların da bir hayli yakından takip ettiği, hakkında detay topladığı ve bunu raporladığı bir olgudur. Birinci Dünya Savaşının patlak vermesinden sonra bilgisine başvurulmak üzere Bell’in Britanya tarafından istihdam edilmek üzere çağırılması, yine aynı şekilde sahada olan ve hayat hikayesi Bell’e benzeyen Alman arkeolog Oppenheim’in de aynı şekilde sahadaki müktesâtından istifade edilmek üzere Berlin’e alınması hiç şüphesiz arkeologların sahadaki vazifelerinin sadece eski eserler aramakla sınırlı olmadığını gösterir.

Dolayısıyla hiç şüphesiz Lawrence da orada boşuna değildir ve daha sonra yapacakları şüphesiz burada edindiği tecrübelerden bağımsız olmayacaktır

Lawrence’ın (sağda) 1912 yılına ait Karkamış kazılarında gösteren bir fotoğrafı.

Bell, 1913 yılının sonlarında artık Arabistan çöllerine gitme vaktinin geldiğine karar verir. Zira elde ettiği bilgi Arabistan çöllerinin iki büyük kuvveti ve aynı zamanda düşmanı olan Suûdîler ile Reşîdîler arasında ateşkes olduğu yönündedir. Tabi bu bilginin doğru olmadığını daha sonra çölde öğrenecektir. Şam’dan hareket edeceği uzun ve tehlikeli yolculuk için ciddi bir hazırlığa girişen Bell, Türk yetkililerin takibine uğramaktan da kurtulamaz. Engellemelere rağmen ekibiyle çöle çıkmayı başaran Bell’in varmak istediği nokta ilk olarak Reşîdîler’in merkezi olan Hâil sonrasında da daha da güneyde yer alan Suûdîler’in merkezi olur. Hâil’e uzanan güzergâhı üzerinde çeşitli Arap aşiretleriyle de karşılaşan Bell, burada sonraki yıllarda fazlasıyla istifade edeceği önemli tanışıklıklar da kurar. Uzun bir yolculuğun ardından kafilesiyle nihayet Hâil’e varan Bell, burada karşılandıktan sonra bir sonraki durağının Suûdîler’in toprakları olduğunu söyleme hatasında bulunur. Halbuki Reşîdîler’in emiri Suûdîler üzerine saldırmak üzere şehirde bile değildir. Şam’da elde ettiği bilgilerin doğru olmadığını orada anlayan Bell, Suûdîler’e haklarında bilgi verebileceği endişesiyle Hâil’de bir müddet tutsak da edilir.

Firavunun varisleri
Mecra

Serbest bırakıldıktan sonra Bağdat’a gider ve burada da şehrin önemli isimlerinden biri olan ve Irak’ın kurulmasının ardından ilk başbakanlık vazifesini deruhte eden Nakîb Abdurrahman el-Geylânî ile tanışır. Buradaki Britanya konsolosunu fazlasıyla beceriksiz ve cahil bulurken, böylesi hassas bir zamanda böyle birini Bağdat’a gönderen devletine de öfkesini ifade etmekten çekinmez. Bağdat’tan Fellûce, Palmira ve Şam üzerinden Beyrut’a ulaşan Bell, oradan İstanbul’a ve sonrasında da Londra’ya giderken ayrıldığı bölgedeki dengeleri tamamıyla değiştirecek olan I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesine de artık çok az bir zaman kalır. Bölgede bu tarihten sonra yaşanacak sarsıntıların merkezinde olacak bir isim olan Bell, şöhretine de asıl işte bundan sonra kavuşur. Bu arada daha Bağdat’ta iken gözlemledikleri kendisine daha sonra ayrılıkçı fikirlerini ekeceği hasat için işlemesi kolay bir zemin sağlar. Ona göre seyyidler, şeyhler sarhoş geziyordur. Kumar oyunları gece yarılarına kadar devam ediyor, Yahudi kızları dans ettiriliyordur. Eğer anlattıkları doğru ise bu topraklarda Bell’in bir hayli rahat çalışma ortam elde ettiğinde şüphe yoktur.

Zira İslâmî hassasiyetten uzak insanlar için Müslümanların kenetlenmesini emreden İslâmî düstûr haliyle artık hiçbir şey ifade etmiyordur.

Gertrude Bell’in Hâil’e uzanan çöl yolculuğunda kendisi tarafından çekilen kafilesini gösteren fotoğraf.

Bilindiği gibi 1914, Saraybosna’da Avusturya – Macaristan İmparatorluğu veliahtı Franz Ferdinand ve karısı Sophie’ye yapılan suikast ve sonrasında yaşanan gelişmelerle I. Dünya Savaşı’nın patlak verdiği yıldır. Dünyanın süper kuvvetleri Îtilâf ve İttifak bloklarında karşı karşıya gelirken, Osmanlı da 2 Ağustos 1914 yılında imzaladığı bir anlaşma ile tercihini Almanya’nın başını çektiği İttifak blokunda yer almaktan yana kullanır. Osmanlı’nın savaşa dahil olmasıyla haliyle İtilâf kuvvetlerinin planlarında da değişiklik olur. İki taraftan Almanya’yı sıkıştırarak yenme planları bu tarihten sonra Osmanlı’nın da devreye girmesiyle yeni bir cephe açılmasıyla neticelenir. O dönemde Deniz Bakanı olan Churchill, Osmanlı’yı hızlıca devre dışı bırakmak gayesiyle Çanakkale Boğazı’ndan geçerek İstanbul’u işgal etmeyi planlar. Osmanlı’nın mevcut zayıf durumu ve Britanya’nın güçlü deniz kuvvetleriyle gayesine hızlıca varacağından emin olan Churchill, bilindiği gibi burada aldığı darbeyle büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Yardıma ihtiyacı olan Rusya’ya yardım ulaştıramadığı gibi bu yenilgi, Britanya’nın da stratejisini değiştirmesine yol açar.

  • Bu arada Britanya’nın kolaylıkla zafer elde edeceğine inandığı bu savaş, Bell’in de dünyasında çok büyük bir yıkım meydana getirir.

1907 yılında Türkiye’de kazı çalışmaları esnasında tanıştığı ve uzun zaman yasak aşk yaşadığı Richard Doughty-Wylie, İngilizler’in Çanakkale çıkartması esnasında Türkler tarafından öldürülür. Yazdıklarından anlaşıldığı kadarıyla hayatını altüst eden bu durum şüphesiz Bell’in Türklere karşı olan nefretini de körükler.

Çanakkale’deki cephe Basra Körfezi’ne kaydırılır ve buraya askerî çıkartma yapılır. Osmanlı kuvvetlerine karşı burada hızlı bir ilerleme kaydedeceklerini düşünen Britanya Hükümeti, harekâtın ilk zamanlarında gerçekten de bunu başarır. Fakat Basra’dan Kûtül‘amâre’ye kadar çekilen Osmanlı birlikleri, Bağdat’a ilerleyen İngiliz kuvvetlerini 1915 yılında durdurmayı başarırlar. Kûtu'l-Amâre’ye çekilen General Townshend’in başında olduğu İngiliz kuvvetlerini kuşatan Osmanlı birlikleri Britanya’ya burada utanç verici bir yenilgi yaşatır. Kuşatmaya dayanamayan binlerce İngiliz askeri generalleriyle birlikte Osmanlı’ya teslim olur.

Bu arada kuşatma devam ederken Osmanlı’da bütün işlerin rüşvetle yürüdüğüne dair inanca sahip olan General Townshend’in rüşvet teklifleri bu zaferin mimarı ve daha sonra Kut soyadını alacak olan Halil Paşa tarafından reddedilir. Lawrence’nin de içinde olduğu ve Halil Paşa’ya daha yüksek bir meblağ teklif eden bir ikinci heyet yine kendisinin reddiyle karşılaşır. İşte askerî olarak Bağdat’ı geçemeyeceğine inanan Britanya gerçek anlamda bu tarihten sonra Arap aşiretleri kartını devreye sokmaya karar verir. Tabi bu da beraberinde Araplarla nasıl bir politika takip edileceği sorununu doğurur.

Jön Türkler’in Araplardaki izdüşümü
Mecra

Kûtu'l-Amâre’den Türk kuşatmasını gösteren bir fotoğraf.

1915 yılında kurulan ve yaklaşık iki ay devam eden Bunsen Komisyonu tam olarak bu sorunun çözümüne odaklanır. Mark Sykes’ın, Savaş Bakanı Lord Kitchener’in temsilcisi olarak yer aldığı komisyon çözüme ilişkin yaklaşık yüz sayfalık bir rapor yayınlar.Burada özetle Avrupa devletleri arasında nüfûz bölgeleri oluşturularak Osmanlı topraklarının paylaşılması ve buna gidecek yolda da Osmanlı’ya karşı kullanılabilir olan -çünkü bütün Arap aşiretleri Osmanlı aleyhine değildir- Arap aşiretlerinin desteklenmesi üzerinde durulur. Bu tarihte hâlâ Londra’da olan Bell, bölge dengelerini iyi bilen biri olarak 14 Mart 1915’te hazırladığı ve hükümet yetkililerinin de dikkatini çeken raporunda önemli bir tüyo verir.

Bell, Hindistan ve bölge Müslümanlarının yapılacak askerî harekâttan rahatsızlık duymamaları için karşı propaganda yapacak bir birimin gerekliliği üzerinde durur.

Öyle ya propaganda ciddi bir güçtür ve böyle zamanlarda da kullanılması kaçınılmazdır. Yukarıda bahsettiğimiz Gladstone’un Türkler aleyhine yaptığı propaganda kapsamında iddia ettiği Türklerin 200 binin üzerinde Bulgarı öldürdüğü iddiası Avrupa kamuoyunda istediği neticeyi verir. Osmanlı’nın talebiyle kurulan uluslararası komisyon her ne kadar öldürülen Müslümanların Bulgarlardan daha çok olduğunu belgelese de bunların sümen altı edilmesi sebebiyle bu gerçek pek bir işe yaramaz. Aynen günümüzde bize karşı yapılan kimi suçlamalarda olduğu gibi gerçeğin umursanmaması tabi ki propagandadan istifade etmek içindir. Bunun da şüphesiz başında sözde Ermeni Soykırımı gelir.

  • Britanya Dışişlerine bağlı bir birim olarak 1914 yılında kurulan Wellington House, Türkler aleyhine yaptığı sistematik propagandaların merkezlerinden bir diğeri olur. Meşhur Arnold Toynbee gibi tarihçilerin de çalıştığı bu büro, yayınladığı; rakamları milyonlarla ifade edilen kitap, dergi, broşür ve daha nice sayısız yazılı materyal ile Türkler aleyhine karalama kampanyası yapar.

Türklerin 1915 yılında Ermenilere soykırım uyguladığı söylemi de bu propagandalardan biridir. Bugün hâlâ bu veya daha güncel bu gibi yalanların aleyhimize kullanılması şüphesiz böyle merkezlerin hâlâ çalışıyor olmalarıyla alakalıdır.

Arnold Toynbee.

1916 yılında kurulan Arap Büro işte tam da bunun için teşekkül eder. Bilgilerini kullanmak için sabırsızlıkla bekleyen ve bu tarihe kadar Kızılhaç gibi kimi yerlerde gönüllü faaliyetlerle bulunan Bell, nihayet Arap Büro’da çalışmak üzere Kahire’ye davet edilir. Vakit kaybetmeden yapılan çalışmalarla el-Arab, el-Hakîka, el-Ahbâr, el-Ehrâm, el-Kıble gibi İngilizler’in desteğiyle çıkartılan günlük ve haftalık gazeteler Arapların gözünde bölgede Türklere karşı nefreti körüklerken, özellikle Irak topraklarında oldukça hassas bir yapıda olan Sünnî ve Şîî ayrılığını da gıdıklamayı ihmal etmez.

Nicole Kidman’ın Gertrude Bell’i canlandırdığı 2015 yapımı Queen of the Desert (Çöl Kraliçesi) isimli film her ne kadar burada Bell’i yerel kıyafetler içerisinde gösteriyor olsa da, onun Lawrence’ın aksine yerel kıyafetlerle ile çekilmiş bilinen bir fotoğrafı yoktur.

Lawrence’in de içinde bulunduğu Arap Büro’da, kendisine uzmanlık sahası olan Arap kabilelerinin kimler oldukları, nerede yaşadıklarıyla alakalı detayların istendiği vazifeler verilir. Bell sahaya öylesine hakimdir ki babasının arkadaşı olan ve bir zamanlar Mısır Yüksek Komiserliği yapmış olan Lord Cromer’e gönderdiği raporunda adeta bir askerî stratejist gibi tavsiyelerde bulunur. Bell’e göre Türklerle mücadelede en doğru adım bugün Mersin sınırları içerisinde yer alan Ayaş’a çıkartma yapmak olacaktır. Bell burada Ayaş’a yapılacak 80 bin kişilik bir çıkartmanın hem Mısır’ı hem de Rusya’nın savaştığı Kafkas Cephesi’nin rahatlatacağını, aynı zamanda Kafkas Cephesi’ne geçmek isteyen ve burayı kullanmak zorunda olan Türkler’e de engel olunacağını ifade eder. O tarihte Britanya’nın Ortadoğu’da iki merkezi olduğunu da unutmamak gerekir. Bunlardan biri Akabe, Yemen, Hicaz ve Basra’nın kontrolünün kendisine ait olduğu Delhi diğeri ise Mezopotamya ve Suriye bölgelerinden mesul olan Kahire’dir. Bu ikisi arasında ciddi stratejik anlaşmazlıklar da vardır.

Mesela “Seven Pillars of Wisdom” isimli kitabında Lawrence, Kûtu'l-Amâre’deki yenilginin Delhi’deki Britanya yönetiminin yanlış politikaları sebebiyle olduğunu söyler.

Bir diğer ayrılık noktasını da Kahire’nin Şerîf Hüseyin’i, Delhi’nin ise İbn Suûd’u kullanmak için el altında tutmaları meydana getirir. İşte bu iki merkezi birbirine yakınlaştırma ve tek düşmana karşı tek bir politika ile hareket edilmesinin sağlanması için Gertrude Bell, Delhi’ye bir nevi arabulucu olarak gönderilir. Mektubunda da ifade ettiği üzere iki merkez arasındaki sürtüşmenin vehâmetinden bahseden Bell, bunun uzadıkça kendilerine güç kaybettirmesinden duyduğu endişeyi dile getirir. Hindistan’da birtakım temaslarda bulunan Bell, Hindistan Valisi Hardinge’in talebiyle daha önce Hindistan’da tanıştığı ve şimdi Basra’da bölgenin sorumlusu olarak bulunan Sir Percy Cox ile çalışmak üzere Basra’ya gider. Cox tarafından kendisine lütfedilen binbaşı rütbesiyle Arap Büro’ya nazaran burada kendisine daha da iyi imkanlar verilen Bell, iki merkezin politikalarını uzlaştırmak üzere çalışmalarına artık Kahire’deki merkeze değil Delhi’deki merkeze bağlı olarak devam eder.

1916 yılında Basra’da olan Bell, Kûtül‘amâre’deki bozgun esnasında da buradadır. Bu yıl bilindiği gibi aynı zamanda Britanya tarafından Mark Sykes ile Fransa tarafından François Georges-Picot tarafından imzalanan ve Sykes-Picot Anlaşması olarak bilinen mutabakatın imzalandığı yıldır. Bölgede, kendisini tarihî bir sorumluluk sahibi olarak da hak sahibi gören Fransa’dan bağımsız bir girişimin başarılı olamayacağını gören Britanya, ana hatlarıyla Suriye ve Lübnan’ı Fransa’ya bıraktığı bu anlaşmada Bağdat ve Basra’ya da hakim olur. Fakat bu durum Kahire ile Delhi arasındaki politik anlaşmazlığa yeni bir taraf daha ekler ki o da Londra’daki merkezî hükümet olur.

Kaosun mimarı: Mark Skyes
Mecra

  • Zira Arap aşiretlerini yanına çekmek için kendilerine vaatlerde bulunan mesela Arap Büro, Londra’nın bu üstelik kendilerinden habersiz yaptıkları teşebbüsüyle hayal kırıklığına uğrar. Yani I. Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin Ortadoğu politikası bir hayli karışıklık arzeder.

Hindistan’daki merkez tarafından yayınlanan Gazetteer of Arabia ile Mısır’daki merkez tarafından yayınlanan Arab Bulletin bölge ile alakalı çok önemli raporların ve bilgilerin yer aldığı iki yayın olur. Her iki yayında da Bell’in ciddi katkıları vardır.

Her ne kadar İngilizler Kut’da Osmanlı tarafından durdurulmuş olsa da ilerleyen zamanlarda buradaki birliklerin diğer cephelere yönlendirilmesi sebebiyle oluşan zaaf İngilizler tarafından değerlendirilir. Karşılarında ciddi bir kuvvet bulmayan İngiliz kuvvetleri 11 Mart 1917 yılında Bağdat’a girer. Percy Cox’un başında olduğu İstihbarat Dairesi de Basra’dan Bağdat’a taşınır. Arap aşiretleri ve Arapça’ya olan vukûfiyeti ile burada daha da gerekli biri haline gelen Bell, hazırladığı raporlarla Britanya için hayâtî bir rol oynar. Bu dönemde gayretleriyle Anaze kabilesinin lideri olan Fahad Bey’i İngiliz tarafına çekmesi Osmanlı’ya ve çöldeki müttefiki olan Reşîdîler’e bir hayli menfî tesirde bulunur. Bu arada 1917’de Osmanlı’nın Filistin Cephesi’ndeki korkunç bozgun sebebiyle Filistin toprakları da işgalcilerin eline geçer. General Allenby aynı yılın ilerleyen yıllarında Kudüs’e girer. Bu tarihten çok da uzun olmayan bir tarih sonra açıklanan Balfour Deklerasyonu, uzun zamandır kurulan bir hayalin gerçekleşmesi olur.

  • O dönemde İngiltere Başbakanı olan Liberal Parti Başkanı Lloyd George, Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmelerinin önündeki engellerin önünü açmaya çalışırken bunu şüphesiz I. Dünya Savaşı esnasında Yahudilerden aldığı nakdî ve insanî desteğe bir şükran ifadesi olarak yapmasından başka aynı zamanda mensubu olduğu Evanjelik inancının da getirdiği prensip ile bunu yapmaya kendisini zorunlu hisseder.

Bugün de mensuplarıyla İslâm dünyasının başına bela olan bu inancı anlamadan Batı’nın İslâm dünyası, hassaten Filistin üzerindeki ısrarını anlamak mümkün değildir. Temel prensibi Hristiyanlığın Eski Ahit ve Tevrat üzerinden gelen bir din olarak Hristiyanlık ile Yahudiliğin bir bütün olduğunu söyleyen Evanjelizm, siyasî olarak da karşılığını Yahudilerin Filistin’e yerleşmeleri gerektiğinde bulur.

Balfour Deklerasyonu da zaten 1948 yılında İsrail’in kurulmasına giden vetîrenin ilk somut adımını oluşturur. Evanjelik inanışlardan uzak, aslında Hristiyanlığı reddeden, deist inanışta biri olan Gertrude Bell’in Balfour Deklerasyonu’nu doğru bulmaması sahadaki İngiliz politikasının ortak bir konsensüs ile yapılmadığını göstermesi bakımından önemlidir. Mektuplarında bunu “gerçeklerden kopuk ve tamamen yapay” olarak tavsîf eden Bell, bunun başarısızlığa uğraması için de temennide bulunur. Bu arada Şerîf Hüseyin’in oğlu olan Faysal’ın da kendisiyle birlikte hareket ettiği General Allenby, Kudüs’ü ele işgal etmesinin ertesi yılında Türk kuvvetlerini çekilmeye zorlayarak Hayfa, Şam ve Beyrut’u da ele geçirir. Cephesinin çökmesiyle nihâî olarak Mondros Ateşkes Anlaşması’nı imzalayarak savaşı kendi adına sona erdiren Osmanlı, neticede I. Dünya Savaşı’ndan mağlup tarafı olarak savaştan bitik bir şekilde ayrılmış olur.


Filistin'e İngiliz hançeri: Balfour Deklarasyonu
Mecra

Mondros Mütârekenâmesi’nin imzalandığı Agamemnon Zırhlısı.

Savaş devam ederken Rusya’da meydana gelen Bolşevik İhtilali neticesinde Çarlık döneminde yapılan Rusya ile Batılı devletler arasındaki gizli paylaşım anlaşmalarının yeni rejim tarafından ortaya dökülmesi, I. Dünya Savaşı’nda kendilerinden bolca istifade edilen Araplar’a vadedilen sözlerin ne kadar boş olduğunu gösterir. Bir yandan da Filistin topraklarına yerleştirilen Yahudilere şahit olunurken, Allenby ile girdiği Şam’da İngilizler ve Fransızlar tarafından kabul edilmeyen Faysal’ın ilan ettiği ve sayılı gün yaşatabildiği devleti kendisi için bir başka hayalkırıklığı olur. Meselenin nasıl şekilleneceği 1919 yılında yapılan Paris Barış Konferansı’na bırakılır. Artık bu tarihten sonra galip devletler arasında bir paylaşım mücadelesine şahit olunur.

İngiltere ve Fransa’nın yanısıra 1915 yılında savaşa dahil olan Amerika da savaştan az hırpalanmış bir taraf olarak haklı bir şekilde payını arar. Îtilâf kuvvetlerine savaş boyunca yaptığı milyarlarca dolara varan para yardımı üstelik masada kendisini de sözü geçen bir mevkie getirir. Fakat Amerika’nın paylaşılacak topraklarla alakalı planlarının Fransa ve İngiltere’ninkinden farklı olması ciddi bir sorun ortaya çıkartır.

O dönem Amerika’nın başkanı olan Wilson’dan hareketle Wilson ismiyle bilinen prensipler her şeyden önce bölgede herhangi bir işgali kabul etmez.

Ortadoğu’da büyük krallıklardan ziyade küçük devletlerin kurulması taraftarıdır. Ayrıca Filistin’le alakalı da farklı bir planı önerir. Tabi bunların tamamı bölgenin petrolünden faydalanmak için kurgulanmış politik hamlelerden başka bir şey değildir. Bu da haliyle başta Şerîf Ailesi olmak üzere Osmanlı’dan kalan topraklarda devlet kurmak isteyenleri endişeye sokar. Paris Barış Konferansı’na gitmeden önce İngiltere’nin talebiyle Siyonistlerin temsilcisi olan Chaim Weizmann ile görüşerek Yahudilerin Filistin’deki yerleşimleri mevzuunda mutabakata varan Faysal’ın İskenderun’dan İran’a kadar olan topraklarda bir Arap devletinin kurulmasını istediği talep haliyle ciddiye alınmaz. Zira Fransa heyetinden bir ismin de Paris Barış Konferansı’nın yapıldığı günlerde kendisine dediği gibi İngiltere ile Fransa arasında yapılan anlaşma gereğince orası Fransa’ya bırakılmıştır. Osmanlı’ya karşı verdiği mücadelenin ödüllendirilmesini isteyen Faysal, bölgedeki Fransız işgaline karşı direneceği tehdidinde bulunsa da Paris’ten bir şey elde edemez. Bu arada Gertrude Bell de Yüksek Konseyi Araplar hakkında bilgilendirmek üzere Bağdat’tan Paris’e gönderilir. Bu arada Lawrence’ın da orada hazır bulunduğu Paris’te, İngiltere ile Fransa arasında yapılması gereken yeni bir anlaşmanın da zeminini hazırlamaya çalışır.

  • Zira Sykes-Picot Anlaşması her ne kadar yürürlükte olsa da, Fransızlar bundan dolayı Faysal’ın Suriye’deki varlığını kabul etmeme hakkını kendilerinde görseler de, Araplar’ın bir unsur olarak sahada bulunmuş olmaları tabîî olarak bu anlaşmanın da revize edilmesini gerekli kılar.

Gertrude’un asıl gayesi İngiltere himayesinde bir Arap devleti kurulması olur. Fakat Paris’te Ortadoğu ile alakalı herhangi bir neticeye varılamayınca Amerika Başkanı Wilson’ın da önerisiyle Ortadoğu’ya özel bu komisyon kurulmasına ve bu komisyonun raporları doğrultusunda hareket etmeye karar verilir. Fakat zaten bu komisyon çok da önemli olmazken, 1921 yılında Amerika’da yapılan seçimlerde Wilson’ın kaybetmesi, sonrakilerin de burayla alakadar olmak istememesi Amerika’nın Ortadoğu’yu şekillendiren bir unsur olarak sahneden çekilmesi neticesini doğurur.

Paris Barış Konferansı esnasında çekilen, savaşın galiplerini gösteren bir fotoğraf. Soldan sağa: İngiltere’den David Lloyd George, İtalya’dan Vittorio Emanuele Orlando, Fransa’dan Georges Clemenceau ve Amerika’dan Woodrow Wilson.

Sahnede Fransa ve İngiltere kalırken, özellikle İngiltere için bir Arap devletinin kurulması büyük bir ihtiyaç haline gelir. Zira Arap milliyetçilerinin durumu bölgedeki İngiliz hakimiyetini bir hayli tehdit eder mahiyettedir. Araplar tarafından İngiliz askerlerine karşı yapılan saldırılar karşılığında gördüğü şiddetle daha da alevlenir. Diğer taraftan talepleri karşılanmayan Şîîler de işi İngilizler’e karşı cihad fetvası yayınlayacak noktaya getirir. Bu arada 1920 San Remo Konferansı’nda Lübnan ve Suriye’nin Fransa’ya, Filistin ve Irak’ın da İngiltere mandasına bırakılması bölgedeki gerilimi daha da arttırır. Konferanstan çok kısa bir zaman sonra Araplar tarafından kurulan bir kurul Faysal’ı Suriye, kardeşi Abdullah’ı da Irak’a kral seçer. Gertrude’a göre yaşanan bu krizin sebebi öncelikle Hindistan’da yapılan uygulamaların burada da işe yarayacağının düşünülmesidir.

  • Osmanlı dönemindeki uygulamalara bakmadan sadece askerî güce güvenilmesi, bu yönetimin halktan vergi toplaması, Hindistan’dan memurlar getirilirken bölge Araplarına memurluk kademesinde yer verilmemesi İngiltere’nin yerel halk tarafından benimsenmemesindeki sebeplerden birkaçıdır.

Bu arada Percy Cox’un yerine gelen Albay Wilson’ın Cox’taki kriz yönetim becerisine sahip olmaması diğer sebepten biridir. Yaşanan kanlı olaylar ve şiddetli protestolar hızlıca bir adım atılmasını gerekli kılar. Bağdat merkezinden yapılan anayasal rejime geçileceği haberi bölgenin kısmî bir şekilde sakinleşmesini sağlarken taşrada hâlâ öfke had safhadadır. Arap aşiretlerinin saldırması neticesinde öldürülen İngiliz askerlerine karşılık bölgeye gönderilen General Leachman Musul ve çevresinde binlerce kişiyi katleder. Fakat Leachman’ın ölümü de burada bir genç tarafından gerçekleşir. Bell’in bu dönemde babasına gönderdiği bir mektupta kullandığı “Evet, Türkler bu toprakları yönetmekte yetersiz kaldılar. Ama bizler de yapamadık, yönetmeyi başaramadık” sözü geldiği ümitsizliği göstermesi bakımından altı çizilesidir.

Gizli anlaşma
Mecra

Yaşanan olumsuzlukları kontrol altına alamaması sebebiyle İngiliz hükümeti tarafından görev yeri değiştirilen Wilson zaten Bell’in de hiç anlaşamadığı biridir. Onun yerine Cox 1923 yılına kadar görev yapacağı Irak’a tekrar getirilince Bell de bir hayli rahatlar. Bell’e “doğu sekreterliği” sıfatını veren Cox, işe hemen hükümet gibi çalışacak olan devlet konsülünü oluşturma kararı alır. Gertrude tarafından ikna edilen isimlerle hükümetin isimleri de birer birer tayin edilir. Bu arada Şam’dan ayrılmama konusunda ısrarcı olan Faysal, İngiltere’nin çekilerek burayı Fransa’ya bırakmasıyla telaşlanır. Çözüm bulmak için kapısına dayandığı İngiltere ve Fransa’dan olumlu bir cevap alamayan Faysal için kaçmak ya da Fransız kuvvetleri ile çarpışmaktan başka çare kalmaz. Suriye’deki işgali gerçekleştirmek üzere görevlendirilen General Henri Gouraud Faysal’a Fransız mandasını kabul etmek üzere 4 gün mühlet verir. Aksi takdirde işgal etmek üzere askerî harekât yapmakla tehdit eder. Faysal’ın Fransız mandasını kabul ettiğini geç haber vermesi ise felaketiyle neticelenir.

  • 1500 askerini kaybeden Faysal, Şam’a giren General Gouraud tarafından buradan kovulur ve uğradığı çeşitli yerlerden sonra nihâî olarak Londra’ya gider. Fransız savaş uçaklarından açılan ateş sebebiyle Hamidiye Çarşısı’nın delik deşik olan çatısı, Şam’a yapılan hava saldırısının günümüze kalan izlerindendir. En azından 2007 yılında bulunduğum Suriye’de bu gözlemlenebiliniyordu..

Yapılan savaş masraflarıyla I. Dünya Savaşı İngiltere için büyük bir ekonomik sıkıntı meydana getirirken, savaş sonrasında işgal edilen toprakların elde tutulması için harcamaların yapılması gerektiği gerçeği köklü bir adım atılması fikrini doğurur. 1919 yılının sonuna kadar İngiltere’ye mâl olan toplam masraf 5 milyar sterlinden daha da fazladır. O dönemde Savaş Bakanı olan Churchill Basra Körfezi hariç, Mezopotamya’nın her yerinde asker bulundurmanın gereksizliğine işaret ederken bunu ekonomik bunalım sebebiyle söyler. Sahada bulunan 100 bin kişilik ordunun beslenmesinin getirdiği ağır külfet, her ne kadar 1918 yılında kurulan Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne mensup savaş uçaklarının herhangi bir ihtiyaç anında havadan yapılacak bir askerî müdahale ile karşılansa da, Ortadoğu’da nasıl bir yol takip edileceği bu sıralarda akıllardaki soru olur. 1921 yılında Sömürgeler Bakanı olarak atanan Churchill, aynı yılın Mart ayında yapılacak bir konferans ile bu sorunlara bir çözüm bulunmasını ister. Tarihe Kahire Konferansı olarak geçen bu toplantının davetlilerinden biri de hiç şüphesiz Gertrude Bell olur.

Kahire Konferansı’ndan önce çekilen bir hatıra fotoğrafı. Gertrude Bell’in de karede olduğu fotoğraftaki 40 delegenin Churchill tarafından “Kırk Haramiler” olarak adlandırılması bir hayli manidardır.

İngiltere’nin mandaterliğinde bir krallık olmasına karar verilen Irak için, kralın kim olacağının belirlenmesi konferansın da ana meselelerinden birini oluşturur. İşin ilginç tarafı kral adaylarından birinin de Sultan II. Abdülhamid’in oğlu olan Mehmed Burhâneddin Efendi olmasıdır. Fakat adaylar arasında ismi olmamasına rağmen Bell’in de ısrarıyla Fransızlar tarafından Şam’dan kovulan Faysal üzerinde karar kılınır. Plan da şöyle işleyecektir; Faysal önce Mekke’ye, daha sonra Basra’ya ve sonrasında da Bağdat’a gelecektir. Bu arada Gertrude Bell’in faal olduğu ekip Faysal için zemini hazır hale getirecek, yapılacak seçimlerde Faysal’ın halk tarafından kral seçilmesi sağlanacaktır ve Faysal böylece Irak kralı olacaktır. Bu arada Kral Abdullah da 1921’de kurulan Ürdün’ün kralı olarak kabul edilir. Tabi Filistin toprakları içerisinde değerlendirilen Ürdün’ün buradan koparılması Siyonistlerin de hoşnutsuzluğuyla karşılaşır. Fakat Lawrence gibi Arap taraftarı bir tavır takınan Bell de bu toprakların İngiltere’ye yardım etmesi dolayısıyla Kral Abdullah’a verilmesi gerektiğini savunur. Zaten yukarıda da bahsettiğimiz gibi Bell, Filistin’deki Yahudilerin varlığına hiç sıcak da bakmaz.

Faysal Irak’a kral yapılırken atlanılmaması gereken önemli bir detay da halkın Faysal’ı kendi seçtiğine inandırılmasıdır. Kahire Konferansı’nda Faysal lehine İngiltere tarafından alınmış bir kararın halk üzerinde menfi tesir meydana getireceği açıktır. Bundan dolayı Faysal’ın kral olmasına karşı çıkan Seyyid Talib gibi isimler onun İngilizler tarafından seçildiği propagandasını yaparken, Bell de onun oluşturduğu bu propagandayı kendi mektuplarında da itiraf ettiği üzere soğukkanlılıkla yalanlar söyleyerek kapatmaya çalışır. Zaten kısa bir süre sonra da İngilizler tarafından etkisiz hale getirilen Seyyid Talib’ten sonra saha Faysal’a açılmış olur.

Lawrence ve Gertrude Bell Kahire Konferansı’nın gerçekleştiği günlerde çekilen bir fotoğrafta aynı karede. Lawrence’ın popüler bir isim olmasında Amerikalı gazeteci Lowell Thomas’ın 1920 yılında yazdığı “With Lawrence in Arabia” isimli kitabının etkisi şüphesiz büyük olur. Bununla birlikte kendisine nazaran çok da popüler olmayan Bell’in Ortadoğu’da ondan çok daha müessir bir isim olduğunda şüphe yoktur.

Törenle karşılandığı Bağdat’ta İngilizler’in ve özellikle de Bell’in yoğun gayretleriyle halk nezdinde itibar elde eden Faysal, her ne kadar tartışmalı olduğu söylense de %96’lık bir oranla Irak kralı olarak tahtına oturur.

Tabi Faysal Irak tahtına otururken İngiltere de başta petrol kullanım hakkının korunmasını içeren, çeşitli haklarının garanti altına alındığı anlaşma ile Irak’ın meyvelerini toplayan taraf olur. Bell geldiği konum itibariyle Faysal’ın en yakınındakilerden biri olurken, yaklaşan İbn Suûd tehlikesi ile Türklerin Musul’a girebilecek olmalarının getirdiği endişe yine kendilerini diken üstünde tutar. Derin Tarih Dergisi’nin Şubat 2020 sayısında yazdığımız “At Üstünde Bir Evliya: Ahmed Şerîf Es-Senûsî” başlıklı yazımızda da belirttiğimiz üzere mesela büyük mücahid ve kendisi de bir Arap olan Ahmed Şerîf Es-Senûsî, bölgedeki Arap ve Kürt aşiretlerini kışkırtarak İngiliz politikalarının kuklası haline getirdiği Faysal’a karşı kullanır.

  • Irak’ın manda bir devlet haline gelmesinden sonra İngilizler’e tepki olarak halk arasında ciddi bir biçimde kendisini belli eden Türk taraftarlığı ortamında bu çalışmalar da bir hayli etkili olur.

Tabi İngilizler’in de 1919’dan beri Türkiye’ye karşı kullanmak üzere sahaya sürdüğü ve Kürt Lawrence olarak bilinen Edward Noel’den fazlasıyla istifade ettiğini eklemek gerekir. Burada konumuzun dışına çıkmamak ve yazımızı daha da uzatmamak için girmiyoruz ama Bell’in yazılı olarak bıraktıkları arasında Türkiye’nin o dönemki gerek iç gerek dış siyaseti ile alakalı ifadeleri de bir hayli önemlidir. Bu bakımdan Mustafa Celalettin Hocaoğlu’nun “Gertrude Bell'in Ortadoğu Algısı ve Irak'ın Kuruluşundaki Rolü” isimli hacimli doktora tezi önemli detaylar sunar.

Sahnenin dışında kalan kahraman
Mecra

Faysal’ın tahta kurulduktan çok da uzun olmayan bir zaman sonra İngilizlere karşı takındığı tavır Bell de dahil olmak üzere İngiliz yönetimini bir hayli şaşırtır. İngilizler, Faysal’dan kendisine verdikleri desteğin bir nevi bedeli olarak, Irak’ı tam olarak bir sömürge haline getirecek manda anlaşmasını imzalamasını isterler. Faysal’ın bunu imzalamak için yapılan baskılara diretmesi, netice olarak İngilizler aleyhine tavır almasına fakat nihayetinde de Yüksek Komiser Percy Cox’un Faysal’ın apandisitten rahatsız olduğu bir günde hakimiyeti eline alarak Faysal’ı bu anlaşmaya zorlamasına sebebiyet verir.

1922 yılında imzalanan 18 maddelik manda anlaşmasıyla Irak, Britanya’nın adeta bir arka bahçesi haline gelir.

Percy Cox, kendisine verilen emirleri başarıyla tamamlayıp 1923 yılında görevini bir başka isme devrederken aslında Gertrude Bell için de bu tarihte yapacağı işlerin yoğunluğu bir hayli azalır. Vaktinin çoğunu arkeolojik çalışmalara veren Bell, kendisinin kuracağı Irak Millî Müzesi için büyük emekler verir. Durum tabi kendisi için hiç de parlak değildir. Uzun zamandan beri babasının içine düştüğü ekonomik sıkıntı ve bunun neticesinde gelen maddî problemler, kardeşinin ölümü, Bağdat’ta hayatının üçüncü aşkı olan kişiden red cevabı alması ve ciğerlerindeki hastalık 1926 yılında artık kendisini iyice çökertir. Nihayetinde kullandığı uyku haplarından bir avuç içerek hayata veda eder.

Bell’in omuzlar üstünde taşınan cenazesi. Bugün mezarı hâlâ Bağdat’tadır.

Bell’in kurulmasında büyük payı olan Irak her ne kadar 1932’de bağımsız olsa da bu yapay devlette sular hiç durulmaz. Irak’ın bugün bile hâlâ problemlerin yaşandığı bir ülke olması tarihinden asla bağımsız düşünülemez. Faysal 1933’te yurtdışında tatilde iken geçirdiği kalp krizi ile hayatını kaybedince oğlu Gazi tahta çıkar. Bu dönemde yaşanan kanlı bir darbenin ardından Gazi de geçirdiği bir kaza neticesinde ölür. Dört yaşında olan onun oğlu II. Faysal döneminde yine Hâşimî ailesinden bir başka ismin geçici naibliği söz konusudur. Bu dönemde Başbakan olan Reşîd Âlî el-Geylânî hânedân mensuplarını sınır dışı edince İngiltere devreye girer ve tekrar eski sistemi kurar. Bu arada Mecra’da kaleme aldığımız “Kendi dilinden, bir Ortadoğu tarihçisi” başlıklı yazımızda da belirttiğimiz gibi bu müdahalenin merkezinde de Gertrude Bell benzeri bir isim olan Bernard Lewis vardır. 1958 yılındaki yine kanlı bir darbe bu sefer tahttakilerin hepsinin kellesini alır. 1963 yılında Irak siyasetine hakim olan Baas yine kanlı bir şekilde, darbe yapanlara darbeyle gelir. Bilindiği gibi Saddam Hüseyin’in uzun süren hakimiyet yıllarına son veren de Amerika ile Irak topraklarına bir kez daha gelen İngilizler olur.

Kendi dilinden, bir Ortadoğu tarihçisi
Mecra

Ortadoğu haberlerinde muhakkak haftada en az iki defa olumsuz bir sûrette rastladığımız Irak’taki kaos maalesef hâlâ devam eder. Irak’ın kendisinden sonraki istikrarsız durumu bir tarafa, “Ruhum üzerine yemin ederim ki yedi yıldır ayağa kaldırmaya çalıştığım Arap Devleti için savaşmaktan daha onurlu bir iş yoktur” diyecek kadar kendisini hedefine kilitleyen Bell’in kendi döneminde bu hayalini gerçekleştirmesi şüphesiz kendisinden ders alınacak derecede önemlidir. Sahada olunmadan, sahayı bilmeden kurulacak politik hamlelerin de gerçekçi olmayacağı açıktır. Bundan çok da uzak olmayan bir tarihte bizim olan mesela Lâzikiyye’nin Türk basınında Latakia şeklinde yazılması ve bu şekilde telaffuz edilmesi ise bambaşka bir fecaat olarak kayıtlarda yer alır. Dolayısıyla Bell’den ve hayatından öğrenilecek bir şey varsa o da derin saha bilgisinin kişiyi ne büyük başarılara ulaştıracağı gerçeğidir.