Çehresinde gölgesi olmayan bir lider: Aliya İzzetbegoviç

Aliya İzzetbegoviç.
Aliya İzzetbegoviç.

'Biz, Çanakkale’den sonra direnişi devam ettiren nesiliz. Sen, direnişin değil, dirilişin nesli olacaksın. Korumak için değil, düzen kurmak için çalışacaksın. Sen varsan biz olacağız. Sen ayaktaysan biz yaşayacağız. Ama unutma! Sömürgeciler, seni tamamen Asya’ya sürmek için planlarını adım adım işletecekler. Bir gün sıra sana da gelecek. Seni yok etmek için bin yıldır hazırlananlar, bir gün bile durmadan çalışıyorlar. Sen Türk’sün. Bir ırk, bir din, bir mezhep değilsin, olamazsın.'

Aliya İzzetbegoviç kim?

Çocukluğum uzak bir ülke gibi, daha doğrusu açık havalı bir günde dağlara bakmak gibi, ana hatlarını görebiliyorum ancak detayları seçmekte zorlanıyorum.

İsminizi kimden aldınız?

İsmi benim gibi Aliya olan bir çocuğun hikayesini anlatarak başlamak isterim. Aliya benim dedem, 19. yüzyılın sonunda Üsküdar’da askerlik yaparken Sıdıka isimli bir Türk kızıyla evlenen ve bu evlilikten beş oğlu olan birisi. Oğullardan biri de babam Mustafa’dır. Ben henüz iki yaşındayken Saraybosna’ya taşınmışız. Tam beş kardeşiz.

Kişiliğinizin oluşmasında neler etkili oldu?

Ailemden aldığım İslami terbiyenin büyük payı var. Rahmetli annem çok dindar bir kadındı. Ona karşı derin bir sevgi besliyorum ve onun sevdiği her şey bende de sevgi uyandırıyor. Ben dindarlığımı annemin dindarlığına borçluyum. Dini eğitime annemin telkinleriyle ilgi duydum. Sabah namazına annem kaldırırdı ve çok zor kalkardım. Camiye gittiğimde imam namazda Rahman suresini okurdu. Gün doğarken imamı selamlayıp camiden ayrılırdım. Sabahları baharın o güzel kokuları içinde camiden eve dönüş yolları bana büyük bir mutluluk verirdi. Sabah namazları, Alak ve Rahman sureleri, huzur dolu bir mahalle işte bunlar çocukluğumun harikulade anılarıdır.

Fiziksel olarak kime benzetilirsiniz?

Görünüm itibarıyla anneme, karakter itibarıyla ise babama daha çok benzediğim konusunda bütün ailem hemfikir.

Yetişkinlik yıllarınızda çevrenizdeki farklı fikirlere bakış açınız nasıldı?

Henüz 15 yaşımdayken ateist ve komünist literatürünün altında dini konularda kararsızlığa düştüm. İkinci Dünya Savaşı’nın öncesinde Yugoslavya’da o zamanlar tam olarak altın çağ yaşanıyor, yani faşizme karşı bir tepki olarak çok güçlü bir propaganda hakimiyetini sürdürüyordu. Dönemin komünistlerinin yoğun olarak gittiği Birinci Erkek Lisesine gidiyordum. Lise sıralarında muhtelif afişler benim de elimden geçti ve etkilenmemem mümkün değildi. Bir yandan Allah inancı, diğer yandan sosyal adalet ve adaletsizlik kavramları arasında kaldım. Daha sonraki dönemlerde bütün dünyayı kasıp kavuran antisosyalist iklim tabii ki Bosna Müslümanları üzerinde de yakından etkili oldu. Yugoslavya devleti sosyalist bir yapıya sahipti. Gençlik yıllarımda inançlarım noktasında tereddütler yaşadım fakat bu sarsıntılar ileriki dönemlerde dinime daha sıkı sarılmama vesile oldu.

Diğer yandan, çeşitli şekillerde ve tanımlamalarda, dinin ana mesajı bana her zaman ahlaklı bir hayat ve sorumluluk duygusu gibi gelmiştir. İki yıllık ruhsal ve düşünsel bir bocalamadan sonra yeni bir güç ve yaklaşımla dine döndüm. Kendimdeki bu iman gücünü özellikle gençliğimdeki inkar dönemimden aldığımı düşünüyorum. Ve artık bu, doğuştan ait olduğum gelenekten edindiğim din değil, içimde yeniden tesis edilmiş bir iman duygusuydu. Her ne kadar sonradan dini meseleleri yazdığım kitaplarda da görüleceği gibi sürekli düşüncelerimi sorgulamış ve araştırmış olsam da içimde yeniden tesis edilen bu imanı bir daha asla kaybetmedim. Unutmayın, fikirler değişebilir fakat hissettiklerimiz değişmez, öyleyse herkes hissettiğidir. Çok sonraları hatıralarıma yer verdiğim bir kitabımda "Tanrısız bir kainat benim için tahayyül edilemezdi." diye belirttim. Bununla beraber "Sonraki" Aliya’ya yani yeniden inşa ettiğim düşünce yapıma göre komünizm asla demokrasi demek değildi: "Komünizm ‘Kara’ya’ karşı ‘Kızıl’ totalitarizmi güçlendirmişti."

Fikri yapınızın şekillendiği gençlik yıllarınızda neler okudunuz?

Immanuel Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’ni, Henri Bergson’un Yaratıcı Tekamül’ü, G.W.F Hegel’in Tarih Felsefesi, Oswald Spengler’in Batının Çöküşü ve Spinoza’nın eserlerini okurdum. Kitabımızı en iyi şekilde anlamak için, belki de hayatım boyunca okuduğum diğer kitaplarla o kitap arasında bağlantı kurdum.

Nasıl okursunuz?

Okurken muhakkak kitaba veyahut başka bir kağıda kitap hakkında görüşlerimi yazarım. Eleştirel bir okuma yapmaya gayret ederim. Okumakta olduğum yazarın katılmadığım düşüncelerinin altına kendi kanaatlerimi ekleyerek yaptığım bir okuma biçimine sahibim.

Başucu kitabınız?

Kur’an-ı Kerim’dir. Bütün okumalarım Kur’an-ı Kerim’i daha iyi anlamak üzerinedir. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler dönüp dolaşıp geldiğim yer. Kur’an edebiyat değil, hayattır; dolayısıyla O’na bir düşünce tarzı değil, bir yaşam tarzı olarak bakılmalıdır.

Din sizce neyi kastediyor?

Din, maddeyi aşan yani ruhla ilgili olandır. Bütün düşüncelerin üç kategori altında toplanabileceği kanaatindeyim: materyalizm, din ve İslam. Materyalizm insanı sadece beden olarak ele almıştır. Din ise sadece ruh olarak. İslam’da bu ikisinin birleşimi vardır. İslam, insanı parçalamadan, diğer ifadeyle bir yönüne ağırlık verirken diğer yönünü ihmal etmeden değerlendirir.

Lise eğitiminiz sonrasında neler yaptınız?

1943 yılında liseyi bitirdim. Komşularımızın çoğu gibi bizler de yoksulluk içindeydik. Saraybosna, Nazi işgali altındaydı. Eğitim sonrası orduya katılmam için başvuru yapmam bekleniyordu. Ben de saklandım. Çünkü haksızlığın yanında durmak ve zulmün bir parçası olmak istemiyordum. O zamanki idarenin gözünde asker kaçağı durumuna düştüm ve 1944 yılı boyunca gizlenmek zorunda kaldım. Doğduğum yer olan Posavina’ya gittim.

Gizlendiğiniz yerde ihbar edildiniz mi?

Çetniklerin ihbarı üzere karargaha alındım. Beklerken içeriye Sırp asıllı bir adam gelerek benim Aliya İzzetbegoviç olduğumu ve Aliya İzzetbegoviç’in torunu olduğumu söyledi. "Dedesi zamanında Belediye Başkanıydı. Tutukladığınız bu gencin dedesi Sırpların can güvenliği için kendi canını tehlikeye atmış birisidir." dedi ve bunun üzerine karargah komutanı beni serbest bıraktı.

Peki, bu bir yıllık gizlenme sürecinde neler yaptınız?

Silahlı bir çatışma içinde olmamam bir meşguliyet içinde olmadığım anlamına gelmesin, aksine ideolojik adanmışlığımı Genç Müslümanlar organizasyonuyla benim gibi düşünen birkaç genç ile fiiliyata dökme teşebbüsünde bulundum. Grubumuzu resmiyete dökmemiz o yıllarda mümkün değildi. Çünkü çeşitli etnik yapılar ve bunların düşünce kuruluşları Tito tarafından tehdit unsuru olarak görülüyordu. Öncelik bekanın sağlanmasına verilmişti.

Hareket neyi savunuyordu?

Genç Müslümanlar Hareketi daha çok çağdaş İslam’ın sorunları gibi dış politikaya yönelik bir ruha sahip ve bu türden meseleleri kendisine dert ediniyordu. dünyanın bu kesiminin sefalet içinde ve neredeyse sürdürülemez durumda olduğunu ve bu yüzden çağdaş medeni seviyeyi yakalayabilecek ve de yakalaması gereken dinamik bir din olan İslam’ın nüvesinin dışına çıkmadığını savunuyordu.

Resmi olarak kabul görmeyen ve faaliyetleri yasaklanan hareket üzerine bir yaptırım uygulandı mı?

Evet. Bazı kardeşlerimizle birlikte din bilincinin uyandırılması yönündeki faaliyetler nedeniyle tutuklanıp 3 yıl hapse mahkum edildim.

Cezaevi süreci nasıldı?

Paradoksal biçimde, hapishane hayatımı katiller arasında geçirdiğim için kendimi şanslı sayıyorum. Çünkü hırsız ve dolandırıcılar düşük karakterli insanlardır, oysa katiller öyle değil. Onların hayat hikayelerini dinledikçe hayatı daha iyi tanıdım. Aynı zamanda çeşitli kamplarda kalıyorduk. Birçok iş yaptırılıyordu. Bunlar arasından en zevk aldığım ve çok sonraları hobi olarak dahi yaptığım ağaç kesme işleri beni fiziksel anlamda oldukça geliştirdi. Hapis sürecinde kız arkadaşım olan Halide’nin göndermiş olduğu mektuplar beni mesut ediyordu. Kendisini on sekiz yaşımdan beri tanırım. Şehrin üzerinden bombalar geçerken insanlar sığınağa koşar, bizse siren sesleriyle birlikte sokağa çıkardık. Bütün bir şehir bize tahsis edilmiş gibi hissederdik. Herkes korku içinde sığınakta beklerken biz birbirimize bakar ve "Bize hiçbir şey olmayacak." derdik.

Cezaevi sürecinden sonra neler yaptınız?

Hayalim olan hukuk fakültesine başlamak istedim. Ancak çevremdekilerin sicilimin bu alanda iş bulmam noktasında sıkıntı olacağı düşüncesine ikna edilerek ziraat fakültesine kaydolduktan iki yıl sonra hukuk fakültesine geçerek buradan mezun oldum. Çünkü hukuk benim için sadece meslek değil inancım, yaşam tercihim ve hayat felsefem. Aynı yıllarda da Halide ile evlendik ve üç evladımız oldu.

Yazılarınızı niçin "LSB" mahlası ile yayımladınız?

"Preporod", "Takvim" ve "Glasnik" gibi gazete ve mecmualarda kimliğimi ifşa etmeden yazılar yazdım. Yazılarımı çocuklarımın baş harflerinden oluşan "LSB" mahlası ile yayımladım. Leyla, Sabina ve Bakir.

Eserlerinizde savunduğunuz düşünceler üzerine tekrar cezaevine alınıyorsunuz.

Evet, doğrudur. İslam Deklarasyonu adlı eserimin yayımlanması üzerine tekrar içeriye girdim. Üç yıl sonra "Saraybosna Süreci" adı verilen davada beraberimdeki Müslüman aydınlarla tutuklanarak 14 yıl hapse mahkum edildim. 1988 yılında çıkan bir af ile serbest kaldım.

Daha sonra hangi kitabınız yayımlandı?

Doğu Batı Arasında İslam adlı eserim yayımlandı. Kitabımda, bütün sistemleri eleştirerek kritize ettim ve bu düşüncelerimi anlattıktan sonra çözüm olarak üçüncü bir yol olarak İslam’ı sundum. Yeryüzü ve gökyüzü arasında insan, Doğu ve Batı arasında ise İslam. İdeolojiler, dinler ve felsefeler insanın arayışının neticesi, sonucunda birisinden yana tercih sunarak çözmeye çalışmışlardır. Benimse temel iddiam böyle bir ayrımın insanın doğasına aykırı olduğu yönündedir. İslam bir şeyin yapılması gerektiğini söyler. İman bunun niçin yapıldığı konusuna önem verir. İhsan ise nasıl kurtarıldığı ve ortaya çıkarıldığı konusuna ağırlık verir. Bu üç kavramın ayrılmazlığını bu kitapta derinlemesine kavradım. Ayrıca eserimi ilk hapis sürecimden önce yazdığımı belirtmek isterim.

Üçüncü yol nedir?

Katolik ya da Hristiyan olmak yerine Müslüman olmayı seçmek. Sırp ya da Hırvat olarak isimlendirilmek yerine Boşnak olarak anılmak demektir, üçüncü yol.

Boşnak kime denir?

Boşnaklarda Hristiyan Boşnak olmaz çünkü Boşnak olmak Müslüman olmaktır. Boşnak, Slav kökünden gelen insan demektir. Yani Sırp, Hırvat ve Boşnakları ayıran şey bunların etnik özelliklerinden çok dini özellikleridir. Dilleri aynı dil grubundan ama Katolik olana Hırvat, Ortodoks olana Sırp, Müslüman olana Boşnak diyoruz.

Siyasi hayatınız nasıl başladı?

1990 yılında Demokratik Eylem Partisinin (SDA) ilk genel başkanı seçildim. Faaliyetlerimiz buradan devam etti. Daha sonra savaş yılları süresince Boşnakların liderliğini sürdürdüm. Savaşın ardından yapılan ilk seçimi kazanarak bağımsız Bosna Hersek’in ilk cumhurbaşkanı oldum.

Savaş sürecinde diğer ülkelere müzakerelere Türkiye üzerinden gitme nedeniniz nedir?

Kimi zaman yurtdışındaki konferanslar da dahil bazı müzakerelere gitmeden evvel Türkiye’ye gelerek buradaki aydınlar ve bakanlarla görüşür, fikir edinir ve istişare ederdim. 1997 senesinde Ankara’da düzenlenen bir törenle tarafıma Türkiye Cumhuriyeti Devlet Nişanı verildi.

Bir yurtdışı programınızdan dönerken havaalanında esir alınıyorsunuz. Bize bu süreci anlatabilir misiniz?

Sırp ordusunun kontrolündeki havalimanından müzakere için Lizbon’a uçtum. Görüşme bir sonuca bağlanamadı. Bosna’da neler olup bittiğinden habersiz olarak Saraybosna’ya dönme kararı aldım. Endişeli ve sessiz bir şekilde uçakta otururken yardımcı pilot yanıma geldi ve Saraybosna’ya inebileceğimizi fakat sorumluluğun bana ait olacağını söyledi.

Akşamın erken saatlerinde Saraybosna’ya indik, ortalıkta bazı üniformalı askerler vardı. Bunlar Birleşmiş Milletler askerlerine falan benzemiyorlardı. Bunlar olsa olsa Sırp askerleri olabilirlerdi. Alana indiğimizde bize havaalanı müdürlüğüne gitmemiz gerektiği söylendi. Askerler bize tutuklu muamelesi yapıyorlardı.

Üç araç ve onlara eşlik eden tanklarla birlikte yola çıktık. Daha sonra askeri bir karargaha alındık. Karargahta konulduğumuz odada başımıza gelecekleri tedirginlik içerisinde beklerken bir anda telefon çaldı. Kızım Sabina tereddütsüz telefonu açtı. Hattın diğer ucundaki kadın numarayı yanlışlıkla çevirmişti. Telefonu Sabina’dan alarak kadına Cumhurbaşkanı İzzetbegoviç’in zorla alıkonulduğunu söyledim. Ofiste başımızda bekleyen asker hiçbir şey yapmadı. Ya ne yapacağını bilmiyordu ya da bir şey yapacak cesareti kendisinde bulamıyordu. Telefon kısa süre sonra tekrar çaldı. Bu sefer ahizeyi ben kaldırdım ve hattın öteki ucundaki sesi hemen tanıdım. Bu Saraybosna televizyonundan Senad Hacıfeyzoviç’ti. "Ben Lukavica’daki kışladayım, 1 saat önce havaalanına indim. Askerler beni Lukavica’ya getirdi." dedim. Senad, bana "Sayın Cumhurbaşkanım, şu an canlı yayındasınız. Beni duyuyor musunuz?" dedi. Bu canlı yayın sayesinde bütün dünya bağımsız bir devletin cumhurbaşkanının kaçırıldığını ve zorla alıkonulduğunu öğrendi. Kaçırıldığımı öğrenen Boşnak savaşçılar buna karşı olarak Sırp Generali rehin almayı başarmışlar. General bu zor durumdan kurtulmak için mübadeleyi kabul etti. Ertesi sabah tertemiz bir bahar havası içerisinde, Birleşmiş Milletlerin zırhlı aracıyla tutulduğum karargahtan ayrıldık. Ve mübadele sorunsuzca tamamlandı.

Havaalanı Sırpların kontrolündeyken yurtdışından gelen insani yardımları nasıl aldınız?

Sözde Birleşmiş Milletlerin kontrol altında tuttuğu Saraybosna Havaalanı’na inen insani yardımları şehre sokabilmenin bir yolunu bulmak zorundaydık. Bu zorunluluk ilginç bir fikri doğurdu. Bir yaşam tüneli kazma düşüncesi… Sadece bu tünel bile başlı başına Boşnakların savaşa nasıl direndiğini gösteren somut bir delildir. Saraybosna havaalanının altından geçen ve şehirden çıkışı sağlayan bir tünel kazdık.

Tünelin kazı işlemi yaklaşık beş ay sürdü. Tünel 700 metre uzunluğundaydı. İnşaatçılık tarihinde herhalde bu tünelden daha hazin bir yapı yoktur.

Mostar Köprüsü yıkıldığında neler hissettiniz?

Tarihi Mostar Köprüsü’nün yıkıldığı anı asla unutamam. Bu bizim yaşadığımız en zor anlardan biriydi. Savaşın üçüncü kışına giriyorduk. Mostar sonuna kadar direndi.

Savaşta sizi etkileyen en büyük hadise neydi?

Sadece beni değil tüm Bosna Hersek Müslümanlarını derinden sarsan en önemli olay 1995 temmuzunda birkaç gün içerisinde 7-8 bin insanımızı kaybettiğimiz Srebrenitsa’da yaşandı. Bu aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan en büyük sivil katliamdı. Onlar, bizi toprağa gömdüler fakat tohum olduğumuzu bilmiyorlardı. Biz artık geleceğe güvenle bakıyoruz. Çünkü Müslüman mezarlıklarının park yapıldığı dönemden sonra parkların bile şehitlik yapıldığı bir savaş verdik.

Savaşın ortasında kalmak nasıl bir duygu? Korkuyor muydunuz?

Korktum, ben de insanım. Ama yürümek zorundayım.

Düşmanlarınıza karşı nefret duyuyor musunuz?

Boşnaklara daima şöyle söylemişimdir: "Savaşta büyük zulme uğradınız. Zalimleri affedip affetmemekte serbestsiniz. Ne yaparsanız yapın ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır. Geleceğimizi geçmişimizde aramayacağız. Kin ve intikam peşinde koşmayacağız. Nefrete nefretle cevap vermeyin. Bosna için nefret çıkmaz sokaktır. Nefret sadece bizim ruhlarımızı zedelemiyor, Bosna’nın özünü de zedeliyor. Bir kelimeyi hiç aklınızdan çıkarmayın: devlet. Devletin ne kadar önemli olduğunu hepimiz idrak etmeliyiz. Devletsiz bir millet boşluğa düşer, rüzgarda savrulup gider."

Askerleriniz nasıl bir psikoloji içerisindeydiler?

Bir gün askerlerden biri yanıma gelerek "Onlar bizim kadınlarımıza tecavüz ediyorlar, onlar bizim kadınlarımızı, yaşlılarımızı ve çocuklarımızı öldürüyorlar. Buna bigane kalmamalıyız." dediğinde, ona şöyle cevap vermiştim: "Sırplar bizim öğretmenimiz değiller. Biz de zalimlerden olursak, zulme karşı savaşmamızın bir anlamı kalmaz. Kitap'a uyacağız. Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir. Ben Avrupa'ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı'nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına."

Barış müzakeresi nasıl gerçekleşti?

Savaşın bir galibi yoktu ve savaş sona ermişti. Uzun hayatım boyunca birçok iş yaptım. Mahkumken taş ve ağaç taşıdım. Hayatımı kazanmak ve çocuklarımın geçimini temin edebilmek için inşaat şefliği ve avukatlık yaptım ancak bugüne kadarki en zor işim anlaşma masasına oturmak oldu. Benim derdim muzaffer bir komutan olarak anılmak değildi, ülkeme makul bir barış anlaşmasıyla dönmekti. Anlaşma Bosna’nın boğazına dayanmış bir bıçak ve tehditlerle geçen bir süreçti. Sayısal çoklukları, ürkütücü askeri güçleri ile savunmasız bir halka saldıran taraf yani Sırplar sadece benim prensiplerime ters düşen değil aynı zamanda tüm adalet ve insanlık duygularına ters düşen önerilerle karşıma çıkıyorlardı. Böyle bir barışı kabul etmek çok zordu ancak daha zor olan başka bir şey daha vardı ki eve savaşa devam ediyoruz cümlesiyle dönmek. Yapılması neredeyse imkansız bir tercihti ve ben kendimi çarmıha gerilmiş gibi hissediyordum. Bu şartlar altında imzalar atıldı.

Öncelikle kıymetli vaktinizi bize ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Son olarak eklemek istedikleriniz var mı?

Türk’ün Evladı, Bizim korumaya çalıştığımız sancak, Yemen’de, Çanakkale’de, Filistin’de, Kırım’da, Açe’de, Türkistan’da korunmak istenen sancaktı. O ne bir dinin ne bir ırkın ne bir dilin ne bir mezhebin sancağıydı. İnsanlığın, tek başına insan olmanın temsiliydi. Sömürgecilerin karşısında sakın yere düşme. Onlar askerleriyle, basın ve medyasıyla, kurumlarıyla çok güçlüler. Onların güçlerinden değil, ikiyüzlü olmalarından kork.

Biz, Çanakkale’den sonra direnişi devam ettiren nesiliz. Sen, direnişin değil, dirilişin nesli olacaksın. Korumak için değil, düzen kurmak için çalışacaksın. Sen varsan biz olacağız. Sen ayaktaysan biz yaşayacağız. Ama unutma! Sömürgeciler, seni tamamen Asya’ya sürmek için planlarını adım adım işletecekler. Bir gün sıra sana da gelecek. Seni yok etmek için bin yıldır hazırlananlar, bir gün bile durmadan çalışıyorlar. Sen Türk’sün. Bir ırk, bir din, bir mezhep değilsin, olamazsın.

Türk’ün Evladı, Biz Boşnak’ız ama Türk’üz de. Sen de kalbimde taşıdığım acıyı taşıdığın kadar Boşnak’sın. Utanacak tarihimiz, saklayacak hafızamız yok. "Bir ayetten iktibas edilmiş o yüzün var ya Aliya, Asrın tablosu gibi yüreğime astığım o hüzünlü çehren O hilal var ya vahşetin ortasına diktiğin Şimdi bir aşr-ı şerif gibi yankılanan o sesin Bosna'da, Kosova'da, İşkodra'da Var ya hani o Sarayova'nın somun kokan çarşısını sulayan ellerin Ben o elleri öpüyorum Aliya Ve kalbimize diktiğin gülleri"

Bilge Kral için hangi kelimeyi seçsem hangi cümle ile söze başlasam noksan kalacağına eminim. Liderliği, bilge şahsiyeti ve inancıyla o bizlere Müslümanlığı yeniden anlattı. Umut’un ne demek olduğunu idrak ettirdi. Aliya’yı tanımak için Bosna’yı okumak gerek. Aliya’yı anlamak, onunla Müslüman kimliğin inşasını yeniden kavramak demektir. Bu dosya çalışmasını hazırlarken çok zorlandığımı siz değerli okurlara itiraf etmek istiyorum. Çünkü Bosna’ya gitmiş biri olarak ve Potoçari toplama kampının duvarlarına sinen o kesif kan kokusunu hâlâ daha en derinlerimde hisseder ve belli bir süre kendime gelemem. Cennet gibi vatanda adım atıp dolaştığım her an kim bilir hangi köşesinde nasıl bir trajedi yaşanmıştır diye düşündüm. Yaşanan vahşet ve soykırımın karşısındaki cesur tutumlarıyla yıllar sonra kilometrelerce uzaklıkta olan kalplerimize varlıklarını hissettirerek şanlı tarihlerine adlarını yazdıran başta Bilge lider Aliya İzzetbegoviç olmak üzere şehit düşerek mezarlarında mavi kelebeklerin uçuştuğu bütün mazlum Müslümanların ruhu şad, mekanları cennet olsun.